“Günümüzde enerji alanında çok çeşitli ve çok daha iyi alternatifler var. Enerji konusunda en başta enerji verimliliğini artırmak, tasarruf yollarını uygulamak, kayıp ve kaçak oranlarını iyileştirmek, yenilenebilir enerji kaynakları kullanmak gibi yapılabilecek çok şey var. Bunları denemeden, bunlara öncelik vermeden, nükleer enerji seçeneğine başvurmak hiç anlamlı değil. Onun için nükleer santral inşa edilmesine karşıyım.”
Sunuş
Sürdürülebilir yaşam ve ekoköy konusunda çalışmaları da bulunan, 1986’da yaşanan Çernobil kazasının ardından bir rapor yayımlayan ve Karadeniz bölgesinde üretilen çayda yüksek miktarda radyasyon bulunduğunu ortaya çıkaran bilimsel araştırmalar yapmış olan ODTÜ Kimya Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. İnci Gökmen ile nükleer santrallerle ilgili riskleri konuştuk.
“Nükleer santrale karşıyım, çünkü…”
– Nükleer santraller meselesi son dönemde Akkuyu’ya inşa edilmeye başlanan santral ile gündeme geldi; ancak yıllardır ülkenin gündeminde olan bir konu. Siz de konuyla yakından ilgilisiniz. En baştan şunu sorarak başlayalım isterseniz; nükleer santrallerin inşa edilmesi ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Destekliyor musunuz, yoksa karşı mı çıkıyorsunuz?
– Ben Türkiye’de nükleer santrallerin yapılmasına karşı çıkıyorum. Doktora çalışmalarım sırasında nükleer teknikleri sağlık ile ilgili ölçümler yapmakta kullanmıştım. Çalışmaları bir araştırma nükleer reaktöründe yapmıştım. Reaktörde çalışmadan önce radyasyonun riskleri, etkileri, radyoaktif malzemelerle nasıl çalışacağımız, nasıl korunacağımız ve benzeri konularda eğitim aldım. Türkiye, 1986 yılındaki Çernobil felaketinden en çok etkilenen ülkelerden birisiydi. O dönemde ülkemiz dışında gerçekleşen bir nükleer kazanın ülkenin otoriteleri ve politikacıları tarafından ne şekilde ele alındığının, sonrasında hem ülkemizde hem Çernobil civarında yaşayan insanların bu kazadan nasıl etkilendiklerinin yakın tanığıyım. Dolayısıyla kendi ülkemde bir nükleer santral yapılması en başta böyle bir kaza olma ihtimali nedeniyle beni son derece ürkütüyor. Yurtdışında olan bir nükleer kaza bile, ülkemizde iyi bir şekilde yönetilemedi. Alınabilecek önlemler alınmadı, yasaklar getirildi, radyasyonun insanlara etkileri daha azaltılabilirdi; ancak yapılmadı. Nükleer santrallerin kaza riskleri yadsınamaz boyutta. Bu riskler gerçekleşir ve bir kaza olursa çok kişinin etkileneceği endişesini taşıyorum. Bu, nükleer santrala neden karşı olduğumun gerekçelerinin en başında geliyor.
Tabii nükleere karşı çıkmamın kaza riskinin yanı sıra daha pek çok başka gerekçeleri de var. Nükleer santraller normal çalışmaları sırasında da çevreye radyoaktivite saçıyor. Radyasyonun sağlık etkileri korkutucu, doza bağlı olarak ölümlere neden oluyor, kanser riski var, doğum anomalilerine neden olabiliyor, genetik bozulmalara sebep olabiliyor, kısırlık nedeni olabiliyor. Nükleer santral kurmak da, ondan elde edilecek elektrik de çok pahalı, artık pek çok ülke bundan vazgeçiyor. Atık sorunu çözülebilmiş değil. Nükleer santral ömrünü doldurduğunda sökülmesi gerekli, bu bile oldukça pahalı. Nükleer enerji yerli bir enerji de değil. Hem teknoloji, hem yakıtlar, hem işletecek kişiler yerli olmayacak. Akkuyu fay hattına çok yakın, ama enerjinin yoğun kullanıldığı merkezlere çok uzak. Akdeniz ülke turizminin en yoğun olduğu bölge, burada nükleer santral kurulması bu sektörü baltalayacaktır. Soğutma amaçlı kullanılacak suyun göreceli sıcak olması verimi azaltan bir faktördür. Nükleer santral için seçilen alan yoğun ormanlık alandır. Yer lisansı 1970’li yıllarda alınmıştır. O tarihte çevre etki değerlendirmesi bilinmiyordu. Günümüzde enerji alanında çok çeşitli ve çok daha iyi alternatifler var. Enerji konusunda en başta enerji verimliliğini artırmak, tasarruf yollarını uygulamak, kayıp ve kaçak oranlarını iyileştirmek, yenilenebilir enerji kaynakları kullanmak gibi yapılabilecek çok şey var. Bunları denemeden, onlara öncelik vermeden, nükleer enerji seçeneğine başvurmak hiç anlamlı değil. Onun için nükleer santral inşa edilmesine karşıyım.
“Nükleer kazaların sayısı bilinenin çok üstünde”
– Bütün tartışma konularına değinmiş oldunuz. Bu başlıkların her birini sorular halinde tartışalım istiyoruz. Öncelikle kaza ya da arıza riskinden söz ediyorsunuz; dünyada aktif olarak çalışan kaç nükleer santral var ve şimdiye kadar olan kazalar nasıl bir çevre tahribatına yol açtı, biraz bahsedebilir misiniz?
– Dünyada nükleer santral sayısı 435. Ancak nükleer enerji kullanılmaya ilk başlandığı yıllarda bu sayının binlerce olacağı öngörülüyordu. Bu gerçekleşemedi. Three Mile Island kazasıyla başlayan nükleer santral sayısındaki duraksama, Fukuşima kazasının ardından devre dışı bırakılan santrallerle birlikte düşmeye başladı. Kaza riski nedir? Çeşitli kişiler değişik rakamlar veriyorlar. Ancak 1979’da Three Mile Island kazasını yaşadık. O sırada biz de Amerika’da doktora yapıyorduk. 1986’da Çernobil kazası oldu ve 2011’de de Fukuşima felaketi yaşandı. Bu kazaların etkileri çok ciddi oldu. Bunlar büyük coğrafyaların etkilendiği, milyonlarca insanın tanık olduğu, etkileri çok büyük olan kazalar. Ancak olan nükleer kazalar bundan çok fazla, diğerleri daha az sayıda insanı ve çevreyi etkilediğinden pek haberimiz olmuyor. Ancak günümüzde bu tür kazalarla ilgili bilgilere erişmek de mümkün.
– Hükümetler mi bu kazaları saklıyor, yoksa görece önemsiz oldukları için mi haber olmuyorlar?
– Sanırım yalnızca nükleer reaktörün kalbinin eridiği, bu nedenle de çok geniş alanların ve çok fazla insanın etkilendiği ciddi kazalarla bütün dünya ilgileniyor. Çünkü öyle bir kaza neredeyse bütün dünyayı etkiliyor. Örneğin Çernobil’in radyoaktivite yüklü bulutları öncelikle Kuzey Avrupa’ya gitti, daha sonra bulutlar ülkemize de geldi, hatta bütün dünyayı dolaştı. Fukuşima kazasından sonra saçılan radyaoaktiviteye Amerika’da rastlandı. Ancak nükleer yakıtın olduğu reaktörün kalbinde erime olduğunda haber niteliği taşıyor. Daha küçük çaplı etkileri olan kazalar da çok sayıda. Onlar önemsiz mi? Elbette değil, ancak boyutları daha küçük, daha yerel etkileri oluyor. Bir nükleer kaza sonrasında kirlenen alanların temizlenmesi imkânsız. Ama kazanın olduğu santralin riskleri hep sürdüğünden, sürekli denetlenmesi ve önlemlerin alınması gerekli. Nükleer santrallerin kaza riski bir gerçek. Kazalar arttıkça nükleer santrallerin maliyetleri de çok arttı. Örneğin Akkuyu’da inşa edilecek olan nükleer santral için 90’lı yıllarda da bir ihale süreci vardı. O zaman her şey çok açık açık konuşulabiliyordu. O zamanki ihalede söz konusu olan rakamlar 2,5-5 milyar dolar arasındaydı. Şu anda Akkuyu’ya yapılması planlanan nükleer santralin kurulumu için 22 milyar dolarlardan söz ediliyor. Oluşan büyük kazalar nükleer santrallerde güvenlik açıklarını ortaya koydu ve güvenlik önlemlerini artırmak için maliyetler yükseldi.
– 90’lı yıllara göre teknolojide de bir değişiklik olmadı mı? Şu anda kazaların geçmişe oranla daha önlenebilir olduğunu söyleyebilir miyiz?
– Ben buna inanmak isterim, ama maalesef inanamıyorum. Çünkü oluşan kazaların geri planına baktığınızda, hemen her nükleer santral kazasının insan etkisi nedeniyle yaşandığını görüyorsunuz. Diyebilirsiniz ki Fukuşima’da tsunami yaşandı. Bu santrali işleten TEPCO kazadan önce işleri düzgün yapsaydı, tsunaminin ya da depremin etkisi bu kazada çok daha az olabilirdi. Kazanın ardından öğrendiğimiz detaylara göre, TEPCO firması kazadan önce birçok güvenlik önlemini görmezden gelmiş, bazı evraklarda usulsüzlük yapmış. Hem santralin yapımında hem de işletilmesinde çok özenli çalışılmamış. Ben Japonları çok titiz, disiplinli insanlar olarak biliyordum, benim için bu kaza çok büyük bir şok oldu. Dolayısıyla teknolojik olarak güvenlik önlemlerini ne kadar artırsanız da reaktörde insan çalışıyor ve kazalar insan faktörü içeriyor. İnsan faktörü, kazaların oluşmasında ya da daha ciddi sonuçlar doğurmasında önde gelen etkenlerden. Çernobildeki kaza da bu nedenle oldu. Çernobil’de operatörler deney yapıyorlar, deney sırasında tüm güvenlik önlemlerini kaldırıyorlar. Bu durumda reaktörde ani güç artışı olabileceğini hesaba katmıyorlar, fark ettiklerinde ise kazanın olmasına engel olamıyorlar. Yani yine bir insan faktörü var. ABD’de ki Three Mile Island kazası da benzer şekilde insan kaynaklı. Güvenlik önlemleri için maliyet ne kadar artırılsa da insanın olduğu yerde kazalar kaçınılmaz oluyor.
– Peki kaza ya da arıza ihtimali haricinde çevreye nasıl etkileri olabiliyor? Atık depolama sorunundan söz etmiştiniz. Bu konuyu biraz açabilir misiniz?
– Atıklarla ilgili ABD’de çok yoğun çalışmalar yapıldı, milyarlarca dolar para harcandı. Atıkları Yucca Dağı’nda yerin yüzlerce metre altına gömme çalışmaları yapıldı. Nükleer santralden çıkan atıkların yarı-ömürleri (mevcut aktivitenin yarıya inmesi için geçen zaman) çok uzun. Bazılarının yarı ömrü 20-30 yıl, bazılarının yarı-ömrü binlerce yıl. Yani reaktörden çıkan radyoaktif atıkların binlerce yıl güvenli bir şekilde saklanması gerek. Öyle ki atıkları içine koyduğunuz kap binlerce yıl dayanabilmeli, yeraltı sularına ya da çevreye sızıntı olmamalı. Amerika’da 30 sene sonra gelinen nokta şu ki; böyle bir garanti mümkün değil. Tabii o bölgede yaşayan halk da yakınlarında bir nükleer mezarlığa karşı çıktı. Çünkü yapılan çalışmalardan binlerce yıl nükleer atıkların güvenli bir şekilde muhafaza edileceğinin garantisinin sağlanamadığı görüldü. Sonuç olarak ABD’de nükleer santral atıkları nükleer reaktörlerin yanındaki havuzlarda depolanıyor. Dünyanın hiçbir yerinde nihai bir nükleer atık mezarlığı söz konusu olamadı. Nükleer yakıt reaktörde kullanılıp atık haline dönüştüğünde radyoaktivite düzeyi yakıttakinden çok daha fazla oluyor. Çünkü reaktörde bu yakıttaki nükleer çekirdek parçalanarak çok daha fazla sayıda radyoaktif izotoplar üretiliyor. Sonuç olarak radyoaktif atıkların saklanması da o kadar sıradan bir iş değil. Akkuyu’da inşa edilmesi planlanan santral için de atık sorununun nasıl çözülebileceğine ilişkin planlar kamuoyuyla paylaşılmadı. Oysa o atıklar reaktör yakınındaki havuzlarda bekletilirken bile soğutulmaları gerekiyor. Fukuşima’da havuzlarda bekletilen atıklar bile ciddi sorun oldu.
Çevreye etkilerine gelince, en büyük görünen etki insanlarda oldu. Çernobilde kazanın etkilerini azaltmak için 850 bin kişi çalıştırıldı, Sovyetlerin parçalanmasından sonra bu insanların akıbetleri büyük ölçüde izlenemedi. Ölenler, kanser olanlar ve diğer sağlık etkileri konusunda değişik kurumlar, değişik sayılar ortaya koyuyor. Çernobil ve Fukuşima kazaları sonrasında, bu reaktörlerin etrafındaki 20-30 km mesafelerdeki alanlarda insanların yaşaması yasaklandı.
Çernobil’de kötü bir sınav verdik
– Çernobil’le ilgili sizin yayınladığınız bir rapor var. Bize bu raporun nasıl ortaya çıktığından ve Çernobil ile ilgili o dönemki hükümetin tutumundan söz edebilir misiniz?
– Çernobil kazası 26 Nisan 1986’da olmuştu. Kazanın olduğunu Sovyetler Birliği herkesle paylaşmadı. Bu kazayı dünya kamuoyu İsveç’ten haber aldı. İsveç’te radyasyon detektörlerinde çok yüksek değerler ölçülünce, radyasyonun kaynağı araştırıldı ve sonuç olarak radyasyonun kaynağının Rusya’da olduğu ortaya çıktı. Radyasyon bulutu Mayıs ayının başında, Tekirdağ taraflarından Türkiye’ye girdi, orada bitki örtüsüne bulaştı, o bitkilerle beslenen hayvanların sütlerinde radyoaktivite çıktı ve sonradan öğrendiğimiz kadarıyla bu sütlerle yapılan peynirler de piyasaya sunuldu ve çoktan tüketildi. Sütü peynire çevirdiğinizde kısa ömürlü olan radyoaktiviteden kurtuluyorsunuz ama o peynirlerin içinde sezyum da var, stronsiyum da var ve bunların yarı ömürleri 30 sene. Tabii çevrede de radyaoaktivite var. Dolayısıyla bu radyasyona maruz kalınmış oldu.
Türkiye’ye daha sonra ikinci bir radyoaktivite yüklü bulut geldi ve bu bulut Karadeniz kıyılarına vurdu. Karadeniz kıyılarında çok yağış vardır. Bu yağışlarla yere inen radyasyon tüm çevrede ve o bölgede yetiştirilen çay yapraklarının üzerinde tutunuyor. Radyasyondan en çok o bölgede yaşayanlar ve bu yağışlara maruz kalan insanlar etkilendi. Daha geniş bir nüfusun etkilenmesi ise radyasyona maruz kalan çaylar nedeniyle oldu. Çayda radyasyonun varlığı daha sonraları Almanya sayesinde ortaya çıktı. O yıl üretilen çayların bir kısmı Almanya’ya ihraç edildi. Avrupa’daki pek çok ülkede olduğu gibi Almanya da, ülkeye giren pek çok gıda ürününde radyoaktivite ölçümleri yapıyor. Bu ölçümler sırasında radyasyona rastlanan çayların hepsi Türkiye’ye geri gönderildi. Biz çayda radyoaktivite olduğunu basından öğrendik. Tabii Türkiye’de çay çok içiliyor, bu nedenle çayların radyoaktiviteyle kirlenmeleri çok büyük bir sorun haline geldi. Biz de ODTÜ’de çay örneklerinde radyoaktivite olup olmadığına ilişkin ölçümler yapmaya başladık. Bizim ölçüm yaptığımız duyulunca dört bir yandan çay örnekleri gönderilmeye başlandı. Çünkü herkes endişe içerisindeydi.
Radyoaktivitenin birimi Bekerel’dir; Bekerel saniyedeki bozunma sayısıdır. Biz detektörümüzle sadece gama ışınımı sayısını ölçtük, oysa beta üreten izotoplar da vardı. Ölçtüğümüz çaylardaki ortalama gama radyoaktivitesi kilogram başına 10.000 Bekerel’di. Bu oldukça yüksek bir radyoaktivite demektir. Çayda radyoaktivite olduğu ortaya çıktıktan sonra hükümet şöyle bir yol izledi: “Tamam çayda radyoaktivite var; ancak bunun çok azı, yüzde 3’ü deme geçiyor” dediler. Bu nedenle önemli değil, herhangi bir önleme gerek yok diye düşünüldü. Halkın bunu duyup çay içmeyeceği, bu nedenle de ekonomik zarar edileceği endişesi halk sağlığının önüne geçti. ODTÜ’de ilk yaptığımız deneylerde radyoaktivitenin ne kadarının deme geçtiğini tespit ettik. Gördük ki sadece çayı yıkadığınızda bile, yani sıcak suyla biraz çalkalayıp o suyu döktüğünüzde bile radyoaktivitenin yarısına yakınından kurtuluyorsunuz. Radyoaktivitenin yaklaşık yüzde 60’ı çaydan deme geçiyordu.
ODTÜ’de çok sayıda ölçüm yaptıktan sonra ben, eşim Ali Gökmen, Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Aykut Kence ve Olcay Birgül birlikte rapor hazırladık. 1987 yılında YÖK aracılığı ile üniversitelere yollanan bir yazıyla Çernobil sonrası üniversitelerde bu konularda çalışmalar yapılmaması, yapılan çalışmaların sonuçlarının açıklanmaması ve Radyasyon Güvenliği Komitesi’ne yollanması yönünde bir bildiri üniversitelere yollanmıştı. Biz de hazırladığımız raporu ODTÜ Rektörlüğü’ne sunduk. Raporda çaya ilişkin bulguları ortaya koyduk ve önerilerimizi sıraladık. Bunlar arasında radyasyonlu çayların toplatılıp imha edilmesi, mutlaka içilecekse de çalkalanıp suyu döküldükten sonra içilmesi yönünde halk bilgilendirilsin, hamile ve emzikli kadınların kesin suretle çay içmemeleri yönünde duyuru yapılsın gibi öneriler bulunuyordu. İnsanların çay içerek ne kadar radyasyon dozu alacaklarını hesaplamıştık.
Bizim rektörlüğe sunduğumuz bu rapor kısa bir süre sonra basında yer aldı. Tabii hemen büyük bir sansasyona neden oldu. Çünkü rapor yayınlanana kadar hükümet “Radyasyon var, ama deme geçmiyor” açıklaması yapıyordu ve bizim raporumuz bu bilgiyi yalanlamış oldu. Sonuçta o zamanki Sanayi Bakanı’yla toplantı yaptık. Bu toplantıda bizim deneylerimizi düzgün yapmadığımızı ima ettiler ve Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun (TAEK) Çekmece’deki tesisinde deneylerimizi yeniden yapmamızı söylediler. Bunun üzerine biz de bütün çay örneklerinden örnekler tarttık, standartlarımızı yanımıza aldık ve söylenen tesise gittik. Toplantı mekânına gidince bir masa etrafında 15 kişi gördük. Bize dediler ki; bizim sizin deneylerinizle herhangi bir sorunumuz yok, dolayısıyla herhangi bir deney yapma filan söz konusu değil; ancak kamuoyuna ortak bir demeç verebilir miyiz? Bu toplantı sabah başladı, ertesi gün sabaha karşı herhangi bir ortak açıklama yapmayacağımızı söyleyerek orayı terk ettik.
Aslında radyasyonlu çayların piyasaya hiç sürülmemesi mümkündü. Sonradan öğrendiğimize göre Çernobil kazası olduğunda Çaykur’un depolarında bir önceki yıldan kalan yaklaşık 50 bin ton kadar temiz çay varmış. O yılın mahsulü radyoaktiviteyle kirlenince radyoaktivite düzeyi azalır düşüncesiyle temiz olan çayları radyoaktivite bulaşmış olan çaylarla harmanlamışlar. Oysa sonuç olarak tüm çaylar tüketilecekse, toplam alınan radyoaktivite miktarı değişmez. Kirlenmiş olan çaylar piyasaya sürülmese ve bir önceki senenin mahsulü piyasaya sürülüp insanlara durum anlatılsaydı; çaydan alınan radyoaktiviteyi insanlar boşu boşuna almamış olurdu. Bir yıl sonra yeni ürün çıktı, yeni ürün oldukça temizdi. Artık kirli olan çaya ihtiyaç kalmayınca kirlenmiş olan ürünler belli depolarda toplandı, bir kısmı toprağa gömülmeye çalışıldı, bir kısmı yakıldı, ancak çayın imhası da doğru bir şekilde yapılamadı. Gömülen çayların bazı kişilerce çıkartılıp satıldığı haberlerini duyduk. Üstelik radyoaktif kirlilik toprağa gömme veya üzerine beton dökmeyle giderilemiyor. Radyoaktif maddenin yarı-ömrü var, yaklaşık 10 yarı-ömür geçmesi gerekiyor. Kazanın üzerinden yaklaşık 30 sene geçti, yarı ömrü 30 yıl olan sezyumun radyoaktivitesi sadece yarıya indi. Hâlâ Karadeniz’de radyoaktif kirlilik ölçülebilir. Sonuç olarak Çernobil olayına ilişkin Türkiye hükümetinin çok kötü bir sınav verdiğini söylemek mümkün. Bu da tabii Akkuyu’da yapılacak santral için fazlasıyla endişelenmemize yol açıyor.
Çernobil kazasından sonra birlikte çalıştığımız sevgili Olcay Birgül, Aykut Kence ve Leziz Onaran aramızdan ayrıldılar. Bu vesileyle kendilerini sevgi ve hasretle anıyorum.
Kamuoyu bilgilendirilmiyor!
– Basında Akkuyu santraliyle ilgili çok üstünkörü bilgiler yer alıyor. Siz bu santralle ilgili bilgilerin ne kadarına ulaşabiliyorsunuz? Kullanılacak teknoloji, atık depolama gibi konularda hükümet ne kadar bilgi paylaşımı yapıyor?
– Akkuyu ile ilgili bundan önceki ihale sürecinde, 90’lı yıllarda bu iş için biraz daha özenli davranıyorlardı. Kamuoyu bilgilendirme toplantıları yapılıyordu ve basında açık açık riskler, önlemler konuşuluyordu. Şimdi böyle bir bilgi paylaşımından haberdar değilim. Ancak sızma şeklinde bilgiler var. Aslında bu gibi çok geniş alanları etkileyebilecek olan projelerle ilgili çok daha detaylı bir bilgi paylaşımı yapılması gerekir. Hatta Avrupa’da bazı ülkelerde şu bile olmuştu; örneğin Avusturya’da nükleer santral inşa edildi, sonra kamuoyu yoklamasına gidilip hayır oyu çıkınca tesis hiç çalıştırılmadı. Tabii risk büyük olunca insanların endişe edecekleri çok daha fazla şey oluyor. Çernobil kazası 1986’da oldu, yani 30 yıla yakın zaman geçti. Santralin kuş uçuşu 30 km yarıçapındaki alanda insanlar yaşayamıyor. Çernobil Türkiye’ye kuş uçuşu 1500-2300 km mesafede. Buna rağmen özellikle Karadeniz’de çok büyük etkileri oldu. Bir nükleer santral kazası olduğunda başta yakın çevresi olmak üzere bundan etkilenecek milyonlarca insan ve kilometrelerce alanda yaşayan canlılar var. Karşı çıkmak elbette hepimizin hakkı. Bu tesis nasıl bir risk getirecek? Hepimiz bunları bilmek durumundayız. Ancak ülkemizde bu konuda bilgilendirme yapılmıyor maalesef.
– Peki Hocam, nükleer santralleri savunanlar fosil yakıtlı santral seçeneğine göre çok daha çevreci olduğunu öne sürüyorlar. Örneğin nükleer seçeneğinin termik santrallere göre çevreye daha az zararlı olduğunu söylüyorlar. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
– IPPNW’nun (Uluslararası Nükleer Savaşa Karşı Hekimler Federasyonu) Türkiye Şubesi olan Nükleer Savaşa Karşı Hekimler Derneği’nin kurucusu Prof. Dr. Leziz Onaran’ı iki yıl önce kaybettik. Onun bir sözünü hiç unutmam: “Kötü örnek örnek değildir.” Fosil yakıtlı santraller de kötü örnekler. Nükleeri savunanlar iyice ileriye götürerek şunu söylüyorlar: Sigara içmenin riski daha büyük. Tamam ama sigara içmek de iyi bir şey değil. Riskleri karşılaştırırken kötüyle niye karşılaştırıyoruz? “Fosil mi, yoksa nükleer mi” sorusunu ben o kapsamda görüyorum. Her ikisinin de dışında daha iyi alternatiflere bakmalıyız.
Ancak burada bir parantez açayım. Nükleer santral çalışırken belki fosil yakıtlı santrallerde olduğu gibi dışarıya karbondioksit vermiyor. Fakat tüm nükleer çevrimini düşündüğünüzde, madenin çıkarılması, yakıtın üretilmesi vs. gibi tüm evrelerin toplamına baktığınızda nükleer santraller karbon salınımı sıfır olan bir enerji kaynağı. Santralin değişik aşamalarının oluşturulmasında fosil yakıtlardan yararlanılıyor. Böyle bir gerçek var.
Nükleerin yalnızca atıkları “yerli”!
Bir de tabii önemli olan başka bir nokta var: Nükleer yakıtlar da, fosil yakıtlar da sonlu kaynaklar. Eninde sonunda tükenecekler. Pek çok gelişmiş ülke artık başka enerji kaynaklarına, verimliliğe, tasarrufa yöneliyor. Örneğin Almanya bunun tamamen farkında. Bu kazaların arkasından, yani Çernobil ve Fukuşima’dan sonra Almanya 2023’e kadar nükleer tesislerini kapatma kararı aldı. Peki Almanya nasıl bir alternatife yöneliyor? En başta enerji tüketiminde verimliliği çok önemsiyor. Tasarrufla ilgili çalışıyor ve harıl harıl yenilenebilir enerji kaynaklarını devreye sokuyor. Bunların başında rüzgâr ve güneş enerjisi geliyor. Türkiye güneş enerjisi bakımından Almanya’dan konum olarak çok daha şanslı durumda. Almanya’nın bu alanda yaptığı yatırım sonucu ulaştığı nokta hedeflerinin de önüne geçti. Ülkemizde de bu konularda yapabileceğimiz çok şeyler var. Ayrıca bu alandaki bütün kaynaklar da yerli olacak. Böyle bir avantajı da var. Enerji verimliliği konusunda zaten dünyanın bir hayli gerisindeyiz, bu alanı doldurmamız lazım. Bunun yanı sıra yenilenebilir kaynakları da değerlendirmemiz lazım. Nükleer santrallerin hiçbir şeyi yerli değil. Ben Akkuyu santrali ile ilgili reklamları görünce çok şaşırıyorum. “Güçlü Türkiye’nin yerli enerjisi” benzeri reklam sloganları var. Nükleer santralin nesi yerli olabilir? Atıkları yerli olacak! Dolayısıyla enerji seçenekleri arasında fosil yakıtlı santrallerle kıyaslamak hiç anlamlı değil. Her ikisi de iyi birer seçenek değil.
– O kıyaslamayı şu nedenle yapıyorlar aslında: Yenilenebilir enerji kaynaklarıyla konvansiyonel enerji üretiminin mümkün olmadığı söyleniyor. Enerji üretiminin büyüklüğü bakımından nükleere biraz olsun yaklaşabilecek tek seçeneğin termik santral olduğu söylenerek bu argüman ortaya konuyor.
– Peki Almanya bunu nasıl yapıyor? Almanya’nın sanayi üretimi bizim ülkemizdekinin çok üzerinde. Onların elektrik üretimleri bizim üretimimizi katlıyor. Almanya bunun yapılabileceğini düşünüyor demek ki. Yalnızca Almanya’da değil aslında. Örneğin rüzgâr enerjisi üretiminde karasal alanlardan, denizde rüzgâr türbinlerine geçmişler. Dolayısıyla eğer bu olmaz, yapılamaz diye yola çıkarsanız o yolda ilerleyemiyorsunuz. Ancak “Ülkemin enerji üretimi şu kadar, verimli kullanır ve tasarrufa öncelik verirsem, yeni santrallerde yenilenebilir enerjiye önem vereceğim” dediğinizde, buna göre bir planlama yapıyorsunuz, hedefinizi bu şekilde çiziyorsunuz, adımlarınızı ona göre atıyorsunuz. Ayrıca nükleer olsun, fosil yakıtlı seçenekler olsun, bunlar bir gün tükenecekler. Yalnızca bu nedenle bile, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek gerekiyor.
Enerji verimliliği öncelikli olmalı
Başka bir nokta ise ürettiğiniz elektriği nasıl kullandığınız sorusu. Türkiye’de kayıp ve kaçak oranları Avrupa’nın hâlâ bir hayli üzerinde. Öncelik buraya verildiğinde, bu başlı başına bir tasarruf kaynağıdır. Aksi halde üretim odaklı çözümlerle enerji sorununu çözmek mümkün değil. Bu şuna benziyor: Su taşıyacaksınız ama suyu delikli kovayla taşıyorsanız, çok verimsiz bir taşıma olur, suyu yollarda ziyan edersiniz. Kayıpların önüne geçilmediğinde ziyan çok oluyor. Bu kayıpların önüne geçildiğinde yeni santrallere gerek kalmıyor. Enerji konusunda öncelik enerji verimliliğine ve tasarruf konusuna verilmeli. Başta sanayii, iş yerleri ve okullarda yüzde 30 ile 50 arasında oranda tasarruf potansiyeli bulunmakta. Konut bazında düşünürseniz, pek çok evde çok fazla sayıda elektrikli aletler kullanılıyor. En başta buzdolabı geliyor, 24 saat boyunca çalışıyor. Evimizde kullandığımız buzdolabını değiştirdik, elektrik faturamız yarı yarıya düştü. Çok daha verimli bir enerji kullanımı bu. Elektrikli aletler çalışmadığında tamamen kapatmadığımızda, yanan kırmızı ışık için harcanan elektik enerjisi için büyük bir santrale ihtiyaç var. Alışveriş merkezleri, köprüler, binalar gereksiz şekilde ışıklarla donatılıyor. Şunu çok yanlış görüyorum: Avrupa’da, Amerika’da kişi başına elektrik tüketimi şu kadar, biz onların daha altında tüketiyoruz, tüketimimizi artırmalıyız deniyor. Böyle bir şey doğru değil. Siz yaşam kalitenizden ödün vermeden, verimli ve daha tasarruflu bir şekilde elektrik enerjisini kullanabilirsiniz. Evsel elektrik kullanımında tasarruf belki çok önemsiz bir şey gibi görülebilir ama, 70 milyonluk ülkede herkes bu şekilde davranırsa, tasarruf özendirilirse ciddi boyutlarda tasarruf yapmak mümkün. Sonuç olarak nükleer seçeneği gündeme getirilmeden önce yapılması gerekenler belli; ancak bunlar neden yapılmıyor, bunu bilemiyorum.
– Enerji verimliliği konusunda ciddi bir mesafe kat edildiği söylenemez belki ama yenilenebilir enerji seçenekleri değerlendiriliyor aslında. Son yıllarda çok sayıda hidroelektrik ve rüzgar santrali yapımına başlandı. Bu uygulamalar da halkı memnun etmiyor gibi gözüküyor. Bununla ilgili neler söyleyebilirsiniz?
– Bence artık ne olursa olsun halka rağmen, insana rağmen hiçbir şey yapmamak lazım. Yapacağınız yatırımı o bölgede yaşayan insanlara, hayvanlara ve doğaya zarar vermeden yapmak lazım. Eskiden enerji tartışmaları gündeme geldiğinde, çok büyük kapasiteli hidroelektrik santraller (HES) yerine küçük santraller daha çevre dostu olabilir diye düşünüyordum. Fakat şimdi geldiğimiz noktada bu santrallerden binlercesinin yapılması söz konusu oldu. Bu santralleri yaparken dereleri kanal içine koyuyorlar, su kanalda uzunca bir yol kat ediyor. O kanalın çevresindeki bütün canlılar, ağaçlar, her şey ölüyor. Oraya can suyu bırakılmıyor, o bölgede yaşayan insanların eskiden olduğu gibi sulamada vs. kullanmalarına izin verilmiyor ve sorun da bundan kaynaklanıyor. Dolayısıyla bir işin yapılış şekli önemli. Rüzgâr enerjisi ile ilgili olarak da santralin yerleşim yerlerine olan uzaklığı gözetilmeli. Üstelik rüzgâr enerji santralleri yalnızca karada değil, denizde de yapılabiliyor. Dolayısıyla illa ben buraya yapacağım, size rağmen yapacağım demek hiç doğru değil.
– Peki söyleşinin başında dünya nükleerden vazgeçiyor dediniz. Nükleer enerji savunucuları bunun çok doğru olmadığını söylüyor. Fukuşima’nın yarattığı travmanın ardından santrallerin kapatılmasının kısa vadeli bir politika olduğunu öne sürüyorlar. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
– Halihazırda çalışan nükleer santrallerin sayısına bakarsanız sayıları Çernobil’den sonra artmadı, Fukuşima’dan sonra da düşüşe geçti. İnşa halinde olanların sayısına bakarsanız 70’in üzerinde santral inşa edilmekte gibi gözüküyor. Ancak yapılmakta olan onlarca santral varmış gibi gözükse de, bu santrallerin yapım sürelerinin bir hayli uzun olduğunu da görüyorsunuz. Elbette bu santrallerin planlanmasında öngörülen maliyetler inşaat süresince epey artıyor. Dolayısıyla santrallerin sayısının artmakta olduğuna ilişkin rakamları çok dikkatle irdelemek lazım. Bu konudaki çalışmalar nükleer santrallerin sayısının artık sabit bir seviyeye ulaştığını, hatta Fukuşima’dan sonra da düşüşe geçtiğini söylüyor.