Ana Sayfa 135. Sayı Kitapçı Rafı – 135

Kitapçı Rafı – 135

466

Atalarımızın Gölgesinde

– Carl Sagan, Ann Druyan, Çev. Ayça Türkan, Say Yayınları, 2015, 544 s.

İnsanlığı varlıklı bir evin kapısına bırakılmış kimsesiz bebeğe benzetsek yeridir. Yeni ebeveyni ona geçmişine dair bir öykü anlatır. Çocuk büyüdükçe bu öyküyü inandırıcı bulmayıp gerçekte kim olduğunu, hangi soydan geldiğini araştırır. Öğrenir ki insan ve dünya günümüzden 6000 yıl önce yaratılmamıştır! Dünya 5 milyar yıl önce oluşmuş, yaşam 4 milyar yıl önce ortaya çıkmış ve evrilerek 2 milyon yıl önce insan türü biçimini almıştır… Çocuk en sonunda insan türünün kendisini doğadan ayrı, ondan üstün bir varlık olarak görmesinin yanlış olduğunu anlar.
Bu yanlıştan kurtulup en yakın akrabalarımız olan canlı türlerinin yaşam tarzını incelemek, türümüzün başına bela olmuş, savaş, katliam, sömürü, etnik merkezcilik, yabancı düşmanlığı, cinsiyet ayrımcılığı gibi sorunların çözümüne katkı sağlayacaktır.Carl Sagan ve Ann Druyan bu kitap ile okuru bir bilim şenliğine davet ediyor.

Işık Parçacıkları

– Yeni Bellek Bilimi, Charles Fernyhough, Çev. Kıvanç Tanrıyar, Aylak Kitap, 2015, 296 s.

Bilim insanları arasında insan hafızası konusunda yeni bir uzlaşmaya varıldı. Sandığımız gibi sabitlenmiş, değişmeyen anılara sahip olmadığımızı; hatırlamak üzere çağırdığımız anıları her seferinde yeniden yarattığımızı keşfettiler. Psikolog Charles Fernyhough’a göre hatırlamak nörolojik bir sürecin ürünü olduğu kadar anlatıma dayalı hayal gücümüzün de bir eylemi.

Bilim ve edebiyatı, olağan ve olağandışı olanı bir araya getiren incelikli biçimde yazılmış bu titiz araştırma, hatırlama yetilerimizi ve geçmişimizle olan ilişkimizi otobiyografik hafızanın yeni bilimi yoluyla anlamamıza yardımcı oluyor. Belleğin doğasını bize bir romancının çekiciliğiyle ve bilimadamının titizliğiyle açıklayan bu disiplinlerarası incelemede anıların, edebiyatın ve bilimin sınırları içiçe geçiyor.

Bilim Felsefesi

– Alex Rosenberg, Çev. İbrahim Yıldız, Dipnot Kitabevi, 2015, 414 s.

Bilimin doğasını, yöntemini, amacını, sınırlarını, kavramsal yapısını, nasıl temellendirilebileceğini ve onu diğer bilme biçimlerinden ayıran özelliklerini anlamak isteyenler için zengin içerikli bir kaynak kitap . Teaching Philosophy dergisinin “standartları tutturan bir çalışma” ve “temel başvuru kitabı” diye nitelediği bu yapıt, alanda yaşanan değişimleri yansıtacak şekilde gözden geçirilmiş ve güncellenmiş. Gene bu amaç kapsamında bilim felsefesi ile felsefenin geri kalanı arasındaki bağları vurgulayan yeni ve ilginç örnek olaylar ile ayrıntılara yer verilmiş.

Bilim felsefesinin problemlerinin felsefenin en temel ve en süreğen problemleri arasında yer aldığını, Platon’dan bu yana disiplinin gündemindeki soru(n)lara birer örnek oluşturduğunu, onun modern kostümlü versiyonları olduğunu göstermeyi amaçlayan bu çalışma, tematik yaklaşımıyla da dikkat çekiyor.

Mahremiyet ve Kamusallık

Kitle İletişim Aracı Olarak Modern Mimari, Beatriz Colomina, Çev. Aziz Ufuk Kılıç, Metis Yayınları, 2015, 400 s.

Mahremiyet ve Kamusallık, modern mimari hareketinin Adolf Loos ve Le Corbusier gibi iki önemli figürünün eserlerinden yola çıkarak, mimarinin ancak kitle iletişim araçlarıyla temasa geçtiğinde modern olduğunu ve böylece geleneksel mekân ve öznellik anlayışlarının temellerini sarstığını savunuyor. Mimarlığın kabul gören bakış açılarının temel varsayımlarını sorguluyor ve mimari eleştirinin yöntemini yeniden değerlendiriyor.
Arşivden şehre, modaya, savaşa, reklamcılığa ve müzeye kadar uzanan entelektüel bir yolculukta, mekânları deneyimleme biçimlerimizdeki değişikliklerin izlerini süren kitap, mimari söylemi çizim, model, fotoğraf, kitap, film ve reklam gibi pek çok temsil biçiminin kesişim noktası olarak gördüğü için, mimari nesneye, yani başlı başına bir temsil mekanizması olan binalara başka gözlerle bakmayı öneriyor.

Dişil Dindarlık

– Zehra Yılmaz, İletişim Yayınları, 2015, 284 s.

Dindarlığın “ölçüleri”, epeydir, kadın kimliği ve bedeni üzerinden tartışılıyor. İslâmcılık ve karşıtları arasındaki mücadele, kadının statüsünü, kılığını kıyafetini tayin etmek etrafında dönüyor. Bu durum, dinin anlaşılma ve yaşanma biçimini nasıl etkiliyor? Dindar kadınlar bu mücadelenin içinde bir özne olarak neredeler, “neyliyorlar”? Zehra Yılmaz bu sorulara cevap ararken, Türkiye gündeminin yanı sıra, global düzlemdeki tartışmaların, bu arada özellikle İslâmî feminizm tartışmalarının etkisini de hesaba katıyor. Kadın dindarlığının kazandığı anlamı ve geçirdiği dönüşümü, hem teorik düzeyde hem de derinlemesine görüşmelere dayanarak “sahada” tahlil ediyor. Dindarlığın içeriğine ilişkin kavga kadınlar üzerinden yürürken, ekonomi ve siyaset alanının sadece erkeklere tahsis edilmiş olmasının etkilerine dikkat çekiyor. Kadınları kamusal alana çıkartırken bir yandan da onları sınırlayan bu ikili sürecin gerilimine eğiliyor. Dindar kadın inisiyatiflerini, derneklerini, bu arada “Başörtülü aday yoksa oy da yok” kampanyasını, bu gerilimin ışığında inceliyor. Din etrafındaki mücadelede kadınlara yüklenen rolün ve bir toplumsal deneyim olarak kadın dindarlığının bir sonucunun, dinin dişilleşmesi olduğunu görüyoruz.

Sesin Cinsiyeti

– Anne Carson, Çev. Zeynep Talay, Nod Yayınları, 2015, 26 s.

”Bir erkeğin kendine mahsus sophrosyne’sinin koşulu olarak kendisini duygularından arındırması ve böylece sesini kontrol etmesi, cinsiyet stereotiplerinin temel varsayımıdır. Buna bağlı olarak da, erkeğin kadına karşı toplumsal sorumluluğu, kadının sesini kontrol etmesi, çünkü kadının kendisinin bunu yapacak yetide olmamasıdır. Böyle bir erkek ‘hayırseverliğini’ Homeros’un Odysseia’sının 22. kitabında görürüz: yaşlı kadın Eurykleia yemek salonuna girer ve Odysseus’u karısına talip çıkanların ölü bedenleri arasında kanlar içinde bulur. Eurykleia başını kaldırır ve bir ololyga söylemek üzere ağzını açar. O esnada Odysseus eliyle yaşlı kadının ağzını kapatır ve şöyle der, ou themis: ‘Tam da şimdi bağırmana izin yok. İçinden sevin…”

Anne Carson bu denemesinde, antik uygarlıklardan günümüze, eril zihniyetin kadın sesine bakışını inceleyerek kadın sesinin nasıl sistemli bir şekilde kontrol altında tutulmaya çalışıldığını ortaya koyuyor.

Kayıp Kitaplar Kütüphanesi

– Alexander Pechmann, Çev. Regaip Minareci, Can Yayınları, 2015, 192 s.

Hemingway’in eşi, yazarın tüm elyazmalarını nasıl çaldırmıştır? Balzac neden yayıncısına kızıp Köy Hekimi romanının ikinci cildini imha etmiştir? James Joyce, Stephen Hero adını taşıyan iki bin sayfalık elyazmasını neden ateşe atmıştır? Edebiyat tarihini, yayımlanmamış ve okurla buluşma şansına sahip olamamış eserlerden yola çıkarak yeniden okumak olası mı? Alexander Pechmann, adeta edebiyat dedektifliğine soyunarak inşa ettiği Kayıp Kitaplar Kütüphanesi’yle tam da bunu yapıyor: Bu kütüphanede edebiyat evrenini kalıcı izleriyle şekillendirmiş başyapıtlar yer almıyor; burada Kafka, Joyce, Byron, Shelley, Mérimée, Puşkin, E. Howard ve daha nice dev yazarın kayıplara karışan elyazmalarının izi sürülüyor. Bunlar, “rastlantısal olarak ya da kaza sonucu, bir hezeyan ve öfke sırasında ya da gözü dönmüş bir kasıtlılıkla yazarlar, yayıncılar, mirasçılar, avukatlar, din adamları, eğitimciler, zorbalar, askerler, sansürcüler ve okurlar tarafından imha edilmiş, doğanın gücüne yenik düşmüş, bir yerlere gizlenmiş ya da anlaşılmaz dillerde ve çözümlenemeyen yazılarla yazılmış ve kimseler tarafından okunamamış kitaplardır”.

Barbar Batı

– Bir Aime Cesaire Kitabı, Ed. Güneş Ayas, Doğu Kitabevi, 2015, 248 s.

20. Yüzyılın o ayrıcalıklı, hümanist, Hıristiyan burjuvası… farkında olmaksızın içinde Hitler taşımaktadır. Hitler’de affedemediği şey o vakte kadar yalnızca Cezayir’in Araplarına, Hindistan’ın kulilerine, Afrika’nın zencilerine reva görülen sömürgeci muamelenin bu sefer Avrupa’ya reva görülmesidir… Sömürgecilikle medeniyet arasında uçsuz bucaksız bir mesafe vardır. Sömürgeci, vicdanını yatıştırmak için diğer insanı bir hayvan gibi görme eğilimi içine girer, kendini ona hayvan gibi davranmaya alıştırır ve nesnel olarak bizzat kendisi bir hayvana dönüşür… Hitler’den bahsetmiyorum, ya da gardiyandan, ya da serüvenciden ; ben yolun karşısındaki ” terbiyeli çocuk “tan söz ediyorum, bir SS elemanından, gangasterden değil, saygıdeğer burjuvadan bahsediyorum.

Hz. Muhammed’in Hocaları

– Arif Tekin, Berfin Yayınları, 2015, 230 s.

Kur’an’daki birçok ayetin kökeni nedir?

Hz. Muhammed’e peygamberlik yolunda hocalık edenler kimlerdi?

Hz. Hatice’nin bu konudaki rolü neydi?

Hz. Muhammed ortaya çıkmadan önce Mekke’de Allah inancı var mıydı?

Kur’an’daki ayetlerde Tevrat, İncil, diğer eski inanç ve kültürler ne derece etkili oldu?

Ortadoğu’da tanrı görevlendirmesi öteden beri var oldu mu?

Arif Tekin bu ve bunun gibi sorulara putperestlikten başlayarak ayetler eşliğinde yanıt ararken tüm bilgileri kaynaktan aktarıyor. Kur’an’daki ayetlerin pek çoğunun, daha önce Arap şair ve düşünürler tarafından da dile getirildiğini; bu bilgileri Hz. Muhammed’e aktaran, ona hocalık eden kişilerin var olduğunu önemle vurguluyor

Yazar, Hz. Muhammed döneminde tüm insanların putperestlikten arınıp tek tanrı etrafında birleştiği söyleminin gerçekleri yansıtmadığı düşüncesine ulaşırken; Kur’an’daki bilgilerin eskilerin devamı olduğu sonucuna varıyor.

Marksizm ve Kadın

– Emek, Aşk, Aile, Sibel Özbudun, Tekin Yayınevi, 2015, 224 s.

Neoliberal kapitalizmin devreye girer girmez, “devleti küçültmek” söylemiyle gündeme getirdiği “kamusal desteklerin (ya da sosyal devletin) tasfiyesi”, onun üretim ile yeniden üretim alanları arasındaki bağlantılılığın bilincinde olduğunu gösteriyor.
Bu durum, kadınları konu alan Marksist çalışmaların, onların salt ucuz, ağır sömürü koşulları altındaki “üreticiler” konumuyla değil, aynı zamanda “yeniden üreticiler” olarak ele alması gerektiğini göstermekte: yani “domestik alan” içerisindeki konumlarıyla. Bir başka deyişle aile, üreme, cinsellik, analık, ev kadınlığı, aşk, ev hizmetlisi… vb. konularının onların işçiler olarak konumlarıyla birlikte sorunsallaştırılması gerektiğini gündeme getirmektedir.
Marx ile Engels’in çalışmalarında bu konulara pek fazla değinilmediği bilinir. Ancak izleyen kuşakların Marksistleri, Marx’ın yaklaşımını “yeniden üretim” konusunda uygulama konusunda çabalara girişmişlerdir.

Bu aynı zamanda “toplumsal cinsiyet”in salt kültürel (ya da “biyopsişik”) bir düzlemde tanımlanamayacağını, en doğrusunun ekonomi politik ile kültürü, ya da denklemi farklı bir düzlemde kurmak gerekirse, üretim ile yeniden üretimi birlikte ele almak olduğunu, yani ne ekonomizme, ne de kültüralizmden saplanmadan ikisini bağdaştıran bir Marksist yaklaşımın benimsenmesi gerektiği anlatır bize…

İktidara Giden Yol

– Karl Kautsky, Çev. Özlem Altıok, Yazılama Yayınevi, 2015, 150 s.

Karl Kautsky’nin 1909 yılında yayımladığı “İktidara Giden Yol” adlı kitabı, pek çok çevrede, düşünürün yazdığı son “Marksist” kitap olarak görülür. Bu yaklaşımda Lenin’in payı büyüktür. Lenin, Kautsky ve çevresinin 1914’te savaşın başlamasıyla birlikte aldıkları tutuma karşı giriştiği büyük saldırıda dahi bu kitaptan övgüyle söz etmeyi sürdürür.

Ancak Kautsky devrimin çıkarlarını aramaktansa devrimi yaratacak koşulları aramayı tercih etmiştir. Kautsy’nin determinizmi sonu gelmez bir atalete açılan kapıdır. Kautsky’nin açıldığını söylediği devrimler çağında iktidara giden yolu arayanlar başkaları olacaktır.

Modern İnsanın Kökeni

– Roger Lewin, Çev. Nurdan Soysal, Say Yayınları, 2015, 488 s.

Roger Lewin kitabında modern insanın evrimsel geçmişiyle ilgili bulgu ve kuramları ele alıyor. Güncel jeolojik, paleontolojik, arkeolojik ve genetik kanıtların ışığında, modern insanın kökeninin hangi Homo yani insan türüne dayandığı sorusuna verilmiş en net yanıtları bizlerle paylaşıyor. Bilimcilerin insanın evrimi bilmecesini çözmeye çalışırken faydalandıkları, tarihlendirme yöntemleri, taş alet teknolojileri, evrim genetiği ve tarihöncesi kültür-sanat gibi konularla ilgili ayrıntılı bilgiler veriyor. Modern İnsanın Kökeni insanın evrimsel kökenleri konusunda bilgi sahibi olmak isteyen her okura bol miktarda malzeme sunan aydınlatıcı, doyurucu bir eser.

Önceki İçerikBu iyi bir kitap!
Sonraki İçerikBaşlangıçta cehalet vardı