Susurluk olayı devletin öldüğünü ortaya çıkarmıştı. AKP’liler geldiler ve o devleti ölü geçirdiler. Bunda, Türkiye’nin yerel üretime dayalı bir ekonomi olmaktan çıkıp, finans kapitalin kontrolüne geçmiş ve uluslararası kapitalizm ile “bütünleşmiş” bir yapıya dönüşmesinin payı büyük. Bu şartlarda yönetmek ve düzeni muhafaza etmek için din şarttır. Dincileri neoliberal piyasacılara dönüştürme yine bir devlet projesiydi.
“Cumhuriyet tarihinin en radikal ekonomik hamlesi…” 24 Ocak kararları için böyle söyleniyordu. Vahşi kapitalizm ya da ekonomik liberalizm Türkiye’nin üzerine geliyordu ve istikrar paketini hazırlama görevi bir dindar teknokrata, Turgut Özal’a verilmişti. Devletçi politikalardan vazgeçilecekti, Türkiye artık ithali ikame etmeyecek, dışa açılacak, kapitalist dünyaya entegre olacaktı. Haliyle doğacak vahşeti ve direnişi din ile engellemek, katlanılabilir kılmak şarttı.
Bunu zorlamak ve zorla kabul ettirmek gerekiyordu. 24 Ocak kararları ancak 12 Eylül darbesi ile hazmedilebilirdi. Darbe bunu yaptı; bunun yanında kapitalist dünya pazarına entegrasyonun siyasi ideolojik altyapısını da hazırlamaya girişti. Bunun en önemli araçlarından biri “toplumun İslamizasyonu”ydu. Kenan Evren’in ayetlerle desteklenmiş konuşmaları bu İslamizasyon politikasının ilk habercisiydi. Turgut Özal’lı ANAP dönemi bütün tarikatları iktidara taşıyarak Türkiye yönetici sınıfları için yeni bir “koalisyon” dönemini de açmış oldu. Laik Türkiye’nin yerine dindar yeni bir Türkiye geliyordu.
Taha Parla’nın “Dinci Milliyetçilik” başlıklı yazısı Yeni Gündem dergisinin 19 Mayıs 1986 tarihli sayısında yer aldı. (1) Eylül darbesinin ateşi henüz sönmemişti. Birikim Yayınları’nın desteğinde ve Murat Belge’nin önderliğinde yayın hayatına başlayan dergi, dönemin ruhuna uygun “sol liberal” bir çizgi izliyordu. Dergi bu tutumunu bir süre sonra din konusunda da temellendirmeye çalışacaktı. Taha Parla’nın yazısı gelmekte olan depremin bir tür erken habercisiydi. Parla, makalesinde 12 Eylül’le birlikte din devlet ilişkisi konusunda 60 yıldır sürmekte olan bir kültür savaşının ve siyasi mücadelenin taraflarının ve bunların güç konumlarının değiştiğini haber veriyordu. Darbeci generaller 1980 ila 1986 arasında klasik Kemalist laiklik ilkesini terk etmişti ve dini, devletin gözetiminde tekrar kamu yaşamına hatta siyasi yaşamın sınırları içine almışlardı. Devlet tarafından tarif edilmiş belli bir din toplumda zaaf noktasından kuvvet noktasına geçmişti. Laikliğin üzerinde durduğu “batıcı milliyetçilik” terk edilmiş, yerine “Türk-İslam Sentezi” adı altında dinci bir milliyetçilik yürürlükteydi. Bu sentezde din, bir ahlak sistemi ve toplumsal kurum olmaktan çok, bürokratik-otoriter devletin elindeki toplumsal denetim araçlarından biri olarak görülmekteydi. Amaç seçilmemiş ya da güdümlü yönetimlere kitlesel popülarite sağlamaktı. Din azınlıkla çoğunluğu yönetmenin bir aracı olarak yürürlükteydi. Bu dinin Ortodoks devletçi türüydü.
Yani 24 Ocak kararlarının gizli maddeleri arasında, dinsel dozu artırılmış bir yönetim ve İslamize edilmiş bir halk yaratmak vardı.
Bugünkü iktidar yapısına bakıldığında çok tanıdık gelen bu tanımlamalar, yazıldığı tarihte çok uzak görünüyordu. Gerçi Kenan Evren’in Kuran’dan ayetler okuyarak yaptığı konuşmalar yepyeni bir durumdu, ancak dinci milliyetçilik daha yolun başındaydı.
Bunun somut kanıtlarından biri, yeni Anayasa’da dinin bir ferdi vicdan meselesi olduğunu “unutarak” Diyanet İşleri Başkanlığına toplumun bütünleşmesini sağlamak görevinin verilmesiydi. “Türklüğün tarihi ve manevi değerleri” zorunlu din ve ahlak derslerini de gerekli kılıyordu haliyle. Laik devletin anayasası “manevi değer” kılığında dini kutsuyordu.
Artık “Atatürkçü bir dinci milliyetçilik” yürürlükteydi. Bu Atatürkçülük anti Kemalist bir yeni Atatürkçülüktü. Atatürk burada Türk-İslam Sentezine göre yeniden tanımlanmıştı. Kurucu önder imamdan hallice bir politikacı olarak anlaşılıyordu. Bu durumda laiklik de artık din-devlet işlerinin ayrılması olarak anlaşılmayacaktı.
12 Eylül darbesi dini bir kez daha toplumsal yaşamın merkezine koymaya hazırlanıyordu. Bu bir anlamda Cumhuriyet’in ölüm haliydi. Laik devlet ölmüştü ve ölü devleti elinde tutanlar cenazeyi kaldırmak için bir imam arayışına girmişti. Necmettin Erbakan laik devletin imamıydı, yeni duruma uyum sağlayamayacağı çok çabuk anlaşıldı. Recep Tayyip Erdoğan için hızlı yükseliş öyküsünü böyle başlatabiliyoruz.
Ancak darbeci generaller daha yolun başındaydı; 12 Eylül darbesinin solu bastırarak Türkçü MHP ile İslamcı RP için yolu açtığı görülüyordu. Burada “milliyetçi dinciliğin” mi yoksa “dinci milliyetçiliğin” mi galebe çalacağına halk karar verecekti. İşte buna seçim diyoruz, böylece uluslararası kapitalizme entegre olmuş bir düzende demokrasinin özüne ulaşmış oluyoruz. Yönetmek için, din ve piyasanın dağıttığı toplum için muhafazakârlık şarttır.
Yurtiçinde Diyanet’in, yurtdışında ondan türeyen Diyanet İşleri Türk-İslam Birlikleri, kısası DİTİB’in en büyük İslamcı örgüt haline gelmesinin arka planı işte böyle. Yani Diyanet’in “devlet tarafından tarif edilmiş yeni dini”nin oluşumunu ve yayılmasını anlamak için 24 Ocak ve 12 Eylül tarihlerine başvurmak şarttır.
Toplumla İlişkiler Başkanlığı, kısası ile TİB Genelkurmay Genel Sekreterliği bünyesinde kuruldu. Kuruluşunun 1983 gibi erken bir tarihe rastlamasını artık rastlantı sayamayız. Gizli bir yönetmeliğe dayandırılan bu oluşumun görünür amacı toplumu Atatürkçülük konusunda eğitmekti. Devlet bu işi bir “psikolojik harp” faaliyeti sayıyordu ve savuşturmak için Kuran bastırıp dağıtıyordu. Demek ki düşmana kurşun yerine Kuran sıkılan yeni bir tür harp söz konusuydu.
Diyanet İşleri Türk İslam Birlikleri, kısasıyla DİTİB, “dini, sosyal, kültürel ve sportif faaliyetleri gerçekleştirmek ve Almanya genelindeki kendisine bağlı derneklerin bu tür faaliyetlerini koordine etmek amacıyla” 1984 yılında kuruldu. Kuruluş tarihi Genelkurmay TİB’inin bir yıl sonrasına gelen bu Diyanet TİB’i, kısa zamanda bin civarında derneğin katılımıyla Avrupa’daki en büyük tarikat haline gelecekti. Yani Avrupa’nın en büyük tarikatı 12 Eylül’ün darbeci generallerinin marifetiyle oluşturulmuştu.
TİB-DİTİB ilişkisi hakkındaki bilgilerimizi gazeteci Fatih Güllapoğlu’na borçluyuz. Almanya’da görev yapan gazeteci Güllapoğlu’nun “Tanksız Topsuz Harekât” adlı kitabına göre Genelkurmay’ın TİB’i ile Diyanet’in DİTİB’i arasında organik bir ilişki var. TİB’i kuranların ona verdiği ilk görev, yurtdışında yaşayan Türkleri camiler etrafında ve tek çatı altında toplamaktı. Laik devletin tek çatısı artık camiydi. TİB’de görevli subaylar ülkücü Diyanet Başkanı Tayyar Altıkulaç’ı da alarak Avrupa’ya sefere çıkmıştı. Bulabildikleri kaçak ülkücülerle Diyanet’e bağlı bir dernek oluşturdular ve Diyanet İşleri Türk-İslam Birliği dediler. Neden “Diyanet İşleri Toplumla İlişkiler Başkanlığı” demediler, bilemiyoruz. Bildiğimiz şu; 12 Eylül cuntasının “toplumla ilişki”den anladığı, toplumu Türk-İslam Sentezi ilkesi uyarınca yeniden organize etmekti. TİB’de görev yapan subaylar “yıkıcı ve bölücü” hareketlerin yayılmasını engellemek için cami cami dolaşıp cemaati camiler etrafında toparlanmaya, yıkıcı ve bölücülere karşı birlik olmaya çağırdılar. Devlet tarikatların kapısını aşındırmaya işte böyle başladı. Tayyip Erdoğan’ın “yeni Türkiye”sine giden yolu düzleyen bu görevlileri artık minnetle anıyoruz. Atatürk’ün yıkılacak heykellerinin yerine onların heykelleri dikilse azdır. (2)
Cumhuriyetin çubuğunun dinden yana bükülmesiyle gelişmek için uygun bir siyasi ortam bulan tarikatlar da hızla büyüdü. Fethullahcılar, askerlerin bu yeni politikasından en çok yararlanan tarikatlardan biriydi. Nakşibendi tarikatı Meclis’te büyük bir güç haline gelmişti. Kısa dönemde o kadar ilerleme sağlanmıştı ki, dönemin iktidar partisi ANAP bir “kutsal güçler koalisyonu”na dönüşmüştü. MİT-ÖHD-MGK eliyle sınırsız bir İslamizayon yürürlükteydi. Bu üç kuruluş aynı zamanda TSK’nın yönetici kaynağıydı; İslamizasyonda görev alan öne çıkıyor, hızla yükseliyordu. MGK, MİT ya da ÖHD’inden yolu geçmemiş bir askerin general olma şansı yoktu.
DİTİP bilgimize göre, halen Avrupa’daki en büyük ve en yaygın dini örgüt. Temellerinde TİB’in, dolayısıyla Genelkurmay’ın harcı var.
Batı İslam’ın ılımlısını sever
Ilımlı İslam ya da Türk-İslam Sentezi başlangıçta daha çok bir Amerikan projesiydi. Komünizme karşı geniş kitleleri din ile tutmak ve kontrol etmek istiyorlardı. Antiemperyalist eğilimler taşımayan, piyasacı ve Batıcı İslam yaratma projelerine “ılımlı İslam” dediler. (3)
Avrupa için durum biraz daha karmaşıktı. İslam coğrafyasından geniş göç almışlardı. Buna karşın bu göçün bir kısmını kendi kültürel yapılarına entegre edebilmişlerdi. Ancak bu ülkelerde de geniş sınıfsal farklılıklar vardı ve arkadan gelen Müslümanların ezilenlerin en altında kalması kaçınılmazdı. Bunun sonucu olarak Avrupa bir yandan hızla bir “kültürel Müslümanlık” üretirken, bir yandan da cihatçı imal ediyordu.
İslamcılar ise İslami düzeni laik demokrasilerin yerine koymak istiyorlardı. Bunun için şeriat, ümmet ve takıyyeden başka silahları da yoktu. Geniş Müslüman kitlelerin derin bir cehalet ve yoksulluk içinde olmaları da tek çıkış noktalarıydı. Onlara nüfuz etmek için sert, acımasız ve kanlı eylemlere başvurdular. Böylece ideolojik olarak da ayakta kalmayı başardılar. Biat edenlerin efendilerinden başka kimseye ve hiçbir ülkeye sadakati gelişmiyordu.
Bu İslam anlayışının ideolojik önderleri Vehhabilerdi. Vehhabiler 18. yüzyıl ürünü olmalarına karşın, İslam’ın altın çağına dönme niyetindeydiler. İddialarına göre, onlar ilk Müslümanların takipçileriydi. Bu ideolojik motivasyon sert bir dogmatik din anlayışına dayandırılmıştı. O kadar öyle ki, Vehhabiliğin en saygın âlimlerinden Şeyh bin Baz, Batı’nın Dünya’yı yuvarlak kabul etmesinin cehaletten kaynaklandığını ileri sürmüş, 1985’te bir Suudi astronot Discovery uzay mekiğinde uçtuğu zaman, bu iddiasından vazgeçmeye yanaşmıştı. Bunun yanında ilk Müslümanların paganizm fobisini de aynen sürdürmekteydiler. Eski kutsal emanet ve mabetleri yakıp yıkmakla gündeme gelmelerinin arkasında bu motivasyon vardı. Nitekim Muhammed’in evi diye bilinen bir kalıntıyı da aynı nedenle yıktırmışlardı. Yakın zamanda Irak içlerine ilerleyen IŞİD de Kâbe’yi ele geçirip, İbrahim’in evini yıkmakla tehdit etti. Böyle bakıldığında, Suudilerin Kâbe manzaralı gökdelen merakını anlamlandırmak çok kolay değil tabii.
Batı ise bir yandan şiddet yanlısı İslamcılara karşı ılımlı İslamcı ortaklar arıyor, bu arada İslamcılığın yıkıcı ideolojisinin yaratacağı risklerden bihaber görünüyordu. Onları sarsan şeyler Müslümanların başka Müslümanları öldürmesi, babaların ailenin namusunu korumak için kızlarını katletmesi ve genel olarak diğer inançlara duyulan derin nefretti. Yani asıl dehşet verici olan bu Müslümanların hayatlarının 7. yüzyıl Arabistan’ının kurallarına göre yönetilmesine gönüllü olmasıydı.
Ilımlılar, Müslüman Kardeşler diye ünlendi. Kuramcıları Seyyid Kutup, İslamcılara, bireyden topluma uzanan ve giderek devleti ele geçirme stratejisine dayanan uzun vadeli bir program sunmuştu. Vehhabilerin estirdiği terörün toz dumanı içinde aslında bu hedef daha makul görünüyordu. Nitekim pek çok ülkede Müslüman Kardeşler iktidarı ele geçirdi. AKP’yi de içine katarsak, tuttukları yere halen “ılımlı İslam” diyoruz. Ancak Mısır’da da görüldü ki, ılımlı olmaları gözlerini kırpmadan büyük kalabalıkları ölüme göndermeyecekleri anlamına gelmiyordu. Dogmatizmde Selefiler’den geri kalır yanları yoktu.
Buna karşın, Seyyid Kutup’un öğrencileri uzun bir süredir Batı için bir İslami model olmayı sürdürüyor. Ilımlı İslam için ise Batı, 1970’lerden itibaren kendi ülkelerinin despot rejimlerine karşı bir sığınak görevi görüyordu. Böylece büyümek için uygun bir zemin de bulmuş oldular; Avro-İslam işte böyle doğdu.
Avro-İslam’ın en önemli temsilcilerinden Milli Görüş ve Almanya İslam Cemiyeti Müslümanlığı Alman devleti için yeniden tanımladı, hazmedilebilir bir hale getirdi. Böylece hem Türkiye’de, hem de Avrupa’da İslam dinini bir disiplin ve yönetim aracı olarak kullanma projesi amacına ulaşmış görünüyordu. Denklemi değiştiren şey ise İhvan’ın İslam coğrafyasındaki laik devletleri ele geçirmeye başlaması oldu. İktidar bir anlamda onların gerçek niyetlerini de açığa çıkarmıştı. Vehhabiler gibi, onlar da 7. yüzyıla dönüş eğilimi taşımaktaydılar.
Aslında Türkiye’nin AKP ile ulaşmaya çalıştığı menzile bazıları daha erken ulaşmıştı. Pakistan’da İslamlaştırılan ceza kanunları görünüşe göre dini ve peygamberi korumak üzerine yoğunlaşmış görünüyordu. Bu, elbette, müthiş bir baskı ortamı yaratılmasına yardım etti. Bu kanunların en büyük mağduru ise tahmin edilebileceği gibi kadınlar oldu. Pakistan hızla bir kadın cehennemine dönüştü.
Bu açıdan bir laboratuvar olan Suudi Arabistan’da, 2002’de kızlara özel bir devlet okulunda yangın çıktı. Polis itfaiyecilerin kızları kurtarmak için okula girmelerine de, kızların dışarıya başörtüsüz çıkmalarına da izin vermedi. 14 kız öğrenci yanarak öldü.
Şaşırtıcı gelebilir ama bir muska taşımak Suudi Arabistan’da ölüm cezası gerektiren bir büyük suç. Yakalanırsanız başınız kesilerek idam ediliyorsunuz.
İktidar olmak daha derinde yatan bir takım hastalıkları da ortaya çıkardı. İhvan’ın iktidar olduğu ülkelerde hırsızlık, yolsuzluk ve rüşvet sıradan olaylar kabul ediliyor. Bu nedenle Müslümanlar giderek daha fazla İslam’a ahlaksız davranışları haklı göstermek için başvuruyor. Yakınlarda, bizden bir milletvekili, akrabalarını usulsüz işe yerleştirdiği sorulunca, “Kuran’da akrabalarınız kayırın diyor” diye cevap verdi. Üstelik karşısındakini Kuran’a inanmamakla suçladı.
Bu gelişmelerin en önemli sonuçlarından biri, uzun bir propaganda ile kitlelere inandırılan “ahlakın dinin bir türevi olduğu” yargısının yıkılması oldu. Böylece İslam giderek daha fazla “saplantılı bir inanç” görüntüsüne bürünüyor. Fransa’da Charlie Hedbo baskının ardından gösterilen “İslami” tepkiler de bunun kanıtı. Din, geniş bir coğrafyada Müslümanlar için yeniden cinayet işlemeyi mazur gösterecek bir kriminal vakaya dönüşüyor.
Milli İslamcılara 28 Şubat darbesi
Türkiye’de ılımlı İslam’ı temsil eden Milli Görüş ile AKP arasında derin farklar vardı. Büyük ölçüde Batı’dan beslenmesine karşın Milli Görüş, anti Batıcı ve antikapitalist eğilimler taşıyordu. Yeniden tanımlanmış devletlü dine fıtratları uygun değildi.
İmdada 28 Şubat kararları yetişti. AKP bütünüyle bir 28 Şubat ürünüdür. 1997 yılında bir kırılma noktasına gelmiş İslami hareket bakımından, 28 Şubat süreci bir çıkış yolu oldu. Düzen ağırlığını AKP’den yana koyarak Erbakan’ı ve partisini engelledi. Erbakan’ın 1994 yerel seçimleriyle başlayan yükselişi iktidar olmaya yetmiyordu. Yenilikçi hareket 28 Şubat’ın desteğiyle işte bu dokunuşu yaptı; Erbakan’ın öğrencileri o şubat gününde Batıcı ve AB’ci oldu.
Bir başka açıdan bakarak şunu da söyleyebiliriz: Susurluk olayı devletin öldüğünü ortaya çıkarmıştı. AKP’liler geldiler ve o devleti ölü geçirdiler.
Bunda, Türkiye’nin yerel üretime dayalı bir ekonomi olmaktan çıkıp, finans kapitalin kontrolüne geçmiş ve uluslararası kapitalizm ile “bütünleşmiş” bir yapıya dönüşmesinin payı elbette büyük. Türkiye artık üreterek değil, parayı çevirerek kazananların ülkesidir ve bu şartlarda yönetmek ve düzeni muhafaza etmek için din şarttır. Ancak dincileri neoliberal piyasacılara dönüştürme yine bir devlet projesiydi. Böylece “millet, milli, selamet, fazilet ve saadet” çizgisi, “ak”a dönüşmüş, Erbakan’ın yerini Erdoğan almış, kalkınmacı bir dinsel eğilimden faizci bir İslamcılık türetilmişti.
1997 devlet açısından da bir kırılma noktasıydı. 12 Eylül’ün başlattığı dinci eğilimler artık mantıki sonuçlarına yaklaşmıştı. Eski düzenin kalıntılarını temizlemek üzere “Ergenekon” için ortam hazırdı.
Devletin bu evrimini takip etmek için yeniden TİB’e ve onun kurucusu Ertuğrul Zekai Ökte’ye dönmemiz gerekiyor. (4) Ökte, Genelkurmay Müşaviri ve darbeci generallerin kontenjanından Danışma Meclisi üyesiydi. 1960’lı yıllardan bu yana “Belgelerle Türk Tarihi Dergisi” adlı bir yayın çıkarıyordu ve dini tonu yüksek bir milliyetçilik yapıyordu. Yakın tarihteki bütün önemli olaylardan sonra yeni bir birinci sayı yaparak yayın hayatına başlayan dergi 1997 yılını da yeni bir başlangıç saydı. Derginin Şubat 1997 tarihli sayısı dini dozu düşük, milliyetçi tonu yüksek bir sayıydı. Kapakta “Yeniden Müdafaa-i Hukuk” ibaresi okunmaktaydı. Oysa aynı dergi 1980’li yıllarda “Elhamdülillah Atatürkçüyüz” tonunda arz-ı endam etmekteydi. 1997 dergisi artık ilerici olmaya, programını “modern dinamik Türkiye” üzerine oturtmaya karar vermişti. (5)
Dergiye göre, PKK ile mücadele için atılan hatalı adımlar sistemin çürümesine yol açmıştı. Böylece PKK ile mücadeleyi paravan yapan ama gerçekte kendi hesabına çalışan kişi ve çevreler türemişti. Gizlice desteklenen dinci partiler ve hareketler de kontrolden çıkmak üzereydi. Dinci gericilik ve çetelerle mücadele etmek gerekiyordu. 28 Şubat işte budur.
Dönemin ruh hali TİB’in yarı resmi yayın organı Türk Tarihi dergisinde şöyle anlatılıyor: “Türkiye’de laiklik ve irticaya karşı psikolojik harekât faaliyetlerinde en önemli cephe 3. Türkiye, hem laikliğe hem de irticaya karşı duyarsız ve ilgisiz Türkiye cephesidir. Çünkü laik Türkiye ile mürteci Türkiye’nin gücü ve bu güçlerin gelişme istikameti belli, 3. Türkiye’de ise bunlar çoğunlukla belirsizdir. Bu tür belirsizlikler içinde 3. Türkiye, hasım psikolojik harekât doğrultusunda bazen laik, bazen de mürteci Türkiye’yi destekleyebilme istidadındadır. Kontrol altına alınabilmesi yönünden 3. Türkiye, laik Türkiye ile mürteci Türkiye’ye kıyası daha zor, daha problemli bir Türkiye’dir. Laikliğe ve irticaya karşı duyarsızlığını ve ilgisizliğini yenebilmek için 3. Türkiye’de her türlü çareye başvurmalı, halkımızı öncelikle milli hedeflere bağlamalıyız.” Yani laiklik ile irtica arasında salınan Türkiye duyarsız ve ilgisiz kalabalık bir kütle üzerinde durmaktaydı. Bu kütleyi psikolojik harekâtla yönlendirmek mümkündü.
12 Eylül’ün ardından kurulan TİB işte bu nazik zamanlarda kapatıldı. Toplumu İslamileştirme işinde ölçü kaçırılmıştı. Yerine “Batı Çalışma Grubu” kuruldu, amaç TİB’in kararttığını aydınlatmaktı. 1996’da temelleri atılan bu program 2002 yılında duvara tosladı, çünkü İslamizasyon tamamlanmıştı. Ergenekon için kapı aralanıyordu.
Yeni dalga
Arap Baharı, Ortadoğu’yu Müslüman Kardeşlere teslim etme hamlesiydi. Saddam, Mübarek, Kaddafi benzeri “laik diktatörler” devrildi. Alelacele yapılan seçimlerden ılımlı İslamcılar çıktı. Bu değişimin Ankara ayağında elbette AKP iktidarı vardı.
Hesapta olmayan şey ise Suriye’de umulmadık bir direnişle karşılaşılmasıydı. Mısır’da Müslüman Kardeşleri alaşağı eden darbe de bu direnişin bir uzantısı olarak ortaya çıktı. Rüzgâr artık tersten esiyordu.
Türkiye’de Müslüman Kardeşler ayakta, ancak onlar için de rüzgâr artık karşıdan esiyor. Ortadoğu’nun yasası: Kahire’de, Şam’da, Bağdat’ta olan eninde sonunda Ankara’da da olur.
Devrilme kesin, bilemediğimiz şey ise Batı’nın bu işi halka bırakacak kadar ağır bir riski göze alıp almayacağı.
Dipnotlar
1) Yazının tamamı için. Bkz. Orhan Gökdemir. Devletin Din operasyonu-Öteki İslam. Destek Yayınları. İstanbul 2009.
2) Bu harekâtta görev alan ve görevini başarıyla yapanlardan bazıları şöyle;
Korgeneral Doğan Beyazıt, General Teoman Koman, Albay İhsan Beriş, Albay Altan Ateş, Albay İsmet Akyol, Albay Tahir Tamer Kumkale, Albay Oğuz Kalelioğlu ve Ertuğrul Zekai Ökte. Ökte, TİB’in kuruluşunu MGK Müşaviri olarak bizzat yönetti. General Koman o dönemde Özel Harp Dairesi Başkanıydı. Daha sonra MİT Müsteşarı oldu. 28 Şubat sürecinde MGK üyesiydi. Kariyerine zamanın ünlü holdinglerinden birinde yönetim kurulu üyesi olarak devam etti. Oğuz Kalelioğlu Diyanet Başkanına danışman oldu. Diyanet Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, emekli Albay Kalelioğlu’na ne danışacağı sorulunca “Her alanda danışılabilir, özellikle psikolojik alanlarda” yanıtını vermişti. Altan Ateş bir tarikat yayını olan TGRT’in üst düzey yöneticisi oldu. Fethullah Cemaatinin üniversitesinde kariyer yapanlar da vardı aralarında, Milli Eğitim’e bakan atananlar da!
3) Özgün adı İslam Dünyası Birliği – Rabıtat-al Alam-al İslami. 1962 yılında Mekke’de kuruldu. Amacı İslami birlik oluşturmaktı. En büyük yatırımlarından biri de Türkiye’ye yönelikti. Rabıta aracılığıyla her yıl vali, emniyet müdürü ve yargı üyeleri hacca davet ediliyor, misafirlerin bütün masrafları Rabıta tarafından karşılanıyor ve ülkelerine pahalı hediyelerle dönmeleri sağlanıyordu. Ankara Kocatepe Camii’nin temellerinde bile Rabıta parası vardı. Özetle Arap-Amerikan Petrol Şirketi’nin fonlarıyla dünyaya İslam’ı yaymak için faaliyetteydi.
4) Ertuğrul Zekai Ökte, Ergenekon davasının en hararetli günlerinde cemaatin bir yayınına olup bitenlere teğet geçen uzun bir söyleşi verdi. Söyleşinin ana fikri Ökte’nin gelişmelerden memnun olduğu yönündeydi.
5) 1997’de her şeyin kontrolden çıktığını anladılar. Dini kontrol için atılan en zavallı adımlardan biri TİB’in “dini hurafelerden arındırma” girişimi oldu. Yaptıkları “İslam projesi” RP’nin iktidar olması üzerine durduruldu. 1994’te karar verilen proje ise kitap yayını bir dizi televizyon programı yapmaktan ibaretti. Kitap için İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden 6 kişilik bir heyet oluşturulmuştu. Heyette Prof. Dr. Beyza Bilgin, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk ve Prof. Dr. Salih Akdemir gibi isimler vardı. MGK’da toplanan ilahiyatçılara bir orgeneral başkanlık etmişti. Din hurafelerden arındırılamadı ama ilahiyatçıların hazırladığı “İslam Gerçeği” adlı kitap 25 bin adet bastırılarak dağıtıldı. Kitap askerlerin marifetiyle oluşturulmuş başarısız yayınlar arasında yerini aldı.