Ana Sayfa 135. Sayı Başlangıçta cehalet vardı

Başlangıçta cehalet vardı

725

Karanlık odaların siyah kedilerine

“Eski bir deyim insanı uyarır: ‘Karanlık bir odada siyah bir kedi bulmak oldukça zordur, özellikle de odada hiç kedi yoksa.’”

Böyle başlıyor Cehalet. Cehaletin başlangıcından söz edilebilirse…

Bilimi özel bir tür bilgi birikimi olarak görmeye alışığız. Bilimciler bilir; adı üstünde bilme insanıdırlar. Bilgi kulelerinin kapısında nöbet tutar; bilim denen bu kentin anahtarını taşırlar. (Tabii böyle ifade edince bilimciler insanın gözünde birer kâhya gibi canlanıyor. Ama ne gam? Kâhyalar evin, ev sahibinden daha çok sahibidir her zaman.) Bilgiyi üretir, işler, üst üste koyar; bilimi bilgiyle inşa ederler. Oysa Stuart Firestein bu alışıldık tabloya itiraz ediyor. Bilim söz konusu olduğunda, bilgiden çok cehalete vurgu yapılması gerektiğini, bilimi cehaletle inşa ettiğimizi öne sürüyor. (“O halde, bilgiden sonra ne geliyor? Belki sizler bu sırayla düşünmüyordunuz ama ben cehaletin ardından bilginin değil bilginin ardından cehaletin geldiğini söylüyorum.”) Ve bunu öyle okşayıcı bir dil, öyle neşeli usavurumlarla ortaya koyuyor ki alışılmışa âşık zihinlerimiz kendisine “Höt!” diyemiyor.

Burada söz edilen bir tür Sokratik cehalet elbette. Bilmediğimizin (ve çoğu şeyi bilemeyeceğimizin) bilincinde olmak. Bu mütevazı kabullenişi bir atalet özrü değil, ilerleme güdüsü olarak kullanmak.

“Bir şey hakkında bir olgudan, kavrayıştan, içgörüden ya da netlikten mahrum olmak. Bu, bireylerin bilgiden yoksun oluşu değil, bilgide toplumsal bir boşluktur. (…) Söz konusu olan, bilgiye, algıya, içgörülere dayalı bir cehalettir.”

İşte, bu Sokratik cehalettir. Sokratik cehalet, Firestein’a göre, bilimsel ilerlemeyi olanaklı kılan asıl güçtür. Cehalet oldubitti kabul ettiğimizin üstündeki örtüyü kaldırır; alışıldık bakış açısının karanlığını, körlüğünü ortaya çıkarır; başka karanlıklara işaret eder. Karanlık odadaki kara kedinin dokunuşunu hissettirir; sorular sordurur. (“Sorular yanıtlardan daha anlamlı. Sorular yanıtlardan daha büyük.”) Cehalet bir anlamda geleceği inşa eder; henüz bilinmeyen, gizlenen ama bin bir olanak vaat edendir: “O halde cehalet gerçekten de gelecekle ilgilidir; veri bulmak için nereyi kazmamız gerektiğine dair en iyi tahmindir.” Bilimci için soluktur cehalet, enerjidir.

Firestein bunu ortaya koymak için, kitabın ilk yarısı boyunca, cehaletin bizden saklanan yanlarını önümüze sürer; “saldırgan pozitivizmin” yücelttiği olgu ve bilgi kavrayışlarını durmaksızın dürtükler. Cehaletin bilimcinin önüne serdiği olanakları, sanatsal yaratımla benzeştirir: “(…) Rodin, heykeltıraşlığın heykelin parçası olmayan taşı koparıp çıkarmak olduğunu söylemişti; Louis Armstrong ise önemli notalar, çalmadığım notalardır demişti.” Ve bilimsel keşfin doğasına “bilmemenin gücünden”, cehaletin karanlığından (ki hepimiz biliriz karanlığın ne verimli bir olanak bulutu olduğunu) bakar: “Keşif, yeni bir cehaleti gün yüzüne çıkarmaktır.”

Cehaletle yeterli tanışıklık sağlandıktan sonra Firestein vaka tarihçeleri ile sorunu (Hangi sorun? Belki karanlık, belki karanlık odadaki kara kedilerin yarattığı aydınlık?) daha da anlaşılır kılmaya çalışır. Bu tarihçeler yazarın Columbia Üniversitesi’nde yürüttüğü “Cehalet” derslerinden derlenmiş – evet, doğru o k u y o r s u n u z , Firestein böyle bir ders veriyor! “İnsan nasıl cehalet erbabı olur?” Doğrusu – en azından bizim ülkemizde – kolaylıkla… Ama söz ettiğimiz bilimsel cehalet olunca Firestein’ın söyleyecek iki çift lafı var; “cehaletin pek çok tezahürü” ve cazibesi var… Firestein bu cazibeyi çeşitli dallarda çalışan bilimcilerin ve bizzat kendi çalışmalarını güdüleyen soruların doğasıyla ortaya koyuyor. “(…) sorularla karşılaşırsınız, bunlarla karşı karşıya gelmekten kaçamazsınız ve akıl ermez sebeplerden ötürü, bu sorulardan herhangi biri aniden üzerinize yapışıp kalır.” Umalım ki kalsın… Çünkü genç (ya da yaşlı ama ruhu ve merakı genç) bilimcinin peşine düşen bu soru, verimli bir bilimsel serüvenin tetikleyicisi olur çoğu zaman.

Cehalet, sonsöz olarak bilimin bizler (yani bilimci olmayan “sıradan” halk) için nerede durduğuna ama aslında nerede durması gerektiğine değiniyor. Ve bilimin kapalı kutu olmaktan, cehalete yapılan vurguyla çıkabileceğini; bunun yeni ve çok daha verimli bir eğitim – ve bilim – anlayışına ulaşmamızı sağlayacağını belirtiyor.

“Hepimiz bilimciyiz: çevremizi anlamaya, her zaman tam ya da mantıklı olmayan verilerden anlam çıkarmaya çalışıyoruz, karanlık odalarda siyah kedi arıyoruz. Zihinlerimiz, sınırlı duyu organlarımızla topladığımız bilgi sayesinde, bu karmaşık dünyanın şifresini çözmek için elinden geleni yapıyor. Bu süreç hepimize tanıdık. Ara sıra ‘deneyler’ yapıyor, dünyaya dair kuramımıza ne kadar uyacak diye şunu bunu sınıyoruz. Fakat hadi kabul edelim: Çoğunlukla karanlıkta tökezleye tökezleye ilerliyoruz. Hakiki gerçekliğe ara sıra göz atmamız, içinde yaşadığımız karanlığın menzilini, cehaletimizin ölçeğini teyit ediyor yalnızca. Fakat neden bununla sürtüşelim? Bu gizemden niye keyif almayalım ki? Her halükârda, iyi bir bulmaca gibisi yok ve bu yaşamda böyle bir bulmaca bulmanın hiç de zor olmadığı anlaşılıyor.”

O halde iş bulmacayı çözmek değil, cehalet içinde “o” bulmacayı aramak…

– Cehalet; Bilimi İleri Taşıyan Güç, Stuart Firestein, Çeviren Mehmet Doğan, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2014

Önceki İçerikKitapçı Rafı – 135
Sonraki İçerikViyana’da prostat kanseri araştırmaları