Ana Sayfa Dergi Sayıları 135. Sayı Generaller eliyle İslamizasyon

Generaller eliyle İslamizasyon

2033
0

Kışlardan cami ve öğretim kurumlarından medrese yarattılar; içlerini ise imam-öğretmenlerle doldurdular. Yetmedi, bir de meslek adamlarını din-adamı yaptılar. Hepsi ama hepsi eylülist dönemdedir. AKP 2002’de iktidara getirildiğinde, eylülist düzenin düzlediği bu hazır toprağa yerleşiyordu. Kışla-cami’den cami-kışla’ya mesafe, bu açıdan, oldukça kısaydı. Birini diğerinin zorunlu sonucu sayabiliyoruz. Başka deyişle yüksek komutanlar din ektiler ve gericilik biçtiler. Hasadın AKP olması eşyanın tabiatı gereğidir.

Her zaman orgeneraller hükümete mektup yazmıyorlar; kimi zaman da sermayedarlar yüksek komutanlara mektup yazıyorlar. Vehbi Koç’un Kenan Evren’e gönderdiği mektup, kronolojik olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 27 Aralık 1979 günü Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e sunduğu Uyarı Mektubu’ndan sonraki günlere denk geliyor. Vehbi Koç mektubunda Orgeneral Evren’e “dinsiz millet olmaz” yollu yazıyordu; darbenin hemen sonrası, 3 Ekim 1980 tarihlidir. İfadesini 12 Eylül’ün düsturu sayabiliriz. Nitekim 15 Ocak 1981 tarihinde Kenan Evren de Konya’da Vehbi Koç’u, “dinsiz bir millet düşünülemez. Dinimize sımsıkı sarılmalıyız”[1] diyerek yansılıyordu. Kuşkusuz 12 Eylül’de dinsiz millet olmadığı gibi, dinsiz bir başbakan yardımcısı da olmuyordu. Darbenin hemen ertesinde subaylar, bir dönem Erbakan’ın Milli Selamet Partisi’nden milletvekili adayı olan Nakşibendi Turgut Özal’ı arayıp buluyor ve 24 Ocak Kararları’nın mimarı Özal’a başbakan yardımcılığı görevini tebliğ ediyorlardı. Böylelikle, darbenin hemen ertesinde evinden alınan Özal, titreyerek geldiği Genelkurmay’da orgenerallerden yeni görevini öğrenmiş oluyordu. Rahatladığını tahmin etmek güç değildir.

12 Eylül dönemi için Özal bir tür “şablon” politikacı idi. Şeyh Mehmet Zahit Kotku çevresinden bir tarikatçıydı ve aynı zamanda politikaya girdiği dönemden beri sermayedarların çıkarlarını savunuyordu. 1971-1973 yılları arasında Dünya Bankası’nda görev yapmış ve aynı tarihlerde, 1972 yılında, Özal’a Vehbi Koç tarafından TÜSİAD genel sekreterliği önerilmişti. 1977 seçimlerinde, yine Şeyhi Mehmet Zahit Kotku’nun arzusu üzerine İslamcı MSP’den İzmir milletvekili adayı oldu. 1979’da ise MESS başkanı olarak emekçilere karşı sert önlemler alınmasının savunucusuydu. 1980’de başbakanlık müsteşarı olarak işçi ücretlerini düşüren, ekonomiyi yabancı sermayeye açan 24 Ocak Kararları’nın altına imzasını attı. Özal’ı savcılarca aranan Fethullah Gülen’i Köşk’te saklayan isim olarak da tanıyoruz. Darbe öncesinde Gülen’in vaazlarını takip ettiği ise bilinmektedir. Tarikatçı yüzü ile sermayedar yüzünü birbirinden ayırmak mümkün görünmüyor. Varlığı, 12 Eylül’ün özeti olmaktadır.

12 Eylül öncesinde Özal MESS başkanı olarak sanayi sermayesinin sözcüsüydü. 1979 yılında, Çukobirlik’in toplu sözleşme görüşmelerinde işçi ücretlerine zam yapması üzerine Çukobirlik’e çıkışarak, “bir marifet yapılmışçasına basına ve birinci sayfalara büyük manşetlerle intikal eden Çukobirlik’te yüzde 400 zam verildiği haberi, sosyal ve ekonomik hayatımız açısından bir fiyaskodur. Başıbozukluğun seviyesini gösterir”[2] diyordu. İşçi ücretlerindeki artışta sermayedar düzenine yönelik bir tehdit görüyordu. 1960 sonrası planlı dönemin iç pazarı genişletmeyi amaçlayan yüksek ücret politikasının sona erdirilmesini arzuluyordu. Yüksek ücret türünden “başıbozukluklar” var ise, bunun düşürülmesini savunmak da, o dönemde, başlarında Özalları eksik olmayan MESS türünden örgütlere düşüyordu.

İşadamlarının talepleri

70’lerin sonu herhalde mektuplar dönemiydi; TOBB Başkanı Mehmet Yazar da eksik kalmamıştı. Mektubunun alıcısı ise o sıradaki başbakan Ecevit’ti. Yazar, özel sektörün varlığına kastedenlere karşı Ecevit’ten devletin güç ve otoritesini ortaya koymasını istiyordu.[3] MESS ise çok daha açık sözlüydü. 1976 yılında kapatılan DGM’lerin yeniden kurulmasını savunuyordu; DGM’ler AKP’nin Özel Yetkili Mahkemeleri’nin o zamanki muadilidir. Türkiye’de DGM’ler 1973 yılında açılmış ve yaklaşık üç yıl boyunca faaliyette bulunmuştu. İşçi sınıfının sert tepkisi ve direnişi ile karşılaşan DGM’lerin, Anayasa Mahkemesi’nin 1975 yılında verdiği, DGM’lerin kuruluşunun Anayasa’ya aykırı olduğu yollu kararı sonucunda 1976 yılında kapatıldığı bilgisi siyasi tarihe ilişkin çalışmalarda sıkça yer alıyor. MESS, işte bu Anayasaya aykırı mahkemelerin tekrar açılmasının çığırtkanlığını üstleniyordu. Kendi tabiri ile, “anarşinin” artmış olmasından DGM’lerin kurulmasına karşı çıkanların sorumlu olduklarını ilan ediyordu. Kastedilen, muhtemeldir ki, DGM’leri “sınıf mahkemesi” ve “sıkıyönetimsiz sıkıyönetim” olarak nitelendiren ve DGM karşıtı kampanyalar düzenleyen dönemin Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’dur.

Milliyetçi Cephe hükümetinin DGM’leri tekrar açmayı gündemine alması sonrasında DİSK 16 Eylül 1976’da bir “Genel Yas” ilanıyla DGM’ye karşı direnişin işaretini veriyor ve işçiler grevler ile bu direnişi destekliyor, DGM’lere karşı mitingler düzenlemeye başlıyorlardı. Yükselen tepki sonucunda sermayedarlar ve dönemin hükümeti DGM’leri tekrar açma projesinden vazgeçmek zorunda kaldılar. Türkiye işçi sınıfının, yakın zamandaki MESS direnişleri sırasında tekrar afişlerine yazdığı “DGM’yi yendik, sıra MESS’te” sloganı işte bu yenginin ürünüdür.

MESS ise 12 Eylül öncesindeki bu kazanımları “başıbozukluk” sayıyordu. Burjuva düzenine yönelmiş bu türden tepkiler karşısında MESS, önlem olarak, hem kolluk kuvvetlerinin yetkilerinin genişletilmesini, hem de her türlü dernek ve meslek örgütünün siyasal faaliyetten men edilmesinin savunuculuğunu üstleniyordu. Dile getiren, kuşkusuz, 79’da MESS başkanlığında bulunan Özal’dı.[4] MESS’in bu arzuları, başbakan yardımcılığını Turgut Özal’ın üstlenmiş olduğu 12 Eylül Darbesi’nce, sendikalara ve derneklere konan yasaklarla, 24 Ocak Kararları sonrası getirilen köle ücreti rejimiyle, Sıkıyönetim Mahkemeleri ve en sonunda 16 Haziran 1983’te DGM’lerin tekrar kurulması[5] ile karşılanacaktı.

Örgütlü gericilik

Sokaklara kelepçe, önce sıkıyönetim ve ardından 12 Eylül ile vuruldu. Ama düzen açısından sokakların tank paletleriyle çiğnenmesi yeterli değildi; aklın da kelepçelenmesi gerekiyordu. İslamizasyon burada devreye girecekti. TOBB’un Haber Bülteni’nde 24 Ocak Kararları’nın ardından yazılanlar, akla pranga vurma gerekliliğinin aciliyetini göstermek için yeterlidir. TOBB Şubat 1980’de, “yurtta huzur ve güven sağlanamaz, işçi ve işveren ilişkileri düzeltilmez, iş barışı sağlanamazsa” diyerek başlıyor ve “ideolojik savaş anlayışı ile fabrikaların barınak haline” getirilmesi önlenmelidir uyarısında bulunuyordu.[6] Bu yapılmadığı takdirde, hiçbir iktisadi önlemin yarar sağlamayacağını ısrarla vurgulamayı da ihmal etmemişlerdi. TOBB için gündem, ideolojik savaşın engellenmesi ve fabrikalardan sosyalizmin kovulmasıydı.

TOBB 1960’larda Erbakan’ın ve 1970’lerde ise Adalet Partisi’nin etkilerini taşıyan bir sermayedar örgütü idi. Erbakan 1967 yılında TOBB’un Genel Sekreterliği’ne kadar yükselmiş ve bu görevini 1969 yılına dek sürdürmüştü. 1969’da ise genel sekreterlik görevini tartışmalı bir biçimde AP yanlısı kliğe bırakıyordu; bundan sonra TOBB’da AP devri başlayacaktı. Bu döneme ilişkin çalışmalarda, 72-79 yılları arasında TOBB başkanlığı yapan Sezai Dıblan’ın Süleyman Demirel’in adayı olduğu bilgisi yer alıyor.[7] Her ne kadar Erbakan’ın TOBB başkanlığı macerası kısa sürmüş olsa da, Erbakan TOBB’da etkin olduğu bu dönemde, İslamcı sermayedarları önce TOBB ve ardından Milli Nizam Partisi etrafında toplayabilmişti. 1970 Ocak ayında, KOBİ’lerin desteğini arkasına alarak kurduğu MNP’de de TOBB’daki çizgisini devam ettiriyordu. MNP orta ölçekteki İslamcı sermayedarların çıkarlarını savunan bir parti olarak kurulmuştu.[8] Bu siyasi çizginin ilk seçim beyannamesi de Necip Fazıl tarafından kaleme alınmıştı; “Mukaddesatçı Türk’e Beyanname” başlığını taşıyordu.[9]

1971 yılında büyük sermayenin ve holdinglerin TÜSİAD’ı kurmasının ardından,[10] TOBB da, MNP gibi, orta ölçekli sermayenin örgütü haline geliyordu. Bu yapısıyla hem Erbakan’ın MNP-MSP’sine destek veren İslamcı sermayenin, hem de AP-MHP eğilimli muhafazakâr/milliyetçi sermayenin temsil edildiği bir birlik görünümündeydi.[11] 1980 Şubatı’nda fabrikalardaki ideolojik savaşın acilen yok edilmesi çağrısını yapan, sosyalizme savaş açılmasını isteyen, böylesi bir yapıya sahip TOBB’du. Gericilik ve tarikat yatağı saymak mümkündür.

Tarikatçılar TÜSİAD’da

TOBB’dan kopan sermayedarlarca kurulan TÜSİAD ise holdingler alemiydi; bununla birlikte, siyasal hat açısından TOBB’dan farklı bir çizgi izlemiyordu. 1971’de kurulur kurulmaz, dernek olarak ilk adımlarını İslamizasyon kurallarına uygun bir biçimde atmıştı. Genel sekreterleri bir İslamcıydı. Üç aylığına görev yapan ve daha sonra MSP’den Erzurum milletvekili seçilen bu isim, Nakşibendi Korkut Özal’dı.[12] Özallar’dan Korkut bir TÜSİAD neferi olmak üzere bu görevi kabul ederken şeyhi Mehmet Zahit Kotku’nun onayını almış mıydı, bilemiyoruz. Ama aynı Korkut Özal’ın bir süre sonra, sağcı MC hükümetlerinde MSP adına Tarım ve İçişleri Bakanlıkları yapacağını biliyoruz. Korkut Özal’ın genel sekreterlikten ayrılmasının ardından Vehbi Koç genel sekreter adayı olarak bir başka tarikat ehlini daha buluyordu. Bu seferki isim Turgut Özal’dı. Vehbi Koç 1972 Ağustosu’nda yazdığı bir mektup ile TÜSİAD sekreterliğini Turgut Özal’a teklif ediyordu. Henüz Amerika’da bulunan ve Dünya Bankası’nda çalışan Özal, Vehbi Koç’un bu teklifini Dünya Bankası’ndaki işi nedeniyle kabul edememişti. Turgut Özal’ın TÜSİAD tarihi 1974 yılında başlayacaktı. Bu tarihte TÜSİAD’a üye oldu. Onu 1975 yılında eski genel sekreter Korkut Özal’ın TÜSİAD’a üyeliği takip etti.

Ama Korkut ve Turgut Özallar sadece TÜSİAD’da değil, İslamcı İlim Yayma Cemiyeti’nde de birlikte oldular. Özallar’ın İlim Yayma Cemiyeti’nde beraber oldukları isimlerden bir diğeri ise Nevzat Yalçıntaş’tı; Yalçıntaş da onları TÜSİAD’da yalnız bırakmayacaktı. TÜSİAD’ın ekonomik danışma kurulunda Nevzat Yalçıntaş’ın da yeri vardı. Yobazlığın TÜSİAD nezdinde revaçta olduğu yıllardır.[13] Aynı Yalçıntaş’ı, 12 Eylül ideolojisini, Türk-İslam sentezini formüle eden Aydınlar Ocağı’nın başkanı olarak da biliyoruz.

Altında Turgut Özal’ın imzası bulunan ve TÜSİAD’ın desteğini alan 24 Ocak Kararları’nın da ana hatlarıyla, Aydınlar Ocağı içerisinde formüle edildiği çeşitli kaynaklarda yazılıdır. 1979 yılı Nisan’ında Ankara Dedeman Oteli’nde, “Türkiye’nin Sosyo-Kültürel Meseleleri” başlıklı bir toplantıda, daha sonra 24 Ocak Kararları adını alacak ekonomik programın ilkeleri, çoğu Aydınlar Ocağı üyesi isimlerle tartışılıyordu.[14] Soner Yalçın ile Mehmet Ali Birand’ın The Özal kitabında, Özal’ın bu toplantıda, “Kalkınmada Yeni Görüşün Esasları” başlıklı bir panel düzenlediği ve böylelikle 24 Ocak Kararları’nın genel çerçevede Ocak üyeleriyle tartışıldığı ve ortaya konulduğu bilgisi de yer alıyor.[15] Etienne Copeaux ise Aydınlar Ocağı’nın, Özal’ın da dahil olduğu İslamcı İlim Yayma Cemiyeti ile yakın ilişki içerisinde olduğu yazmaktadır.[16] İslamizasyon çizgisinde Aydınlar Ocağı, İlim Yayma Cemiyeti, TÜSİAD, TOBB ve 24 Ocak Kararları buluşmuş oluyorlar. Böylelikle tarihsel planda 12 Eylül’ün hemen öncesine ulaşmış haldeyiz.

Türk-İslam Sentezi

Aydınlar Ocağı 14 Mayıs 1970 yılında, 15-16 Haziran İşçi eylemlerinden kısa süre önce İbrahim Kafesoğlu’nun başkanlığında kurulur. Kafesoğlu, Türk-İslam Sentezi formülasyonuna sahip yazılarıyla tanınan bir isimdi; Ülkü Ocakları çıkışlıydı. Aydınlar Ocağı da köken itibariyle Ülkü Ocakları’na dayanıyordu. Ocak, “Türklük ve Müslümanlık birbirinden ayrı düşünülemez” anlayışı doğrultusunda bir politik hattı savunuyordu.[17] Türk-İslam Sentezini netlikle formüle ettiği ve bu açıdan, 12 Eylül’ün Türk-İslam Sentezi programını hazırladığı da sıklıkla dile getirilmektedir. Etienne Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine başlıklı çalışmasında Aydınlar Ocağı’nın “Eylül 1980’deki askeri darbeden zarar” görmediğini hatta “dinin toplumdaki yerini resmileştiren yeni iktidar tarafından”[18] ocağın çalışmalarının onaylandığını yazıyordu. Copeaux çalışmasında, Aydınlar Ocağı’nın 60’lar ve 70’ler boyunca yükselen sol ve sosyalist düşünceye Türk gericiliğinin gösterdiği bir tepki olduğunu da kayda geçirmektedir. Ocağın formüle ettiği Türk-İslam Sentezi’nin “Türk tarihini Türkler ile İslâm’ın buluşması ekseni üzerine” oturttuğu da bir diğer tespitidir; önemli saptamalar olduğunu söyleyebiliriz.[19] 12 Eylül ile takdis edilen işte bu Türk-İslam anlayışı oluyordu; servis eden Aydınlar Ocağı’dır.

Ocak, üyeleri arasında Turgut Özal ve Nevzat Yalçıntaş’ın da yer aldığı İslamcı İlim Yayma Cemiyeti’yle bağlara sahipti. Bununla birlikte, İlim Yayma Cemiyeti ile Aydınlar Ocağı arasında Özal ve Yalçıntaş dışında da bağlantılar bulabiliyoruz. İlim Yayma’nın yöneticilerinden Salih Tuğ da, Yalçıntaş gibi, Aydınlar Ocağı’nın başkanlığını yapmış isimlerdendi; 1980-1982 yılları arasında başka deyişle orgenerallerin doğrudan hüküm sürdüğü dönemde ocak başkanlığına getiriliyordu. Nevzat Yalçıntaş daha sonraki yıllarda TRT Genel Müdürlüğüne ve İslam Kalkınma Bankası Müşavirliği’ne getirilirken, Salih Tuğ da 1982-1994 tarihleri arasında, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kurucu Dekanlığı’na atanıyordu.[20] Yalçıntaş’tan İslam Kalkınma Bankası Müşavirliği görevini devralan isim ise yine bir İlim Yayma Cemiyeti üyesi olacaktı: eski TÜSİAD genel sekreteri Korkut Özal. Nezat Yalçıntaş ve Salih Tuğ ikilisinin yakın dönemde, 2013 yılında, Doğan Holding’in Doğan Yayın İlkeleri Kurulu’nda da beraber oldukları bilgisine sahibiz. Öyleyse, TÜSİAD’dan Aydınlar Ocağı’na ve İlim Yayma Cemiyeti’ne dek 12 Eylül Darbesi’nin tüm ekonomik ve siyasi aktörleri artık aynı fotoğraf karesindedir, diyebiliriz. Hepsi iç içedir ve 12 Eylül Darbesi’nin failleridir. Çocukları ise AKP olacaktır.

Ekonomik program hazırlanıyor

Fabrikaların sosyalizmden ve ideolojik savaştan arındırılması 12 Eylül öncesinde sermayedarlar açısından acil bir görevdi. Acil görevler ise hız gerektiriyorlar. Bununla birlikte Türk-İslam Sentezi projesinin sonuçlarını hızla vermesi olası değildi; bir çözüm bulunması gerekti. Orgeneraller ve 12 Eylül Darbesi, bu çözüm oldular. Yükselen solu hızla bastırdılar. Yalçın Küçük Türkiye Üzerine Tezler çalışmasında hem 12 Mart’ın, hem de 12 Eylül’ün son derece hızlı geldiğini ileri sürüyor. Solun silahlanma eğiliminin filiz vermesinin hemen ardından Silahlı Kuvvetler’in yönetime el koyduğunu yazmaktadır.[21] Çalışmasında iki darbenin de ivedi biçimde icra edildiğine işaret ediyordu. Ama bu çabuk hareket etme zorunluluğundan etkilenenler sadece generaller değildir; Türk sermayesinin bürokrat temsilcileri de benzer türde bir hız sorununu yaşıyorlar.

27 Aralık 1979 tarihinde TSK komuta kademesinin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e Uyarı Mektubu’nu vermesinin ardından, bürokratlarda da generallerdekine benzer bir acele hissediliyordu. Ordunun yönetime el koyacağının açıkça belli olması, bir program gerekliliğini doğurmuştu. Nasıl düzen açısından solu bastırmak için “darbe” acil bir görev ise, bu darbenin izleyeceği ekonomik ve siyasi program da acil bir ihtiyaçtı. 8 Ocak 1980 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı’nda düzenlenen brifing bu ihtiyaca yanıt niteliğindeydi. Özal, ordu üst kademesine ekonomik durumu anlatıyordu. Bürokratlar cephesinden katılanlar Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Hasan Celal Güzel, Koordinasyon Dairesi Başkanı Mahir Barutçu, Hazine Genel Sekreteri Kaya Erdem ve Hüsnü Doğan’dı. Asker cephesinden ise brifinge kuvvet komutanları ve sayıları 30’u bulan general ve amiral iştirak ediyordu.[22] Özal konuşmasında yüksek ücret artışlarının enflasyonu körüklediğinden söz ediyor ve toplu sözleşmelerle alınan ücret artışlarının çok aşırı boyutlara vardığını anlatıyor, liberal ekonomiyi, IMF’i övüyor ve nihayet ‘disiplinli bir demokrasiye’ ihtiyaç duyulduğunu dile getiriyordu.[23]

8 Ocak brifingini 24 Ocak kararları takip etmişti. Kapıyı yabancı sermayeye açan, kamunun ekonomideki ağırlığını azaltmayı öngören, ihracat ağırlıklı ve düşük ücrete dayalı bir ekonomik modeli hayata geçiren 24 Ocak kararları, Türkiye’nin ekonomik planda bir ray değişikliğine gitmesi sonucunu doğruyordu. Kararlar yüzde 33’lük bir devalüasyon ile ilan edilmişti.

TİSK, TOBB ve TÜSİAD, beklenebileceği üzere, kararların alınmasındaki cesaret dolayısıyla hemen övgülerini sunmuşlardı. Bunu 28 Ocak’ta ABD ile Türkiye arasında imzalanan 98 milyon dolarlık bir kredi anlaşması izledi. 30 Ocak’ta ise Genelkurmay’da ikinci bir brifing düzenleniyordu. Konuşmacı yine Turgut Özal’dı ve karşısında yine TSK komuta kademesi ve üst düzey generaller yer alıyorlardı. Özal “grev alanları ve grev mevzuatı mutlaka gözden geçirilmelidir. Grevler ve anarşi, yatırımları birlikte önlemektedir” girizgâhının ardından toplumdaki disiplinsizliği tartışmaya açıyordu; bunu, askeri çağırıyordu, biçiminde de ifade edebiliriz. Özal, “demokrasi bir başıbozukluk değil, disiplin rejimidir”[24] diyordu. MESS başkanı olduğu sırada söylediklerinin aynısıdır. Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülend Ulusu ise bu ikinci brifingde, tarikat ehli Özal’dan el alarak, “Türkiye’yi bu toplu sözleşme düzeni batırmadığı takdirde hiçbir şey batıramaz”[25] uyarısını yapıyordu. “Bunu iyi bilelim” yollu da eklemişti. Aydınlar Ocağı’nda makyajını tazelemiş Özal ile yüksek komutanların brifingler yoluyla flört ettikleri 12 Eylül öncesi günlerdir.

Özal ve bürokratlar 24 Ocak Kararları ile yüksek komutanlara izleyecekleri ekonomik programı vermişlerdi. Darbenin hemen sonrasında, 16 Eylül 1980’de de, komutanlar basına mevcut programa sadık kalacaklarını ilan ediyorlardı. İlk icraatları 80 Ağustosu’nda emekli olan Bülend Ulusu’yu Başbakanlığa atamaktı;[26] Ulusu’nun yardımcılığına da 24 Ocak Kararları’nın hazırlayıcısı Turgut Özal getiriliyordu. 24 Ocak Kararları’nın hazırlayıcılarından bir diğeri olan Kaya Erdem’e de Maliye Bakanlığı’nı uygun görmüşlerdi. Dikkat çekici bir uyumdur. Soner Yalçın ve Mehmet Ali Birand’ın The Özal kitabına verdiği mülakatta, Devlet Planlama Teşkilatı günlerinden beri Özal’ın ekibi içerisinde yer alan Hasan Celal Güzel bu hali şöyle ifade ediyordu: “24 Ocak Kararları 12 Eylül’den sonra da devam etmiştir; ama bu defa kanunlarla devam etmiştir.”[27] Özal’ın hazırladığı program generallerin de ekonomik programı oluyordu; öyle ki, programın uygulayıcısı ismi dahi değiştirme gereği duymamışlardı. Sadece 24 Ocak programına eksik olan apoletlerini takmışlardı.

İslamizasyon silahı

Kelepçe ve disiplini birbirinden ayırmak mümkün mü; bir kâğıdın iki yüzü kabul edebiliriz. 12 Eylül’de kelepçe sokakları ve eylemcileri hedef alıyordu. Disiplin ise aklı teslim almaya yönelikti; İslamizasyon biçiminde formüle ediliyordu; akla giydirilen dar bir gömlektir. Formüle eden Aydınlar Ocağı ve uygulayan 12 Eylül generalleriydi. 24 Ocak Kararları nasıl 12 Eylül’ün ekonomik programıysa, İslamizasyon/Türk-İslam Sentezi de onun siyasal programı oluyordu.

Çoğunlukla Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanı Tümgeneral Mahmut Boğuşlu adına yazılıyor. Herhalde dile getirme görevi ona düşmüştü. 1985 yılında Harp Tarihi dergisinde dile getirmişti. Disiplini en ucuza mal eden düzenin İslamiyet olduğunu ileri sürüyordu. Başka deyişle, Özal’ın Genelkurmay Brifingleri esnasında dile getirdiği “disiplin rejimi” tartışmasını kaldığı yerden devam ettiriyordu. Yazısında eğitim kurumları ve asker ocakları, başka deyişle, kışlaların bu disiplini en ucuza mal eden kurumlar olduklarını yazıyordu. Herhalde bundandır, 12 Eylül sonrasında TSK içerisindeki eğitim kurumlarında da din dersleri zorunlu hale getiriliyordu. 12 Eylül ile kışlaların camiye dönüştürülmesi projesinin bir ifadesi saymakta sakınca görmüyoruz.

Ama 12 Eylül sadece kışlaları camiye dönüştürmek ile yetinmemişti. Boğuşlu dergide tüm bir toplumun da din adamı haline getirilmesi gerekliliğinden söz ediyordu. Bunun ilk adımı olarak da din adamı tipinin değiştirilmesini öneriyordu. Bundan kastı, herkesin din adamı olmasıydı. “Her türlü meslekten, hakimden, savcıdan, avukattan, lise öğretmeninden, doktordan, gemi kaptanından yeni din adamları yetiştirilmelidir” diyordu.[28] Elbette imam-hatip okullarını da ihmal etmemişti; “imam-hatip okulları reorganize edilmeli, bu okullara endüstriyel, ticari, turistik vesaire hüviyetler kazandırılmalıdır” yazıyordu.[29] Yeni bir “toplum”, başka deyişle “din adamlarından oluşan bir toplum” öneriyordu. Önerinin İslamizasyona açıldığı kuşkusuzdur ve 12 Eylül’ün marifetidir. Boğuşlu yazdıklarında “din adamı subay” tipini yazma gereği duymamıştı ama TSK’daki eğitim kurumlarına getirilen zorunlu din dersi uygulaması göz önüne alındığında, “din adamı subayı” da daha önceki din adamı tiplerine ekleyebiliyoruz. “İmam Hilmi” lakaplı Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök herhalde buraya oturmaktadır. Kışla-cami projesinin ürünü sayıyoruz.

Türkiye’de İslamizasyon talebi muhafazakâr sosyologların ileri sürdüklerinin tersine, halk içerisinden değil, toplumun doruklarından, en zenginlerden ve bürokrasinin en üst tabakalarından gelmişti. Bir sermayedar ve ordu programı idi. Rand Corporation’dan A. Rabasa ve F. S. Larrabee bu hali, orgeneraller eliyle getirilen bu İslamizm programını, “tepeden inme İslamizasyon” biçiminde formüle ediyorlar.[30] İslamizasyon programının ordu eli mahsülü olduğunu ileri sürüyorlardı. Böylelikle din “toplumda zaaf noktasından kuvvet noktasına”[31] çıkıyordu. Toplumu dincileştirmek 12 Eylül komutanlarının sola karşı bulduğu çözümdü. Rabasa ve Larrabee, “komünizm ve sol ideolojilerle mücadele etmek için ordunun İslam’ın rolünü güçlendirmeye çalıştığını” da yazıyorlar.[32] Tespitlerine Türk-İslam Sentezi’nin üç dayanağı ile; aile, cami ve kışla ile radikal sol ideolojilerin cazibesini kırmak üzere tasarlandığını da eklemişlerdi.[33] Bu tespitler, CIA ajanı Graham Fuller’in “komünizme karşı İslam’ı destekledik” ifşaatıyla da uyumludur. Aynı olguya işaret ettiklerini görebiliyoruz.

Aydınlar Ocağı’nın tüzüğünde de benzer türde bir ifşaat yer alıyor. Tüzükte, ocağın “milli bünyemizi sarsan fikir buhran ve mefhumlar anarşisi ile mücadele etmek” için kurulduğu yazılıdır.[34] Ocağın bir dönem başkanlığını da yapan kuruculardan Süleyman Yalçın bu “mefhum” ve “buhran” kelimeleri ile kastedilenin ne olduğunu Yeni Gündem dergisinde çok daha açıkça ifade ediyordu: “1968 yılında Fransa’da başlayan öğrenci hareketleri Türkiye’ye intikal etti. O sırada hepimiz doçent, profesör olmuştuk. Üniversitede solcu arkadaşlar fikirlerini değişik şekillerde mütemadiyen gösteriyorlar ve gençleri destekliyorlardı… Biz de, bu vatana, bu devlete inanıyoruz. Bunun manevi değerlerini müdafaa etmeliyiz diye düşündük. Birkaç toplantı sonunda Aydınlar Ocağı teşekkül etti.”[35] Böylelikle Aydınlar Ocağı sola karşı bir proje olarak kuruluyordu; kutsanması ise 12 Eylül günlerine denk gelecekti.

Türk-İslam Sentezi programı sola yönelik bir önlemdi. Türk sermayedarları ve orgeneralleri, toplumu gericileştirmeden TOBB’un şikâyetçi olduğu ideolojik savaştan kurtulamayacaklarına karar vermişlerdi. Bu açıdan İslamizasyon, ebedi, öte dünyadaki huzuru fabrika huzuruna tahvil etme projesinin bir uygulaması oluyordu. Bu, sol etkilere açık halkın ve emekçilerin dincileştirilmesi anlamına geliyordu. Ekonomik çerçevede 24 Ocak Kararları ile köle ücreti uygulamaya konulurken, İslamizasyon programı ile emekçilere tevekkül ve öte dünya vaat ediliyordu.

İslami hareketin yükselişi

12 Eylül İslamcı hareketin tarihi açısından da bir milattı. İki dönem arasındaki farkı şu şekilde tasvir etmek mümkündür. 1980 öncesinde İslamcı akım iktidara yönelebilecek bir güce erişmemiş bulunuyordu. Taha Parla’nın Türkiye’nin Siyasal Rejimi kitabında benzer bir tespiti bulabiliyoruz. Parla çalışmasında, 12 Eylül öncesinde dinin sosyolojik bir olgu olarak yükseliş grafiği çizmediğini ileri sürmektedir. MSP’nin en fazla yüzde 9 düzeyinde bir oy tabanı olduğunu yazıyordu; Cumhuriyet’in ilanından itibaren geçen süre içerisinde dinin zayıflamış olduğu da bir diğer düşüncesiydi.[36]

Dilek Yankaya’nın Yeni İslami Burjuvazi başlıklı çalışmasında ise 1980 yılına ilişkin Parla’nın tespitlerini doğrulayan rakamsal bir karşılaştırma yer alıyor. Yankaya, 1980 yılında İslami gazete ve dergilerin genele oranının sadece yüzde 7 düzeyinde olduğu bilgisini vermektedir. 1996 yılında bu oranın yüzde 47’ye çıktığını da tespitlerine ekliyordu. 1996 yılındaki bu rakama, televizyon ve radyo yayınlarının da dahil edilmesi halinde, kat edilen mesafenin ne kadar büyük olduğu açıktır.[37] Parla ve Yankaya’nın çalışmalarından, İslamcı hareketin toplumsal tabanının ve halk nezdindeki etkinliğinin, 1980 yılına gelinirken hatırı sayılır ölçüde artmadığını çıkarabiliyoruz. İslam’ın yükselişi 12 Eylül sonrasında gerçekleşiyordu. Taha Parla’ya ait “dinin toplumda zaaf noktasından kuvvet noktasına geçtiği” tespiti bu çerçevede anlamlı olmaktadır.

Küçükömer ve ardıllarının ileri sürdüklerinin tersine, Türkiye’de dinin yükselişi, dini hareketlerin kendi imkânları ile gerçekleşmiyor. Dini yükselten, ideolojik savaştan ürken Türkiye oligarşisinin, sermayedarlarının sol direnişi kırma arayışı oluyor. Bu arayış şiddetlendikçe dine olan arzuları da artıyordu. İhtiyaç din olduğunda, keşfin de 12 Eylül Darbesi olması tesadüf değildir. Tam da bu nedenle, dini büyüten ve onu toplumun damarlarına zerk eden, sermayedarların ve generallerin 12 Eylül’ü; orgeneraller eliyle uygulanan Türk-İslam programıydı. Alttan değil, üstten, toplumun ve devletin doruklarından aşağıya doğru yayılmıştı. Sosyolog diliyle, tepeden inmeciydi; öyleyse, sosyolojinin sevdiği bir tabir ile, “toplum mühendisliği” çerçevesindeki bir “dinsellikten” söz ediyoruz, diyebiliriz.

Eğitimdeki dönüşüm

İslamizasyon programının “olmazsa olmazı”, eğitimin dinselleştirilmesidir. Harp Tarihi dergisinde Tümgeneral Mahmut Boğuşlu’nun yazdığı, eğitim kurumlarının disiplini ucuza mal edebildikleri düşüncesini bu çerçevede düşünebiliriz. Eğitimin İslamileştirilmesi ve Özal/Boğuşlu ikilisinin üslubuyla, “disipline edilmesi” gerekiyordu. Bulunan çözüm, ilk ve ortaokullara zorunlu din derslerinin konulması oldu. Üstelik bu dersler anayasa hükmüyle koruma altına da alınıyorlardı. 1982 Anayasası’nın 24. maddesi ile din dersleri ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulması zorunlu dersler arasında sayılıyordu. Cüneyt Arcayürek’in MGK’deki görüşme tutanaklarına dayanarak verdiği bilgiye göre, MGK’de zorunlu din derslerinin anayasaya girmesi için özellikle ısrar eden isim bizzat Genelkurmay Başkanı ve Devlet Başkanı Kenan Evren’di.[38]

12 Eylül ile birlikte tarih de geri alınıyordu. Öyle ki, 1980’den on yıl kadar önce, 1971 yılında, zorunlu din dersleri konusunda Anayasa Mahkemesi’nin verdiği tam tersi yöndeki karar da artık yok hükmünde sayılıyordu. Mahkemenin 1971/1 esas sayılı ve 1971/1 karar sayılı Milli Nizam Partisi’nin kapatılmasına ilişkin kararında, “din derslerinin mecburi olmasını istemenin” anayasaya açıkça aykırı olduğu kayda geçirilmişti.[39] Mahkeme bunu kayıt altına alırken, 1961 Anayasası’nın 19. maddesine, bu maddedeki “din eğitim ve öğreniminin ancak kişilerin kendi isteğine ve küçüklerin de kanunî temsilcilerinin isteklerine bağlı olduğu… bu yasak dışına çıkan veya başkasını bu yolda kışkırtan siyasî partilerin Anayasa Mahkemesince temelli kapatılacağı” hükmüne atıfta bulunuyordu.[40]

Anayasa Mahkemesi MNP kararında, Necmettin Erbakan’ca dile getirilen dini eğitim talebinin laiklik ilkesini ihlal ettiğine hükmetmişti. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in tazyiki ile 1982 Anayasası’na konulan ise tam olarak bu oluyordu. Erbakan’ın 1970’lerin başında küçük bir partinin lideri olarak dile getirdiklerini, 12 Eylül’ün generalleri bir anayasa hükmü haline getiriyorlardı. 1971 yılında şeriat savunusu ve laiklik ilkesinin ihlali sayılan bu talep, 1982 yılında anayasal düzenin bir öğesi kabul ediliyordu. Başka deyişle, Memduh Tağmaç’ın 1961 Anayasası’na ilişkin ifadelerini ters çevirirsek, 12 Eylül’ün generallerine 1961 Anayasası çok dar geliyordu; bu haliyle, eğitimdeki İslamizasyon programının önünde bir engel teşkil ediyordu. Kaldırıldığında, İslamizasyonun da yolu açılmış olacaktı.

Laikliğin en önemli kıstaslarından biri eğitim sisteminin laisize edilmesi ise, ona yönelik taarruzun en temel göstergelerinden biri de bu alandaki dönüşümdür. 12 Eylül eğitim alanını din ile kuşatılırken, Milli Eğitim Bakanlığı’nı da İslamcı kadrolara timar olarak dağıtmıştı. Darbe hükümetinde Milli Eğitim Bakanlığı’na Hasan Sağlam atanmış bulunuyordu. Sağlam tuğgeneral rütbesiyle 12 Eylül’ün hemen öncesinde Milli Güvenlik Konseyi’nin Genel Sekreter Yardımcılığı’nı yapıyordu. Aynı Sağlam altı yıl sonrasında, 1986 yılında, siyasal İslamcı İlim Yayma Cemiyeti’nin başkanlığına yükselecek ve uzun yıllar o konumda kalacaktı. İslamcılar nezdinde bir tür terfi saymak mümkündür.

Uğur Mumcu’nun tespitlerine göre, MEB’deki İslamcı kadronun kilit taşlarından bir diğeri ise, Ömer Vehbi Hatipoğlu idi. Hatipoğlu’nun payına da 78-84 arasında MEB Müşavirliği ve 85’te Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Yayın ve Kültür Dairesi Başkanlığı düşüyordu. Daha sonraki yıllarda, Refah Partisi’nde de yer almıştı. Uğur Mumcu Rabıta çalışmasında, Hatipoğlu’nun MEB Yayınlar Genel Müdürlüğü’ne atandığı yılda Tevhid Mücadelesi başlıklı bir kitap yazdığı bilgisini de vermektedir.[41] Atanmasını kolaylaştırdığını düşünebiliriz. İsimleri ve bağlantıları çoğaltmak kuşkusuz mümkündür; bununla birlikte, genel manzarayı çizmek açısından bu iki isim yeterlidir.

Eğitim alanındaki İslamcı kadrolaşmasının doğal sonucu, Milli Eğitim Bakanlığı’nın Tebliğler Dergisi aracılığıyla doğrudan doğruya İslamcı yayınları öğrencilere salık vermesi oluyordu. Önerilen yayınlardan bazıları şunlardır: Namazı Öğreniyorum, İnanç Vahşeti Yendi, İslam Aylık Mecmua, Kur’an-ı Kerim’de Fen Bilimleri, Dini Bilgiler Rehberi vb. Uğur Mumcu Rabıta başlıklı çalışmasında, bu İslamcı yayınlar için ihtiyaç duyulan malzemenin ise Suudi finans kurumlarınca sağlandığını yazıyordu. Al-Baraka’nın 1984-1985 yıllarında İslamcı Türkiye gazetesine 833 ton kağıt sağladığını, Faisal Finans Kurumu’nun ise SEKA’dan 53 milyon değerinde 268 ton kağıt aldığını ileri sürüyordu.[42] Al-Baraka’nın darbe sonrasında Türkiye şubesini açmak için bulduğu etkin kişi ise Özallar’dan Korkut oluyordu.[43] Din adamı öğrenciler, din adamı öğretmenler zamanıydı; böylelikle dini yayınlar monarşist ve şeriatçı Suudi sermayesi için bir yatırım alanı haline geliyordu.[44]

Milli Eğitim gayrı resmi yollardan Diyanet İşleri’ne dönüştürüldüğünde, Diyanet’in de eğitim işlerine müdahil olması kaçınılmazdı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nca 1981 tarihinde yayımlanan bir kitabın Atatürk ve Din Eğitimi adını taşıması bu açıdan şaşırtıcı değildir. Kitapta, din derslerinin “milli kültürün yeni nesillere aktarılması açısından büyük önem” taşıdığı söyleniyordu. Dinin milli birliği kuvvetlendirici ve birleştirici bir etkiye sahip olduğu da ilan edilmişti.[45] Turgut Özal’ın 1983 yılında başbakanlık görevine gelir gelmez, Kenan Evren’e, Diyanet İşleri Başkanı’nın devlet protokol sıralamasındaki yerini öne almayı teklif etmesi bu nedenle sebepsiz değildir.[46] Hepsi 1980 sonrasının İslam kurgusuna uygundur.

Diyanet İşlerince 1981’de yayımlanan Atatürk ve Din Eğitimi kitabının devam bölümlerini yazansa, 1983 yılında hazırladığı bir rapor ile Devlet Planlama Teşkilatı oldu. Raporda, Turgut Özal’ın deyişi ile, 1970’lerdeki “başıbozukluğun” nedenleri arasında sosyalist ideolojilere sahip gençlerin kültürel ve manevi değerleri dışlayarak yozlaşmaları gösteriliyordu. Bu “yabancı ideolojilerin” gençleri Sünni inancından kopardığı yazılıyordu.[47] Öyle bir dönemdi, devletin tüm kurumları laikliği ve laik eğitimi yıkacak bir İslam programı üzerine düşünüyorlardı. Planlamadan sorumlu DPT de eksik kalmamıştı.

1402’likler

Ama tüm bunların yapılabilmesi için, öncelikle mevcut öğretim üyesi ve öğretmen kadrosunun tasfiye edilmesi gerekmiyor muydu? 1402’likler ile yapılan işte bu oldu. “1402’likler” ifadesi, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’yla görevlerinden uzaklaştırılanlar için bulunmuş bir kısaltmadır. Bu kanuna dayanılarak, 1983 yılında sıkıyönetim komutanlarının emriyle öğretmenler ve profesörler kamu görevlerinden uzaklaştırıldılar. Öğretim üyelerine bir “sarı zarf” gönderiliyor ve böylelikle öğretim üyelerinin kamudaki görevleri sona ermiş oluyordu. Sıkıyönetim komutanlarına[48] tanınan bu yetkiye itiraz edilmesini engelleyebilmek için söz konusu işlemlerle ilgili iptal davası açma yolu da kapatılmıştı. “Sakıncalı görülen” ya da “hizmetleri yararlı bulunmadığı” söylenen personel bu yolla kurumundan atılıyordu.[49] Yerlerini din adamı öğretim görevlilerinin, din adamı öğretmenlerin aldıklarını görebiliyoruz. Mahmut Boğuşlu’nun yazdıklarının bir uygulamasıdır.

Kışlardan cami ve öğretim kurumlarından medrese yarattılar; içlerini ise imam-öğretmenlerle doldurdular. Yetmedi, bir de meslek adamlarını din-adamı yaptılar. Hepsi ama hepsi eylülist dönemdedir. Hiç şüphe yok ki, “camiler kışlamız” diyen Erdoğanlar için bir hazırlıktı. AKP 2002’de iktidara getirildiğinde, eylülist düzenin düzlediği bu hazır toprağa yerleşiyordu. Kışla-cami’den cami-kışla’ya mesafe, bu açıdan, oldukça kısaydı. Birini diğerinin zorunlu sonucu sayabiliyoruz. Başka deyişle yüksek komutanlar din ektiler ve gericilik biçtiler. Hasadın AKP olması eşyanın tabiatı gereğidir.

Ordu kucağında doğum: AKP’nin ana rahmine düşüşü

Erbakan’dan çok, 28 Şubat’ın izlerini taşıdı. Kuruluşunu yüksek komutanlar eliyle doğum sayabiliyoruz; doğan çocuğun adını ise AKP olarak biliyoruz. Ana rahmine 28 Şubat sürecinde, 1996-1997 yıllarında düştü; parti haline gelişi ise 2001 yılında oldu. Yaklaşık beş yılı kapsayan bir zaman dilimidir ve uzun bir doğumdur. Her doğum türünden sancı ve şiddet içermektedir. 28 Şubat Kararları’nda ya da Refah’ın kapatılması kararında bunu görebiliyoruz. Bu süreç Türkiye’de İslam’ı İsrail’e açarken, onu giderek Arap ülkelerinden uzaklaştırıyordu. İslamcılar arasında güç kazanan bu İsrailci çizginin 2002’de AKP’ye iktidarı teslim eden yüksek komutanlara güven verdiğini düşünebiliriz.

İsrail ile ilişkiler

Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkiler 90’lı yıllarda başlamadı; bununla birlikte, iki ülke arasındaki ilişkinin yoğunlaşması bu dönemdedir. Ofra Bengio’nun The Turkish-Israeli Relationship başlıklı çalışmasında bu konuya dair yeterli bilgi yer alıyor. Bengio, İsrail ve Türkiye ilişkisinin tam bir işbirliğine dönüşmesinin 1993 yılında gerçekleştiğini yazıyor.[50] Ama ardından eklemektedir; bu işbirliğinin kamu tarafından bilinir hale gelmesinin 1996 yılında gerçekleştiğinin altını çizer. Bengio 1990’lara kadar Türkiye’nin İsrail ile biri gizli ve diğer açık olmak üzere iki hatlı bir ilişki kurduğu düşüncesindedir; çalışmasında bu iki hattın ancak 1996’da birleştiklerini ileri sürüyor.[51] Bengio’nun periyodizasyonunda 1993 ve 1996 tarihleri temsil edici oluyorlar. Bu üç yıllık dönem Erbakan’ın yükseliş yıllarına denk düşüyor; başbakanlığı da bu sıradadır. DYP ile Refah Partisi koalisyonu olan Refah-Yol hükümeti de 1996 yılında kurulmuş olup bu dönemdedir. Bu yolun sonunda bekleyen ise 28 Şubat oluyor.

İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkinin gelişmeye başlamasıyla iki ülke arasındaki ticaret hacmi 1992-1996 arasında dört katına çıkıyordu; askeri harcamalar ise bu rakama dahil değildi. İki ülke arasındaki üst düzey ziyaretler de artıyor ve karşılıklı işbirliği anlaşmaları imzalanıyordu. İşte bu dönemde, 1993 yılında, Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’i İsrail’de görüyoruz. Onu 1994’te, ilk kez bir başbakanın, Tansu Çiller’in İsrail’i ziyareti izledi. 1996’da ise ilk kez bir Cumhurbaşkanı, Süleyman Demirel İsrail’e uçuyordu.

İsrail ve Türkiye arasındaki anlaşmalar da 1990’ların ikinci yarısından itibaren artış gösteriyordu. 1996 Şubatı’nda Çevik Bir ile İsrail Savunma Bakanı arasında “Askeri ve Eğitim İşbirliği Anlaşması” imzalandı. Daha sonra “Serbest Ticaret Anlaşması”; “Ekonomik, Teknik, Bilimsel İşbirliği” anlaşmaları gibi bir takım anlaşmalar yapılıyordu. Bunları 1996’daki gizli anlaşma, 1996 Briti takip etti. Ofra Bengio çalışmasında, Türk tarafından Çevik Bir’in bu ilişkilerin kurulmasındaki asıl mimar olduğunu da yazmaktadır.[52]

Aynı sırada, 1996 yılı Eylül ayında Milli İstihbarat Teşkilatı da Süleyman Demirel’e Erbakan ve Refah Partisi ile ilgili bir brifing veriyordu. Erbakan’ın İran, Suudi Arabistan, Libya gibi ülkelerle iyi ilişkiler kurmak suretiyle Arap devletleri nezdinde saygın bir konum elde etmeye çalıştığını rapor ediyordu. MİT, Erbakan’ın bu çizgisinden İsrail Başbakanı Netanyahu’nun rahatsızlık duyduğunu da Süleyman Demirel’e bildirmişti.[53] Erbakan’ın altındaki zeminin kaydığı bir zamandır ve 1997 yılı arifesindedir. İki İslam olarak tarif edebileceğiz bir bölünmeye doğru yaklaşılmaktadır.

Oligark cephesinde

28 Şubat’ın bir askeri cephesi var ve biliniyor; ama bir de oligark cephesi var. TÜSİAD’ı bu cephenin sözcüsü saymakta bir sakınca bulunmamaktadır. TÜSİAD Başkanı Halis Komili’nin sözlerinde bu cephenin bakışını görebiliyoruz. Komili, TÜSİAD’ın hazırladığı Demokrasi Paketi’ni kamuya açıklarken, 21 Ocak 1997 tarihindedir, sermayedarların Erbakan’a olan itirazlarını da dile getirme gereği duyuyordu. Söyledikleri şunlardır: “Toplumun her kesiminde sisteme karşı güvensizlik oluşmaya başlıyor. Sistem kendini eleştiremiyor, yenileyemiyor. O zaman tarikatlar, çeteler günlük hayata egemen oluyor.”[54] Gazetelerde yayımlanan bu açıklamayı, sermayedarların mevcut hükümete verdikleri bir güvensizlik oyu olarak okuyabiliriz.

Ama sermayedarların bu güvensizliğinin arkasında başka etkenler de bulmak mümkündür. Erbakan’ın Hazine’ye ilişkin açıklamaları buraya denk düşmektedir. Erbakan’ın, Hazine’nin bankalarla ilişkisini düzenleyecek bir havuz sistemi hazırladıklarını duyurmasıyla oligarklar telaşlanıyorlardı. O döneme dek Hazine, parasının bir bölümünü özel bankalarda tutuyordu ve bankalarda parası olmasına rağmen, bütçe finansmanı için söz konusu özel bankalardan borç para alıyordu. Ama bankalardaki parasına düşük faiz verilirken, aldığı borca yüksek faiz uygulanıyordu. Sermayedarlara hiç yorulmadan ve risk almadan para kazandıran bir çarktır. Erbakan hazırladıkları havuz sistemi ile buna son vereceklerini duyurmuştu. Büyük sermayenin değirmenine akan kolay paranın kesilmesi anlamına gelmektedir. Herhalde “varan bir” diyerek saymaya başlamışlardı.

Sırada “varan iki” yer alıyor. Erbakan oligarklar nezdindeki havuz günahına bir de otomobil ithalatı günahını eklemişti. Fadıl Akgündüz aracılığıyla Malezya’dan ucuz otomobil ithalatına izin veriyordu; böylelikle aralarında Koç’un da bulunduğu yerli otomobil üreticilerinin çıkarlarını zedeliyordu. Almanya’dan bedelsiz ithalat yoluyla ikinci el otomobil getirme iznini de verdiğinde, sermayedar 28 Şubatı’nın bütün şartları yerine getirilmiş oluyordu. Erbakan’ın artık günleri sayılıdır. Fadıl Akgündüz’ün hapisliği, Erbakan’ın ev hapsine mahkûm edilmesi ve Refah Partisi’nin kapatılması bunlardan sonradır.

AKP’nin doğuşu

Artık 1997 yılına ulaşmış haldeyiz ve tekrar 28 Şubat’ın asker cephesine dönebiliriz. İsrail 1997’nin Şubatı’nda Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’yı ağırlıyordu; 28 Şubat’ın hemen öncesindeki günlerdir. Karadayı ayın 24’ünde İsrail’e uçmuş ve orada bulunduğu dört gün zarfında meslektaşı Amnon Şahak’ın yanı sıra Cumhurbaşkanı Ezer Weizman, Başbakan Netanyahu ve Savunma Bakanı İtzak Mordechai ile görüşmüştü. Bu ziyaretleri esnasında 28 Şubat’ın da gündeme geldiğini düşünebiliriz. Karadayı Şubat’ın 28’inde Türkiye’ye dönüyor ve ayağının tozu ile 28 Şubat kararlarının alınacağı MGK toplantısına giriyordu. Toplantı sonucunda açıklanan kararların Erbakan’ın ve pro-Arap İslam çizgisinin düşüşünü hızlandırdığı hatırlanmaktadır. Erbakan geri adım atıyor ve çekiliyordu.[55] Ama 28 Şubat sadece İslami cephede bir çizginin zayıflaması anlamına gelmiyordu. Aynı zamanda bir yeni doğum da demekti. Mesele İslami hareketten sezaryen ile İsrail yanlısı bir İslam çıkartmak ise; buna 28 Şubat diyoruz. Ameliyat ile doğan partinin adını ise AKP olarak biliyoruz.

Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın İsrail’e gitmesinden birkaç gün öncedir. Daha sonra AKP adını alacak Yenilikçi Hareket henüz kurulmamışken Abdullah Gül’ü Amerika’da buluyoruz. Ayın 18’inde Amerika’ya uçmuş ve 24 Şubat’ta, Karadayı’nın İsrail’e uçtuğu gün, Türk Büyükelçiliği’nde Amerikan Yahudi Komitesi ile bir araya gelmişti.

Abdullah Gül’ü Amerikalılar 1994 yılından tanıyorlardı. Erbakan’ın 1994’te Amerika’ya yaptığı ziyarette, Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı göreviyle Gül de yer alıyordu. Bu gezi sonrasında basına verdiği demeçte “Amerika ikinci bir İran istemiyor” cümlesini kuruyordu.[56] Gezinin ilgi çektiğini hatta CIA mensuplarının dahi kendilerini izlediğini de söylemektedir. Söz konusu CIA görevlileri ile George Town Üniversitesi’ndeki bir konferansta tanışma imkânı buluyordu.[57] Konferans mı yoksa CIA ile tanışma seremonisi mi; birbirine karışmaktadır. Ama tanışıklıklar zinciri bunlarla sınırlı değil; Amerikan Yahudileri Gül ve Erdoğan’ı daha erken bir tarihten de biliyorlar. Ruşen Çakır’ın 1993 yılında Gül ve Erdoğan’ı Carnegie Endowment’ın başkanlığını yapan Morton Abramowitz ile bir araya getirdiği bilgisi Fitne kitabında yer alıyor.[58]

Abdullah Gül’ün 24 Şubat 1997’de Türk büyükelçiliğinde Amerikan Yahudi Komitesi ile görüşmesi işte tüm bunlardan sonradır. Gül bu görüşmede, “Yahudilerin en rahat olduğu ülke Türkiye’dir” yollu bir açıklama yapıyordu.[59] Sipariş niteliğinde olduğu açıktır. 1997’de Gül Amerikan Yahudileri ile ilişki kurarken; daha erken bir tarihte, 1996 yılında, Morton Abramowitz de Tayyip Erdoğan’la ilişki kuruyordu. Erdoğan’ı İstanbul’da ziyaret etmişti. Abramowitz’in ziyareti sırasında Erdoğan’a, “Siz İstanbul’u yönetip yıldızınızı parlatabildiğinize göre, Türkiye için de çok şey yapabilirsiniz” dediği kayıtlıdır.[60]

Bu bilgilere Sabah’tan Sedat Sertoğlu’nun ifşaatlarını da ekleyebiliyoruz. Abdullah Gül’ün 1997 yılındaki Amerika ziyareti öncesinde, “Gül Amerika Yolcusu” başlıklı bir yazı yayımlıyordu. Yazısında Amerika’daki Yahudi lobisinin Abdullah Gül’ü merak ettiği bilgisini vermektedir. Yahudi lobisinin Abdullah Gül’ü Refah Partisi içindeki diğer unsurlar gibi anti-semitik bulmadığı ve daha yakından tanımayı kararlı olduğu da Sertoğlu’nun bir diğer ifşaatı olmaktadır.[61]

Böylelikle ortaya çıkıyor; Amerika ve İsrail’in AKP’nin başına geçecek iki isim ile daha 28 Şubat günleri öncesinden ilişki kurmuş oldukları anlaşılmaktadır. Sonra zaman geliyor ve 28 Şubat sonrasında bu iki isim Erbakan’dan ayrılıyorlar; demek ki, AKP’nin doğuş anına ulaşmış oluyoruz.

Öyleyse tablo açıktır. 28 Şubat pro-Arap bir İslam’a kapıyı kapatırken, İsrail yanlısı İslam’a ise kapıyı açık tutuyordu. Bunu, bir şiddet uygulama ve çekip çıkarma pratiği olarak düşünebiliriz ki, tıpta sezaryen adı veriliyor. Neşter, 28 Şubat ve doğan parti AKP olmaktadır. Yüksek komutanlar ve İsrail eliyle doğum sayıyoruz.

Amerikan Eylülü

Darbe öncesi dönemden 12 Eylül’e ilişkin bir tespite sahibiz. Doğan Avcıoğlu’na aittir. Avcıoğlu’nun tespitini aktaran Hasan Cemal oluyor. Hasan Cemal’in henüz Cumhuriyet gazetesinde çalıştığı ve 12 Eylül’e Cumhuriyet’te yakalandığı bir dönemdir. Cemal, Avcıoğlu’nun Çamlıca’daki evinde kendisine, “İran ve Afganistan’dan sonra Amerika Türkiye’yi bırakmaz, sağlam kazığa bağlamak ister”[62] dediğini aktarıyor.

Tabloyu tamamlayan bilgiyi Hasan Cemal Tank Sesiyle Uyanmak başlıklı kitabının dipnotlarından birinde kaydetmiştir. 12 Eylül Darbesi’yle aynı dönemde Amerika’da başkanlık görevinde bulunan Jimmy Carter’ın başkanlık ayrıldıktan sonra, 1985 yılında söylediği şu sözlere yer veriyor: “12 Eylül Harekâtından önce Türkiye’nin durumu savunma açısından tehlike arz ediyordu. Afganistan’ın işgal edilmesi ve İran Monarşisinin devrilmesinden sonra Türkiye’de bu istikrar hareketi içimizi ferahlatmıştı.”[63] İran ve Afganistan’daki gelişmelere yanıt olan 12 Eylül Darbesi rahatlatıyordu. Doğan Avcıoğlu’nun Hasan Cemal’e anlattıkları bu tablo ile uyumludur.

1979’un Şubat ayında İran’da Amerikan yanlısı Şah devriliyor ve Humeyni iktidara geliyor. Gerçekleşen İslam devrimi sırasında İslamcılar Amerikan Büyükelçiliğini işgal etmeyi ve diplomatları rehin almayı da ihmal etmiyorlar. ABD’nin emperyal egemenliğini sarstığı açıktır. 1979’da ABD egemenliğine bir diğer darbeyi ise Sovyetler Birliği vuruyordu. Sovyet birlikleri 1979’un Aralık ayında Afganistan’a giriyor ve ilerliyorlardı. Amerikan düzeninin yanıt aradığı günlerdir. Dönemin siyasetçilerinin aklındaki soru, Türkiye’nin sıradaki düşecek ülke olup olmadığıydı. Avcıoğlu’nun değindiği “sağlam kazık” işte bu tablo çerçevesinde düşünülmek durumundadır.

Buna ilişkin bilgiler Yalçın Küçük’ün Fitne adlı çalışmasında yer alıyor. Küçük 1979 yılında Amerika’nın en önde gelen stratejistlerinden Wohlstetter’in Türkiye geldiğini ve üst düzeyde temaslarda bulunduğunu yazmaktadır. Türkiye’yi SSCB’ye ve Araplara karşı köprü başı sayarak destekleyen Wohlstetter ve takımı, ki aralarında Paul Wolfowitz de yer almaktadır, İstanbul’da toplanıyorlar. Boğaz’da yemek yiyorlar ve yemek sırasında orada bulunanlardan biri, “sıradaki sorun Türkiye mi”, yollu soruyor. Wohlstetter, Türkiye’nin sorun değil, soruna yanıt olacağını söylemektedir.[64] Ardından 12 Eylül geliyor. Bunu 22 Eylül’de Irak’ın İran’a savaş açması takip ediyor. Amerikan yanıtları ve Amerikan eylülüdür.

Dipnotlar

[1] Halil Nebiler, Türkiye’de Şeriatın Kısa Tarihi, Toplumsal Dönüşüm Yay., İstanbul, 2010.

[2] Emin Çölaşan, Turgut Nereden Koşuyor, Tekin Yay., Ankara, 1989, s.116.

[3] Ebru Deniz Ozan, Gülme Sırası Bizde, Metis Yay., İstanbul, 2012, s.74.

[4] Emin Çölaşan’ın verdiği bilgiye göre, Özal’ın 1979 yılında Ecevit’i düşüren meşhur Tüsiad ilanlarının hazırlanmasında da payı bulunuyordu. Bkz: Emin Çölaşan, Turgut Nereden Koşuyor, Tekin Yay., Ankara, 1989, s.118.

[5] “Devletin güvenliğine karşı işlenen suçlara ilişkin davalara bakmak üzere Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) kurulmasına ilişkin 2845 sayılı Devlet Güvenlik Mahkemeleri Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun, 16 Haziran’da Milli Güvenlik Konseyi’nce onaylandı ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri 1 Nisan 1984’te resmen çalışmalarına başladı.” Bkz: “Devlet Güvenlik Mahkemeleri İş Başında”, Cumhuriyet Ansiklopedisi 1981-2000, Cilt 4, YapıKredi Yay., 2002, s.78.

[6] Ebru Deniz Ozan, Gülme Sırası Bizde, Metis Yay., İstanbul, 2012, s.76.

[7] Ebru Deniz Ozan, Gülme Sırası Bizde, Metis Yay., İstanbul, 2012, s.62.

[8] Dilek Yankaya, Yeni İslami Burjuvazi, İletişim Yay., İstanbul, 2014, s.62.

[9] Serkan Yorgancılar, Milli Görüş 1969-1980, Pınar Yay., İstanbul, 2012, s.73.

[10] TÜSİAD tekelleşmenin hızlandığı bir dönemde kurulmuştu. Mehmet Altun’un 1950’li yıllardan itibaren holding sayısındaki artışa ilişkin verdiği rakamlar, sermaye birikimindeki yoğunlaşmayı sergilemek ve TÜSİAD’ın neden kurulduğunu anlamak açısından önemlidir: “Türkiye’de holdinglerin oluşumu planlı dönemle birlikte başlamış ve 1970 sonrasında giderek hızlanmıştı. 1949-1962 yılları arasında Türkiye’de sadece 2 adet holding mevcut olduğu halde, holding sayısı 1963-1971 döneminde 39’a, 1972-1979 döneminde ise 142’ye çıkmıştı.” Mehmet Altun, Ortak Aklı Ararken/TÜSİAD’ın İlk On Yılı 1970-1980, Doğan Kitap, İstanbul, 2009, s.32.

[11] Feyyaz Berker/Güngör Uras, Fikir Üreten Fabrika-TÜSİAD’ın İlk On Yılı 1970-1980, Doğan Kitap, İstanbul, 2009, s. 94. Mehmet Altun ise bu konuda şunları yazıyor: “… Odalar Birliği, yönetimde uygulanan ağırlıklı temsil sistemi nedeniyle, sanayi kesiminden çok ticaret kesiminin çıkarlarını savunmaya yatkın bir kuruluştu. Bu durum, ekonomik güç itibariyle daha etkili olmalarına rağmen, temsiliyet açısından Odalar Birliği içerisinde arzu ettikleri konumda bulunmayan sanayicileri rahatsız etmekteydi.” Mehmet Altun, Ortak Aklı Ararken/TÜSİAD’ın İlk On Yılı 1970-1980, Doğan Kitap, İstanbul, 2009, s.93.

[12] Mehmet Altun, Ortak Aklı Ararken/TÜSİAD’ın İlk On Yılı 1970-1980, Doğan Kitap, İstanbul, 2009, s.125.

[13] Mehmet Altun, Ortak Aklı Ararken/TÜSİAD’ın İlk On Yılı 1970-1980, Doğan Kitap, İstanbul, 2009, s.129.

[14] Hakan Mertcan, Bitmeyen Kavga Laiklik, Karahan Kitabevi, Adana, 2013, s.211-212.

[15] Soner Yalçın/Mehmet Ali Birand, The Özal, Doğan Kitap, İstanbul, Ocak 2012, s.57-58.

[16] Yalçın Küçük, Fitne, Mızrak Yay., İstanbul, s.88.

[17] Hakan Mertcan, Bitmeyen Kavga Laiklik, Karahan Kitabevi, Adana, 2013, s.213.

[18] Yalçın Küçük, Fitne, Mızrak Yay., İstanbul, s.89.

[19] Ali Sinan Bilgili, “Eğitim Programlarımızda Türk-İslâm Sentezi Meselesi”, Kafkas Eğitim Araştırmaları Dergisi, Nisan 2014, s.2.

[20] Uğur Mumcu, Rabıta, Um:Ag Vakfı Yay., Ankara, Ocak 2014, s.147.

[21] Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, c. 3, Tekin Yay., İstanbul, 1990, s.478.

[22] Emin Çölaşan, 24 Ocak – Bir Dönemin Perde Arkası, Milliyet Yay., İstanbul, 1983, s.112.

[23] Emin Çölaşan, 24 Ocak – Bir Dönemin Perde Arkası, Milliyet Yay., İstanbul, 1983, s.113-116.

[24] Emin Çölaşan, 24 Ocak – Bir Dönemin Perde Arkası, Milliyet Yay., İstanbul, 1983, s.141-146.

[25] Emin Çölaşan, 24 Ocak – Bir Dönemin Perde Arkası, Milliyet Yay., İstanbul, 1983, s.146.

[26] Uğur Mumcu Rabıta çalışmasında 12 Eylül’ün ardından başbakanlığa getirilen Bülend Ulusu üzerine daha farklı bilgiler de veriyor: “1968 yılında kurulan ‘İslam Konferası’na ilk kez, Başbakan düzeyinde katılan temsilcimiz 12 Eylül Hükümeti’nin Başbakanı Bülend Ulusu’ydu.” Mumcu paragrafında devamında Kenan Evren ve Özal’a da değiniyordu: “1984 yılında Fas’ta yapılan Dördüncü İslam Zirvesi toplantısında Türkiye’yi Cumhurbaşkanı Evren temsil etmiştir. Bu toplantıdan sonra Evren, İslam Konferansı Ekonomik ve Ticari Danışma Konseyi Başkanlığı’na getirilmiştir. Türkiye Turgut Özal’ın Başbakanlığı döneminde İslam Konferansı’nda, bakan düzeyinde temsil ediliyor ve eski Milli Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanı Vehbi Dinçerler, Pakistan’da yapılan toplantıya ‘laik Türkiye Cumhuriyeti temsilcisi’ olarak katılıyordu.” Bkz: Uğur Mumcu, Rabıta, Um:Ag Vakfı Yay., Ankara, Ocak 2014, s.155-156.

[27] Soner Yalçın/Mehmet Ali Birand, The Özal, Doğan Kitap, İstanbul, Ocak 2012, s.86.

[28] Yalçın Küçük, Çıkış, Tekin Yay., İstanbul, Ocak 2015, s.181.

[29] Yalçın Küçük, Çıkış, Tekin Yay., İstanbul, Ocak 2015, s.181.

[30] Yalçın Küçük, Fitne, Mızrak Yay., İstanbul, s.81.

[31] Taha Parla, Türkiye’nin Siyasal Rejimi 1980-1989, İletişim Yay., İstanbul, Nisan 1995, s.200.

[32] Yalçın Küçük, Fitne, Mızrak Yay., İstanbul, s.81.

[33] Yalçın Küçük, Fitne, Mızrak Yay., İstanbul, s.81.

[34] Hakan Mertcan, Bitmeyen Kavga Laiklik, Karahan Kitabevi, Adana, 2013, s.211.

[35] Hakan Mertcan, Bitmeyen Kavga Laiklik, Karahan Kitabevi, Adana, 2013, s.211.

[36] Taha Parla, Türkiye’nin Siyasal Rejimi 1980-1989, İletişim Yay., İstanbul, Nisan 1995, s.218.

[37] CIA ajanı Graham E. Fuller da Yeni Türkiye Cumhuriyeti kitabında 1980 sonrasında artan islami yayınlara dikkat çekiyordu: “Türkiye’de seksenli yıllar İslam konulu kitaplar, Arap ve İslam dünyasından yirminci yüzyıl islam klasiklerinin çevirileri, yeni dini gazete ve dergiler ile İslami eğilimli radyo ve tenelvizyon kanallarını içeren İslami medyanın hızla yaygınlaşmasına tanıklık etmiştir.” Bkz: Graham E. Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti, Çev: Mustafa Acar, Timaş Yay., İstanbul, 2010, 102.

[38] Cüneyt Arayürek, Çankaya/Gelenler Gidenler, Detay Yay., İstanbul, Nisan 2007, s.217.

[39] Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı 9, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1991, s.67

[40] Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı 9, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1991, s.55

[41] Uğur Mumcu, Rabıta, Um:Ag Vakfı Yay., Ankara, Ocak 2014, s.155.

[42] Uğur Mumcu, Rabıta, Um:Ag Vakfı Yay., Ankara, Ocak 2014, s.154-155.

[43] Uğur Mumcu, Rabıta, Um:Ag Vakfı Yay., Ankara, Ocak 2014, s.144.

[44] Uğur Mumcu Rabıta kitabında, eylülist dönemde, 82-84 yıllarında, devlet tarafından yurt dışı görevlere atanmış kimi imamların maaşlarının da Suudi sermayesi ve Rabıta isimli örgüt tarafından ödendiğini de yazıyordu. Şeriatçı örgütler ile devlet kurumlarının ne ölçüde iç içe geçtiklerini göstermesi açısından çok önemli bir örnektir. İmamların maaşlarının Suudilerce ödenmesine yönelik kararnamenin altında ise, Özal hükümetinin ve MGK Genel Sekreteri Hasan Saltık’ın onayı bulunuyordu. Bkz: Uğur Mumcu, Rabıta, Um:Ag Vakfı Yay., Ankara, Ocak 2014, s.143 ve s.188.

[45] Mehmet Bedri Gültekin, Laikliğin Neresindeyiz/Kemalizmin Laikliğinden Türk-İslam Sentezine, Kaynak Yay., İstanbul, Şubat 1995, s.184.

[46] Cüneyt Arayürek, Çankaya/Gelenler Gidenler, Detay Yay., İstanbul, Nisan 2007, s.235.

[47] Dilek Yankaya, Yeni İslami Burjuvazi, İletişim Yay., İstanbul, 2014, s. 2.

[48] Bu komutanlardan Ankara Sıkıyönetim Komutanı’nın adı Recep Ergun’du. Daha sonraki yıllarda tarikatçı Turgut Özal’ın ANAP’ına katılıyor ve milletvekili oluyordu.

[49] Haldun Özen, Entelektüelin Dramı – 12 Eylül’ün Cadı Kazanı, İmge Yay., Ankara, 2002, s.27 ve 36.

[50] Ofra Bengio, The Turkish-Israeli Relationship, Palgrave Macmillan, New York, 2004, p.2.

[51] Ofra Bengio, The Turkish-Israeli Relationship, Palgrave Macmillan, New York, 2004, p.3.

[52] Ofra Bengio, The Turkish-Israeli Relationship, Palgrave Macmillan, New York, 2004, p.81.

[53] Nazlı Ilıcak, Demokrasiye İnce Ayar, Doğan Kitap, İstanbul, 2013, s.28-31.

[54] Milliyet, 21 Ocak 1997.

[55] Bir benzerini 27 Nisan Bildirisi ile yaşadık. Ama bu sefer geri adım atan ordu oldu. Önce sert görünüyor ve ardından, AKP’nin arkasındaki Amerikan desteğini de göz önüne alarak geri çekiliyordu. Ergenekon cezasına çarptırılması kaçınılmazdır; geri adım atmanın bedelidir.

[56] Orhan Gökdemir, Öteki İslam – Devletin Din Operasyonu, Destek Yay., İstanbul, 2009, s.121.

[57] Orhan Gökdemir, Öteki İslam – Devletin Din Operasyonu, Destek Yay., İstanbul, 2009, s.121.

[58] Yalçın Küçük bu bilgiyi Nasuhi Güngör’den alarak aktarmaktadır. Bkz: Yalçın Küçük, Fitne, Mızrak Yay., İstanbul, s.347.

[59] Yalçın Küçük, Fitne, Mızrak Yay., İstanbul, s.347.

[60] Ayrıntıları 20 Eylül 1996 tarihli Aydınlık’ta yer alıyor.

[61] Yalçın Küçük, Fitne, Mızrak Yay., İstanbul, s.346.

[62] Hasan Cemal, Tank Sesiyle Uyanmak, Bilgi Yay., Ankara, Ekim 1986, s.43.

[63] Hasan Cemal, Tank Sesiyle Uyanmak, Bilgi Yay., Ankara, Ekim 1986, s.43.

[64] Yalçın Küçük, Fitne, Mızrak Yay., İstanbul, s. 61. Ayrıca bkz: Yalçın Küçük, Çıkış, Tekin Yay., İstanbul, s.194.