“Bilim Tarihi aslında bilimin ta kendisidir.” Johann Wolfgang von Goethe’nin bu sözünü daha önce bilmiyordum ama doğruluğuna yürekten inandığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Tarih algısı farklıdır insanlar arasında; geçmişe ait olanla ilgilendiğinden kimi zaman önemsenmez hatta küçümsenir bazılarınca; insan zaafları ve hatalarıyla dolu olduğu için, ileriye bakmanın daha iyi olduğunu düşünenler de bulunabilir. Onun iyi bir öğretmen olduğuna inanan az sayıda bilge kişi vardır ki, tarihi onlardan öğrenmek büyük bir haz verir. İşte sevgili dostum Prof. Dr. Orhan Küçüker’in yeni yayımlanan Biyoloji Tarihi ders kitabını sevmem de böyle oldu; iyi bir öğretmenden yeni şeyler öğrenmenin hazzını tadarak. Kitabın sonlarına yaklaştıkça ilk sayfalarda karşılaştığım Goethe’nin sözünün aslında çok daha derinlere kök saldığını anladım. Bilim tarihi, bir yanıyla; insan aklının, çalışkanlığının, sabrının ve cesaretinin tarihi. Belki de bilim diye, bilim tarihi diye bir şey yok; orada olan sadece bir avuç düşünen ve çalışkan insanın yani bilimcilerin inanılmaz öyküleri. Biyoloji Tarihi’ni okumakla bu göz kamaştırıcı serüvenin kahramanlarının, yoldaşlarımın geçit töreninde buldum kendimi.
Ben insanın, Pan cinsindeki atasıyla yolları ayrılıp da, Homo cinsi olarak yaşamına devam ettiği andan itibaren kültür üretmeye başladığına inananlardanım. Zaman içinde, insanın kültür tarihini bilinenden daha öncelere çekecek bulgulara erişilecektir. “İlkel atalarımızın” sandığımızdan daha becerikli olduğu gerçeğine hazırlıklı olmakta yarar var. Sevgili Orhan’ın kitabını “prehistorik” çağlardan başlatması beni bu açıdan mutlu etti. Antropologlar insanın evriminin yükseklerden inip, yerde yaşama yönünde ilerlediğini göstermişlerdir. Bu yaşam biçimi çok geniş alanlara yayılmayı ve doğayla daha fazla içli dışlı olmayı mümkün kılmıştır. Farklı ortamlara göç eden insan, yeni çevresini akılcı bir şekilde incelememiş olsaydı herhalde hayatta kalması pek mümkün olmayacaktı. Doğa çok zorlu ve karmaşık bir ortamdır. Deneme yanılma yöntemi ve buradan elde edilen bir avuç değerli bilginin korunması, muhtemelen bugün olduğu gibi yüz binlerce yıl önce de insanın temel davranış biçimlerinden biriydi. İlk insanların, farklı bir nitelikte de olsa, güçlü bir merak duygusuna da sahip olduğu kanısındayım. Atalarımızda, zaman içinde, soyutlama yeteneği olan yaratıcı bir beynin evrimleştiği bilinen bir gerçektir. Büyük olasılıkla eski insanlar, bilimi keşfeden modern insan beyninin bazı temel yetilerine sahiptiler.
Antikçağ, günümüzde geçerliliğini hâlâ koruyan kimi kültür öğelerinin yaratıldığı çok ilginç ve önemli bir tarih dönemidir. Örneğin Tek Tanrılı Göksel Dinler’in temeli bu zamanda atılmıştır. Aynı şekilde astronomi, matematik, fizik, tıp, biyoloji, kimyaya ilişkin ilk temel bilgilerin derlenmesi, mühendislik uygulamaları vb. birçok şey de o dönemin ürünüdür. Biyoloji Tarihi kitabında bu çağ çok geniş bir coğrafya içinde incelenerek doğru bir yaklaşımda bulunulmuştur. Eski Mısır, Anadolu, Mezopotamya, Hindistan, Çin, Antik Yunan ve İtalya’da meydana gelen gelişmeler aynı bölüm içinde aktarılarak okuyucunun ilgili dönemi karşılaştırmalı bir şekilde değerlendirmesi sağlanmıştır. Biyoloji Tarihi’ni okumadan önce Sümer ve Akad tabletlerinde bu kadar ayrıntılı bir canlı sınıflandırılmasının yer aldığını bilmiyordum. Batılı, eski bilim tarihçilerinden kalan kötü bir mirastır her şeyin Antik Yunan doğa felsefecilerinden başlatılması. Bu bağlamda biyolojik sınıflandırmanın ilk uygulamalarını Aristoteles’e bağlamak yaygın bir gelenekti. Aslında bu, söz konusu dönemin gerçekliğini yansıtma kaygısından çok görkemli Antik Yunan kültürünü Batı Uygarlığı’nın temeline yerleştirme çabalarının bir uzantısıydı. Yazarın bu yanılgıyı paylaşmaması çok doğru olmuştur.
Ortaçağın ilk bölümü (5.-10. yüzyıllar arası) özgür düşünce ve yaratıcılık için kötü bir dönemdir. Hıristiyan tutuculuğu insan aklı üzerine kara bir bulut gibi çökmüştür. Yaklaşık altı yüzyıl gibi inanılması güç, uzun bir süre sonunda insanlık gerçek benliğine geri dönmüş ve 11. yüzyıldan itibaren tekrar bilgi üretmeye başlamıştır. Yine de koca bir çağın modern bilime katkısı, çok genel anlamda, Arap rakamlarının icadıyla sınırlı kalmıştır. Aydın din adamlarının değişim hareketinin itici gücü olması dikkat çekicidir. Büyük olasılıkla yüzyıllar boyu süren atalettten kendileri de memnun değillerdi. Rönesans ve Reform öncesi Batı Avrupa’da “üniversite” tipi ileri eğitim kurumlarının açılması önemli bir gelişmeydi. Çünkü buralarda daha eğitimli din adamlarının yetişmesi, kilisenin baskıcı tutumunun azalmasında ve daha sonraki olumlu işlerde çok belirleyici olacaktı. Ortaçağ, Biyoloji Tarihi kitabında, biraz kısa da olsa, derli toplu bir şekilde aktarılmıştır. Bu arada kitapta, Ortaçağda Biyoloji’nin incelendiği üçüncü bölümdeki bazı alt başlıklara değinmekte yarar görüyorum: Bu başlıklardan biri “İslam Doğa Bilimcileri” öteki ise “Musevi Doğa Bilimcileri” dir. İnsan bunları görünce doğal olarak “Hıristiyan, Budist, Şintoist, Ateist vb.” doğa bilimcilerle ilgili alt başlıkları da arıyor bölüm içinde. Sanırım “Müslüman, Musevi veya Ateist Doğa Bilgini” tanımlamalarının bilimsel bir temeli yok. Kişi dini inancının itici gücüyle bilimsel araştırma yapabilir ama bu onun Hıristiyan ya da Musevi doğabilgini olarak tanımlanmasını doğru kılmaz. Yüksek eğitimin yaygınlaşması Hıristiyan dünyasında ve kiliseye bağlı okullarda gerçekleştiği için din adamları ve dindarlar arasından birçok bilimci çıkmıştır. Bunların bir kısmının araştırmaya yönelmesinde, kutsal kitaplarda aktarılan bilgilere bilimsel bir temel bulma çabası ya da Tanrı’ya yarattıklarını inceleyerek ulaşma amacının etkili olduğu bilinen bir gerçektir. Fakat çağlar boyu süren bu uğraşların tümü “teolojik açıdan” hüsranla sonuçlanmıştır. Bilimsel bulgular ne kutsal kitapların bilimsel değerini artırmış ne de Tanrı’nın varlığını destekleyecek kanıtlar sağlamıştır. Tek Tanrılı Göksel Dinler’in doğduğu binlerce yıl öncesi insanlar bu dinlere ve Tanrı inancına nasıl bağlanmışlarsa bugün de tamamen aynı nedenlerle bağlanmaktadırlar. Çağdaş bilimin beş yüz yıllık tarihinin dinlerin daha yüksek bir anlam kazanmasına hiçbir katkısı olmamış aksine birçok dinsel dogmanın tartışmaya açılmasına neden olmuştur. Bilim ve din birbirinin tamamen tersi konumda bulunan iki kültür etkinliğidir. Birinin temeli, Tanrı’ya inanç ve buyruklarına itaat iken, ötekisi özgür irade ve eleştirel akla dayanır. Birindeki ilkeyi ne yaparsanız yapın diğerinde çalıştıramazsınız; sorgusuz itaatin, inancın bilimde yeri yoktur aynı şekilde şüpheci ve eleştirel akla da dinde yer yoktur. Örneğin bir inanır için Tanrı’nın kadın olabileceği ihtimalini akıldan dahi geçirmek büyük bir günahtır. Bir bilimci içinse bu varsayım, çeşitli olasılıklardan biridir. Sonuç olarak bazı inanç sahipleri bilimsel bilgi birikimine ciddi katkı sağlamış ama bu işi tamamen bilimin alanı içinde ve onun kurallarına uyarak yapmışlardır. Ayrıca, konunun başka bir yanı, 9. ve 13. yüzyıllar arasında İslam ülkelerinde yaşanan aydınlanmanın önde gelen kimi düşünce adamlarının Müslüman olmadığı da bilinmektedir. Zaten bin yıl önce Musevi ya da Müslüman bir toplum içinde yaşamış bir doğa bilimcinin gerçekten neye inandığının izini sürebilmek herhalde pek mümkün olmasa gerek. Örneğin dinci literatürde çok koyu bir Hıristiyan olarak sunulan büyük bilimci İsaac Newton’ın bir dönem kilise tarafından “kâfirlikle” suçlandığından pek söz edilmez. İncil’e yürekten bağlı Newton’un Hıristiyan teolojisi ve uyduruk simya “bilimi” üzerine yazdığı binlerce sayfalık bir külliyat vardır ama onu bugünlere taşıyabilen sadece fizik ve matematik çalışmaları olmuştur [Snobelen SD. (1999). Isaac Newton. Heretic: The strategies of a Nicodemite. British Journal for the History of Science. 32, s.381-419]. Sözün özü, belki de bu konuyu dinlerin doğa bilimlerine bakışı şeklinde ele almak daha doğru olacaktı.
Biyoloji Tarihi’nde 16., 17. ve 18. yüzyıllardaki bilimciler ve çalışmaları ilgili bölümlerde dengeli bir biçimde aktarılmıştır. Söz konusu dönemde botanik ve hayvanat bahçelerinin tüm Avrupa’yı kaplaması ve bu mekânların doğa bilimlerine sağladıkları katkılar kitapta gayet iyi bir şekilde anlatılmıştır. Kendi adıma, yeni birçok şey öğrendiğimi söyleyebilirim; örneğin Aztek kralı I. Motecuhzoma’nın daha 15. yüzyılda ülkesinde bir hayvanat bahçesi kurdurduğu ve botanik bahçesine benzer bahçelere sahip olduğu aklımın ucundan geçmezdi. Zengin koleksiyonerlerin ortaya çıkmasıyla dünyanın dört bir yanından toplanan canlı ve cansız doğaya ait göz kamaştırıcı örnekler Avrupa’ya akmaya başlar. Daha sonra bunların bir kısmı özel müzelerde sergilenecek, önemli bir bölümü ise devlete ait devasa doğa tarihi müzelerinin koleksiyonlarına katılarak halka ulaşacaktır. Müzelere ve bahçelere halkın ilgisi büyük olur ve insanlar geçek dünyanın kendi küçük dünyalarından çok farklı bir yer olduğunun farkına varırlar. Bilimsel örgütlenmenin başlangıcı da bu döneme denk gelir. 17. yüzyıldan itibaren Avrupa’da açılmaya başlayan bilim akademileri ve özel bilim toplulukları aradan geçen yüzlerce yıla rağmen günümüzde hâlâ dimdik ayakta durmakta ve çağdaş bilime yön vermektedirler (Ülkemizde ancak yirmi küsur yıl önce kurulabilen Bilimler Akademisi’nin ömrü kısa olmuş ve günümüzde politikacıların ulufe dağıtım araçlarından biri haline gelmiştir). Bu arada, “18. Yüzyılda Biyoloji”nin ele alındığı altıncı bölümde büyük doğa bilgini Buffon’un neden “Biyolojide Sınıflandırma Çalışmaları” alt başlığı içinde yer aldığını anlayamadığımı belirtmek isterim. Biyoloji tarihi içinde bir kilometre taşı niteliğindeki bu bilimcinin, kitabın bir sonraki baskısında ayrı bir alt başlık altında inceleneceğini umuyorum.
Biyoloji Tarihi’nin 7. Bölümü “19. yüzyılda Biyoloji”ye ayrılmıştır. Burada yazar çok haklı bir şekilde ilk alt başlığı “Biyoloji’nin Bilime Dönüşümü” şeklinde koymuştur. Gerçekten de çağdaş biyolojinin temelleri bu yüzyılda atılır. Lamarck, Darwin, Wallace, Pasteur, Koch, Cuvier, Lyell, Humboldt, Owen, Weismann, Mendel, Schwann, Wirchow, von Baer, Miescher, Bernard, Liebig bu “Muhteşem Yüzyıla” damgasını vurmuş büyük bir bilimci grubunun önde gelen isimlerindendir ve Biyoloji Tarihi’nde hepsi hakkında çok güzel ve ilgi çekici bilgiler derlenmiştir. Fakat bu arada bu bölümün düzeniyle ilgili bir eleştirimi dile getirmeyi uygun buluyorum: Yukarıda sözünü ettiğim alt başlıkla bölüme iyi bir giriş yapıldıktan sonra birden karşımıza “Mikroplar ve Hastalıklar”diye iki sayfalık kısa bir alt başlık çıkmaktadır. Bundan hemen sonra ise “Evrim Kuramına Katkıda Bulunan Doğa Bilimciler” diye sayfalar süren bir alt başlık gelmektedir. Bunun içinde ise geçmiş yüzyıllarda yaşadıkları için daha önce kendilerinden söz edilmiş kimi bilimcilerden uzun uzadıya tekrar söz açılmaktadır. Alfred R. Wallace’ın yaşamı ve çalışmalarının anlatıldığı alt başlık içinde ise bu kez birden karşımıza, Huxley, Haeckel, Weismann ve Osborn hakkında tanıtıcı bilgiler çikmaktadır. Bölümün sonlarına doğru nedense tekrar “Mikrobiyoloji Çalışmaları” konusuna geri dönülmüştür. Sonuç olarak bu bölümün bilgi akışının yeniden gözden geçirilmesinde yarar var diyorum.
20. yüzyılda biyoloji on sekiz sayfalık çok kısa bir bölüm içinde işlenmiştir kitapta. Bu bölümde aktarılan çok ilginç bilgilerin sonraki baskıda daha da zenginleştirilmesinin yararlı olacağına inanıyorum. Örneğin geçen yüzyılın sonlarında gerçekleşen ve biyolojinin en görkemli araştırmalarından biri olan “İnsan Genom Projesi” hakkında bazı bilgiler aktarılabilir.
Biyoloji Tarihi kitabının “Amiral Gemisi’ni” herhalde “Türkiye’de Biyoloji Tarihi” bölümü oluşturmaktadır. Kitabın neredeyse yarısını kaplayan bu devasa bölüm içinde katılmadığım kimi bilgiler, konuyla ilgisiz ayrıntılar olmasına karşın şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki yazar kesinlikle, üst düzeyde, özgün bir metin ortaya çıkartmıştır. Bu kadar bilgiyi derlemenin ne kadar büyük bir emek istediğini tahmin etmek güç değil. Bu kitaba sahip olmak için sadece bu bölümün varlığı dahi yeterli bir nedendir. Bu arada bu bölümde anlattığı kimi kişilerin ve olayların bizzat tanığı olması yazarımızın katkısını özel yapıyor. Bölüm yaklaşık yetmiş beş sayfa tutan “Osmanlı Dönemi” ile başlamaktadır. Batı dünyasında 16. ve 20. yüzyıllar arası doğa bilimlerinde yaşanan baş döndürücü gelişmeleri okuyup da oradan Osmanlı’ya geçince, insan kendini vahadan çıkıp çöle ayak basmış gibi hissediyor. Aslında bir yanıyla Osmanlı’da bilimin tarihi hüzünlü bir öyküdür. Mustafa Behçet, Esad Şerefeddin (Köprülü), Şerafeddin Tevfik (Tertemiz), Hoca Ali Rıza, Mıgırdiç Hekimyan, Kirkor Agaton, Agop Amasyan ve İsmail Hakkı (Çelebi) gibi bir avuç insan üstün çabalar sarf ederek topluma bilimin aydınlığını taşımak için uğraşmış ama karanlıkta yanan birer kibrit çöpü olmaktan öteye geçememişlerdir. II. Mahmut, Abdülmecid gibi kötü gidişatı gören birkaç padişahın çabaları dahi halkın tepesine çöreklenmiş yobaz takımının direnişini yıkamamıştır. Özellikle kitabın 298. sayfasında aktarılan, II. Mahmut’un Galatasaray Askeri Tıp Okulu’nun açılışında yaptığı konuşma Atatürk’ün Dil Devrimi’nin gerekçesini açıklar niteliktedir. Osmanlı’da bilim tarihi, “sonu gelmez yenileşme ve Avrupa’dan uzman taşıma çabalarının” talihsiz bir parçası olmaktan öteye gidememiştir. Bir de bilim dili olarak kullanılan Osmanlıca ile cebelleşme herşeyin üstüne tuz biber olmuştur. Bu nedenle, yaklaşık altı asırlık dev bir imparatorluğun insanlığın bilimsel bilgi birikimine katkısı çok sınırlı kalmıştır.
Bölüm Cumhuriyet döneminde doğa ve yaşam bilimlerinde kaydedilen gelişmelerle son bulur. Son doksan yılda yapılanları yazar çok özgün bilgilerle gözlerimiz önüne sermektedir. “Bilgi üreten” üniversitelerin kurulması cumhuriyet döneminde gerçekleşir ve Türk biyologları “bilimci olma” niteliklerini bu dönemde kazanırlar. Cumhuriyetin kabaca ilk elli yılında üniversiteler güçlerinin büyük bölümünü Türk halkının bilimsel, sanatsal, estetik bakımdan eğitilmesi ve aydınlatılması yönünde harcamıştır. Osmanlı’dan yaklaşık yüzde 7’lik okuma yazma oranının olduğu bir toplum devralan Cumhuriyet yönetimi üniversitelere öncelikle, yaşamın her alanında devleti çalışır hale getirecek kadroların yetiştirilmesi görevini yüklemiştir. Son 30-40 yıllık dönemde ise eğitim ve öğretim yanında bilimsel araştırmalara ve yayım faaliyetlerine daha fazla ağırlık verilmeye başlanmış ve Türkiye’nin dünyadaki bilimsel konumu yükselmiştir. Önümüzdeki yıllarda ülkemizdeki biyoloji tarihinin bu son dönemi yazıldığında biyologlarımızın dünya çapında araştırmalara imza attıkları görülecektir.
Doğada büyük bir biyolojik çeşitlik vardır. Biyologlar, nanometre boyutundaki mikroorganizmalardan kamyon büyüklüğündeki canlılara kadar sayısız türle ilgilenirler. Onların gözle görülür, elle tutulur yapılarından en küçük moleküllerine kadar herşeylerini araştırırlar. Doğada daha biyologların kendilerini bulmasını bekleyen çoğu mikroorganizma milyonlarca canlı türü bulunmaktadır. İşte Prof. Dr. Orhan Küçüker bu devasa uğraşının tarihiyle ilgili bir ders kitabı hazırlayarak kıskanılacak bir işin üstesinden gelmiş ve önümüze yeni bir kapı açmıştır. Bu kitap sadece öğrencilerin değil, biyoloji öğretmenlerinin, biyolog olarak çalışan on binlerce meslektaşımızın, bilimsever aydınların ve daha nicelerinin yararlanacağı, ülkemizde türünün ilk örneği olan özgün bir kaynak niteliğindedir.
Biyoloji Tarihi’ni okuyup bitirdiğinizde sırtınızı arkaya yaslayın ve gözlerinizi bir an için kapatıp, düşünün, o anda iyi bir iş yapmış olmanın huzurunu hissedeceksiniz.
– Biyoloji Tarihi, Prof. Dr. Orhan Küçüker, Nobel Tıp Kitabevi, Temmuz 2014, 535 s.