Ana Sayfa 137. Sayı Bilim Kazanı’ndan ‘ses’ üzerine atıp tutmalar: İnleyen nağmeler

Bilim Kazanı’ndan ‘ses’ üzerine atıp tutmalar: İnleyen nağmeler

1207

Ses dediğimiz duyuyla aslında neyi algılıyoruz? Uzayda ses var mı? Sesi ses yapan özellikler neler? Ses nasıl çıkıyor, bize nasıl geliyor? Sesin kulağımızdaki serüveni… Duyma yetimiz evrimsel süreçte, sudaki hareketlenmeleri hisseden balıklardan, havadaki hareketlenmeleri hissederek biz insanlara nasıl gelmiş? Batı müziği ile Türk müziği arasındaki yapısal farklar neler?

Sunuş

Okuyacağınız yazı, Harvard Üniversitesi’nde doktora çalışmalarını sürdüren üç genç bilimcinin “ses” üzerine sohbetinden oluşuyor: Genetik Departmanı’ndan Aysu Uygur, Viroloji Programı’ndan İlker Öztop ve Fizik Bölümü’nden Alp Sipahigil. Kendi tanımlamalarıyla bu “üç silahşorlar”, 94.9 FM Açık Radyo’da düzenli olarak haftada bir “Bilim Kazanı” adlı bir bilimsel sohbet programı yapıyorlar. Her hafta bir konuyu sohbet formatında, ama bilimsellikten ödün vermeden inceliyorlar. Bu programın 35.’si “ses” üzerineydi. Geniş ilgi alanları da olan farklı disiplinlerden bilimcilerin tek bir konuya yoğunlaşmaları, o konunun çeşitli boyutlarıyla ele alınmasını sağlamış. Hem fiziksel anlamda ses’in ne olduğu, hem işitme organımızın yapısı, hem işitme sisteminin evrimsel süreç içinde geçirdiği aşamalar, hem de karşılaştırmalı olarak müzik türleri, bunların hepsi akıcı bir sohbet içinde ele alınıyor. Bu nedenle, Bilim ve Gelecek’in alışıldık formatından farklı olmasına karşın, bu yazının, “ses” konusunu işleyen kapak dosyamızın bir parçası olmasını istedik. Bizi kırmayarak yayımına izin veren “üç silahşorlara” teşekkür ediyoruz.

Öte yandan Bilim Kazanı programının ilk 12 bölümünden oluşan kitabın Temmuz ayında Bilim ve Gelecek Kitaplığı’ndan çıkacağını da buradan duyuralım.

Alp: Merhaba sevgili dinleyiciler, Bilim Kazanı’nın 35. bölümüne hoş geldiniz. Ben Alp.

İlker: Ben İlker…

Aysu: Ben Aysu…

Aysu: Bugün konuşacağımız konu ses…

Hep beraber: Sesssssssss…

Aysu: Sesin bilimi. Yani ses nedir? Bizim duyduğumuz bu şey ne? Alp sana soruyorum, istersen bu bölümün uzmanı olarak sen anlat.

Alp: Tamam, elimden geleni yapayım. Çok basit ve genel geçer bir tanım olarak şunu diyebiliriz; ses bir titreşim. Madde olan bir ortamda atomların, moleküllerin, periyodik bir şekilde, kimi zaman periyodik olmasa da, titreşmesine biz ses diyoruz.

Aysu: Yani bunu algılamamız? Bu titreşimi duyabilmemiz?

Alp: Evet, bu titreşimi duyduktan sonra, kulağımıza geldikten sonra biz ona ses diyoruz. Ama aslında nedir diye soracak olursak birkaç örnek verebiliriz, titreşimler ne formda olabilir? Mesela bir katı örneği verelim; ben masaya vurdum, masaya vurduğum noktada atomlar titreşmeye başlıyor ve bu titreşimler masanın bir ucundan başka bir ucuna aktarılıyor. Bu belli bir hızda oluyor. Bu titreşimin ortam içinde ne hızla hareket ettiğine de ses hızı deniyor.

Aysu: Ses dediğimiz şey, ışıkta fotonun hareket etmesi gibi tanımlayacağımız bir şeyden ziyade her hangi bir maddenin titreşmesi ve bizim bunu algılamamız. Ses dalgası dediğimiz zaman bize gelen bir şey yok, foton gibi.

Alp: Evet, çok güzel bir noktaya değindin. Işık da örneğin dalgadan oluşan bir şey, ancak ışık dediğimiz şey kendi başına bir parçacık. Ancak ses kendi başına bir parçacık değil. Bu ortamdaki atomların titreşmesi.

İlker: Yani hareketin bir yerden bir yere aktarılması ve bir tarafta o hareketin bir sonuca ulaşması bazı durumlarda ses olarak algılanabiliyor.

Alp: Evet, algılama kısmına girersek orada bir birey olması lazım. O titreşim eğer senin kulağına geliyorsa ve o senin beynine bir şekilde ulaşıyorsa buna ses diyoruz.

Aysu: şöyle özetleyebiliriz, bizim için en önemli duyulardan biri olan ses aslında etrafımızdaki maddelerin titreşimini algılamamız.

Alp: Şu ana kadar katı örneğini verdik. Katı içerisindeki moleküller birbirine bağlılar, bu titreşimler böylece aktarılabiliyor ancak aynı şey havada veya sıvılarda da geçerli.

Aysu: Mesela sen elini birbirine çarptığında ne oluyor?

Alp: Sen iki elini bir araya getirdiğinde havayı sıkıştırmış oldun ve bir basınç dalgası yarattın.

İlker: İki elin arasında?

Alp: İki elin arasında sıkışan havadaki atom yoğunluğuna basınç diyoruz. Sen onları değiştirmiş oldun.

Aysu: Onlar Meksika dalgası gibi benim kulağıma kadar geldiler…

Uzayda ses var mı?

Alp: Evet, yarattığın basınç dalgası odada yayılmaya başlıyor ve bunun da hızı saniyede 300 metre kadar. Hatta bu 300 metreyi de belki hatırlarsınız ilkokulda ya da ortaokulda, yıldırım çaktığında uzaklığını hesaplamak için bu formül vardı. Çünkü ışık neredeyse anında geliyor, çok hızlı hareket ediyor ancak ses gecikmeli olarak geliyor. Sen diyelim ki ışığı gördükten 3 saniye sonra duyarsan biliyorsun ki yaklaşık 1 kilometre ötede çünkü ses saniyede 300 metre gider.

Aysu: Ses hızı dediğimiz şey de havaya özgü. Örneğin suda daha farklı değil mi?

Alp: Evet, hatta havanın yoğunluğuna göre de sesin hızı değişiyor. Bulunduğun ortam hangi materyaldeyse o ortamın ses hızı diye bir kavram var. Farklı katılarda farklı hızda ilerliyor. Havada farklı ilerliyor, farklı atmosferlerde daha farklı ilerliyor.

İlker: Peki hava olmayan yerlerde nasıl ilerliyor?

Alp: İlerleyemiyor çünkü.

(Gülüşmeler)

Aysu: Uzayda ses yok!

Alp: Aslında baya ilginç bir şey uzayda ses olmaması, neden yok onu açıklayayım önce.

İlker: Yani titreştirecek bir parçacığın olmaması… Mesela bir yerde bir patlama olsa ben o patlamayı duyamıyorum.

Aysu: İlker seni uzaya atsak bir daha hiç duymak zorunda kalmayız yani, ho ho ho.

(Gülüşmeler)

Alp: Uzayda ışık bir yerden bir yere gidebiliyor ama senin demin dediğin gibi ışık kendi başına bir parçacık, boşlukta kendi başına hareket edebiliyor ancak ses dediğimiz şey kendi başına hareket eden bir parçacık değil. Uzayda ortam boş olacağı için titreşecek şey yok. Bu yüzden uzay oldukça sessiz bir yer.

Aysu: Peki Alp, Rosetta’dan duyduğumuz o şarkılar türküler neydi? Rosetta’dan kaydedilen bir ses vardı?

Alp: Evet, dinleyicilerimize hatırlatalım geçtiğimiz sene 2014 yılında, güneş etrafında yörüngede olan bir kuyrukluyıldıza bir uzay aracı yollanmıştı. Bu uzay aracı kuyrukluyıldıza yaklaştığında biliminsanları bir ses dosyası paylaştılar medyayla. Bu ses dosyasını kuyrukluyıldızdan gelen şarkı müzik diye paylaşmışlardı ama biz demin dedik ki uzayda ses gitmiyor. Bir yerden bir yere gitmiyor.

Aysu: Sevgili dinleyiciler inanmayın bu bilimcilere hep yalan dolan! Neymiş işin aslı?

Alp: İşin aslı iyi niyetli bir yorum aslında. Kuyrukluyıldızdan gelen sinyal elektromanyetik bir dalgaydı yani ses dalgası değildi .

İlker: Yani aslında parçacık yayılıyordu.

Alp: Evet foton geliyordu. O uzay mekiğine gelen ışını sonra…

Aysu: Tercüme ettiler…

Alp: Tercüme ettiler bir titreşime evet. Aslında gerçekte kulağını versen Rosetta’ya bir ses duymuyorsun yani.

İlker: Peki bu bütün bu ışıklar böyle tercüme ettirilebilir mi sese?

Alp: Evet yani sonuçta ışığı açıp kapayabilirsin mesela. Biz bunu elimizle yaptığımızda saniyede bir kere yapıyoruz. Yani frekansı bir oluyor. Ama uzaktaki, frekansı çok yüksek olan, çok hızlı açılıp kapanan bir ışığı hoparlöre versen, elektrik şeklinde aktarımını yapsan sese dönüştürebilirsin tabi. Hatta buna çok ilginç bir örnek geçmişte var: Kepler gezegenlerin hareketini bir düzen içinde anlamaya çalışıyordu. Kepler 16. yüzyılda yaşamış bir astrofizikçi, astronom. Şunu yapıyor, gezegenlerin hareketinin periyoduna bakıyor ve görüyor ki gezegenler de periyodik şekilde hareket ediyor. Sonrasında Kepler…

İlker: Gezegenlerin müziği gibi bir şey mi?

Alp: Evet gezegenlerin müziği diye bir şey yapıyor. Çünkü notalarda olduğu gibi, gezegenlerin hareket periyodu var. Kepler gezegenlerin hareket periyotları arasında müzikte farklı notaların arasındaki uyuma benzeyen matematiksel ilişkiler buluyor. Örneğin Mars ile Jüpiter’in frekans aralığının ne kadar sıklıkla hareket ettiğini koruyor ve bunları birer notaya tercüme ediyor. Bu oranlar, Newton’un yerçekimi yasalarını geliştirmesinde çok önemli rol oynuyor sonrasında.

Aysu: İşte Rönesans adamı!

Sesi ses yapan özellikler

İlker: Peki abi şimdi, ses maddenin titreşmesi dedin. Çeşitli maddeler aynı şekilde titreşirse aynı ses mi çıkıyor? Ya da sesi ses yapan tek özellik titreşim sayısı mı?

Alp: Sesi tanımlayan birkaç özellik var bunlardan bir tanesi senin dediğin gibi titreşimin periyodu ne? Yani bu titreşim ne sıklıkta oluyor? Saniyede bir kere mi oluyor, on kere mi oluyor, yüz kere mi oluyor, bin kere mi oluyor?

İlker: Ya da on bin

Alp: Ya da on bin olabilir. Sesin bu özelliğine yani saniye de kaç kere titreştiğine ortam içerisinde, frekans diyoruz. Yani ben belli bir frekans dediğimde, frekansın birimi hertz, saniye başına kaç kere titreştiğini söylüyorum. 100 hertz dediğimde hangi ortamda olursa olsun diyorum ki oradaki atomlar veya moleküller saniyede 100 kere titreşiyorlar. Bu özelliklerinden bir tanesi.

“YÜKSEK AMPLİTÜTTE KONUŞUYORUM!”

Aysu: Tamam, buna frekans diyoruz.

Alp: Buna frekans diyoruz evet.

Aysu: Diğer özellik nedir?

Alp: Diğeri de ne kadar yüksek veya alçak ses olduğu, sesin amplitütü, genliği.

Aysu: O dalganın yüksekliği

Alp: Evet, o dalganın yüksekliği. Moleküller saniyede 10 kere hareket ediyor ama nereye kadar hareket ediyor? Odanın bir ucundan diğer ucuna mı gidiyor? Yoksa bir milimetre mi hareket ediyor.

İlker: Yani sesimi yükseltmem gibi mi mesela? Yani şu anda düşük amplitütte konuşuyorum. “ŞU ANDA YÜKSEK AMPLİTÜTTE KONUŞUYORUM”

Alp: Evet, dinleyicilerden İlker adına özür diliyoruz bu noktada ve programımıza devam ediyoruz. Evet İlker aynen dediğin gibi, hatta bu etkiyi bas hoparlöründe , bunlara “woofer” da deniyor, bu etkiyi gözünle görebilirsin. Arabanın arkasına bagajına koyup mahallenin inletildiği hoparlörler. Sesini açtıklarında bu wooferların, hoparlörlerin aslında bir zarı var sesi yaratan zarı, onun hareket ettiğini görüyorsun. O ne kadar çok hareket ediyorsa mahalle o kadar çok inliyor.

Do, re, mi…

Aysu: Yani ses bir basınç değişikliği demiştin zaten. Bu bas wooferlar çalıştığında da basıncı bayağı midemizde de hissediyoruz. Peki Alp, iki temel eleman var diyorsun seste, bir tanesi frekans bir tanesi amplitüt, yani ne kadar yüksek veya alçak olduğu. Duyduğumuz sesler arasında birçok fark var. Senin sesinle benim sesim aynı değil, enstrümanlardaki notalar aynı değil, bu farklar neden doğuyor?

İlker: Ben ondan evvel bir şey sormak istiyorum, yalnız enstrümanların notaları dedin, sesi tanımlarken frekans ve amplitüt var sadece dedin, nota tabiri bizim günlük hayatta kullandığımız neye karşılık geliyor peki?

Aysu: Bende bunu soracaktım işte!

(Gülüşmeler)

Aysu: Sesler arası farklar hangi özelliğin varyasyonlarında oluşuyor?

Alp: Nota birebir frekansa tekabül ediyor.

İlker: Belli bir frekans aslında bir nota demek

Alp: Mesela 440 kere titreşiyorsa ses, o zaman bu titreşime “la” deniyor.

Aysu: Yani iki eleman var: Frekans, duyduğumuz sesin notası, havayı ne kadar titreştirdiği ve biz bunu farklı sesler farklı notalar gibi algılıyoruz. Amplitüt, yani dalga boyunun yüksekliği, de sesi kısık bir ses mi duyuyoruz yüksek bir ses mi duyuyoruz bunu tanımlıyor.

Alp: Yani özetlemek gerekirse iki temel özelliği var; frekans ince sesle diiiii yoksa kalın sesle böö mü. Genlik amplitüt da buu mu yoksa buuuuu mu

Aysu: Bunu gitarla yapsana Alp

Alp: Gitarda mesela en düşük frekansı çalabileceğiniz mi teli, (gitarla mi) bunun frekansı yaklaşık olarak 82 hertz. Yani bu tel saniyede 82 kere titreşiyor. Şimdi ben bir sonraki mi’ye geçebilirim, hani nasıl do, re, mi, fa, sol, la, si, do diye bir do’dan başka bir do’ya geçebiliyoruz buna oktav deniyor. Bu kalın mi’den ince mi’ye geçtiğimiz zaman (gitarla ince mi) sesin frekansı iki katına çıktığı zaman bir kalın mi’den bir ince mi’ye geçmiş oluyorsun.

Aysu: İlker çarp bakalım ikiyle.

İlker: 164.

Alp: Bravo.

Aysu: Bu 164’tü.

Alp: Bu 164. Bundan daha da öteye gidebiliriz. (gitarla daha da ince mi) yine mi, aynı nota

İlker: 328.

Alp: vayyy

Aysu: Heyt be!

Alp: Zor soru (gitarla mi)

Aysu: Peki o zaman Alp bir sorum var, diyorsun ki her notanın farklı frekansı var ama farklı oktavlardaki aynı notaların birbirinin iki katı olması gibi bir durum var. Bunun nedeni biraz teknik sanırım.

Alp: Bu iş bir şekilde isim verme; frekanslar sıfırdan sonsuza kadar giden sayılar aslında. Hani insanlar olarak birbirimizle iletişebilmemiz lazım değil mi? Her sayıyı birbirimizle paylaşamayız, o yüzden ne yapıyoruz sistemi kaba bloklar halinde bölüyoruz.

İlker: Biz nereleri duyabiliyoruz?

Alp: İnsan kulağı 20 hertzden yani saniyede 20 titreşimden 20 bin titreşime kadar duyabiliyor.

Aysu: Çok güzel be…

Alp: Bu aslında baya geniş bir aralık.

İlker: On üzeri üç gibi bir spektrum.

Alp: Titreşim frekansının maksimumu ile minimumu arasında bin kat fark var. Bunu mesela gözümüzle karşılaştıracak olursak, gözümüz sadece frekans aralığı iki kat olan bir aralığı görebiliyor. Yani kulağımız çok geniş bir aralığı duyuyor ancak mesela gözümüz sadece işte mavi ışıktan kırmızı ışığa kadar görebiliyor ve o aralığa frekans olarak baktığınızda çok dar bir aralık.

Aynı nota, farklı sesler… Neden?

Aysu: Bu arada bir şey eklemek istiyorum -daha sonra değineceğiz ama- memeliler çok iyi duyucular aslında. Bizim kulaklarımız sesleri hem çok iyi ayırt edebiliyor hem de çok geniş bir aralığı duyabiliyor. Alp demin farklı sesler duyuyorum bunların arasında ne fark var dedim, sende bana dedin ki frekansları farklı. Duyduğun farklı notaların farklı seslerin farklı titreşimlerden kaynaklı olduğunu söyledin. Ama ben aynı notayı, aynı oktavdaki farklı enstrümanlardan duyduğumda da farklı sesler duyuyorum. Ud da la çalıyor, piyano da la çalıyor ama ben bu ud sesi bu da piyano sesi diyebiliyorum o zaman onların arasında ne fark var?

Alp: Çok zor sordu, aslında bu çok ilginç bir soru. Şöyle anlatabilirim bunu mesela: gitarda (gitarla la) la teline bastığın zaman bir la sesi çıkartıyorsun orada. Telin titreştiği frekanslardan bir tanesi, en güçlü titreştiği frekans la frekansı.

Aysu: Diyelim 440.

Alp: 440 ama sen bu tele vurduğun zaman (gitarla la) bunun içinde sadece 440 frekansında titreşen bir dalga yok. Aynı zamanda bunun iki katında titreşen bir dalga var, (gitarla) o iki katı olan ses, benim tele vurduğumda o sesin içerisinde mevcut. Aynı şekilde (gitarla tel basma) üç katı olan ses de mevcut, 4 katı olan da, yani 440 çalmasına rağmen bu enstrüman, işin içerisinde 880 var, 1320 var.

Aysu: Bir frekans kompozisyonu var…

Alp: Evet.

Aysu: Ama ana frekans yine de 440’ta.

Alp: Ana frekans yine 440.

İlker: Ve bu kompozisyon sadece ilk frekansın katlarını, tam katlarını içerebiliyor. Yarımlı, buçuklu katlarını içeremiyor.

Alp: Evet aynen öyle, bu da şunla alakalı. Bu telin içerisine kaç tane dalga sıkıştırabileceğinle alakalı, çünkü gitar telinin başı ve sonu hareket etmiyor.

İlker: Diyelim ki bir metre.

Alp: Bir metre ise, iki tane yarım metrelik dalga sıkıştırabilirim, üç tane 33 cm’lik dalga sıkıştırabilirim.

Aysu: Heyt be!

Alp: Koyarım da koyarım.

Aysu: Ama bu eşyanın doğasından dolayı diyelim, çünkü bilgisayarda sadece 440’lık pür bir frekans sentezleyebilirsin.

Alp: Yapay olarak saf bir ses yaratabiliriz, hatta yaratayım.

Aysu: Yarat ya bir tane.

İlker: Yani kastettiğiniz şu mu? Aslında dijital bir şekilde pür, saf bir ses yaratabiliyoruz ama dijital ortam dışındaki biz insanlar olarak ya da enstrümanlar olarak yaratığımız ses kirli yani sadece pür bir frekans değil o frekansın bütün katlarını da çıkartıyoruz mecburen.

Alp: Analog olarak da yani dijitale özgü bir şey değil pür sinüs çıkarmak. Öyle bir enstrüman yapabilirsin ki o enstrüman sadece pür bir ses çıkarabilir. Onu tasarlayabilirsin aslında. Bu arada bu pür ses yani harmoni olmayan iki üç katını bulundurmayan ses nasıl duyuluyor onu bir çalalım isterseniz. Şu anda bilgisayara bir tane sinüs dalgası yaratmasını söylüyorum.

İlker: Ve bu sinüs dalgası saniyede 440 kere titriyor.

(Bilgisayarda bir tuşa basıldı)

Aysu: Yaratamadın.

Alp: Yaratamadım.

İlker: Bu Alp’in tuşlara basma frekansı.

(Bilgisayardan bir frekans sesi çıktı)

Alp: Bu duyduğunuz gibi kulağa çok hoş gelen bir ses değil ama tek bir frekans kulağa nasıl geliyor dediğinizde bu.

Aysu: Bir de sen la de bakayım Alp.

Alp: (Alp la sesi çıkarır)

Alp: İlker sen de.

İlker: (İlker la sesi çıkarır)

(Hep beraber la sesi çıkarırlar)

Alp: Üçümüz de aynı notayı söyledik.

Aysu: İlker biraz detoneydi.

Alp: Ben bu notayı söylediğimde ana frekansı üçümüz de aynı çıkardık ama hepimizin çıkardığı dalgaya yakından bakacak olursak, yarattığımız basınç dalgasına, periyodu aynı olmasına rağmen o periyodun içerisinde…

İlker: Dominant periyodun…

Alp: Dominant periyot aynı olmasına rağmen, o dominant periyodun içindeki detaylı hareketler birbirinden farklı. Yani bu zaman içerisinde yarattığım basınç dalgasına bakarsak, onun fotoğrafını çekersek mesela…

Aysu: Hatta çekelim ve siteye koyalım. Hepimizin ses dalgalarının ve bu bilgisayarda çıkardığımız pür sesin dalgalarını karşılaştıralım. Yani diyorsun ki Alp, sen, ben, İlker bizim seslerimiz de farklı.

Alp: Fotoğrafını çeksek havada yarattığımız basınç dalgasının, hepimizinkinin kendine has karakteristik bir şekli olacak. Sevgili dinleyiciler kayıt sırasında çıkardığımız la seslerinin fotoğraflarını internet sitemize koyacağız. Aynı şekilde bunların şekli neden farklı oluyor ona değinelim istersen. Bunu gitar örneği üstünden konuşabiliriz yine. Gitarda ben bu teli vurduğum zaman (gitarda tel basma) dedim ki işte temel frekans ve üst frekanslar var. Üst frekanslarını yaratıyorum üç katını, dört katını. Bu tel titreşmeye başladığında kendi başına çok ses yaratamıyor. Çünkü mesela ikimiz bir teli iki ucundan tutsak o teli titreştirsek havada pek bir ses yaratmıyor.

“La” notasındaki basınç dalgalarının fotoğrafı. Yukarıdan aşağıya Bilgisayar, Alp, Aysu ve İlker’in ses dalgaları. Titreşimin ana periyot ayni olmasına rağmen, periyodun içerisindeki ufak değişiklikler sesin karakteristiğini belirliyor. Bu sayede farklı enstrümanları ya da insanları ayırt edebiliyoruz.

“La” notasındaki basınç dalgalarının fotoğrafı. Yukarıdan aşağıya Bilgisayar, Alp, Aysu ve İlker’in ses dalgaları. Titreşimin ana periyot ayni olmasına rağmen, periyodun içerisindeki ufak değişiklikler sesin karakteristiğini belirliyor. Bu sayede farklı enstrümanları ya da insanları ayırt edebiliyoruz.

Aysu: Ding giye bir ses çıkar

Alp: Ding der ve söner. Gitarın yaptığı şey şu, telden başlayan titreşimler gitarın gövdesine geliyor ve gövdede bu titreşimler büyüyor, büyüyor ve dışarıya o dalganın sesi veya miktarı artarak üretilmiş oluyor. Burada sese özelliğini veren şey gitarın geometrisi. İşte bunun kasasının neden yapıldığı, o ağaç sesi ne kadar hızlı iletiyor, vb…

İlker: Büyüklüğü ne kadar?

Alp: Evet, büyüklüğü ne kadar…

Aysu: O sesi oluşturan frekansların kompozisyonlarını belirliyor.

Alp: Evet, asıl enerji telin titreşiminden geliyor ancak gövde ya da içinde bulunduğu yapı farklı frekansları farklı miktarda büyüterek dışarı çıkartıyor. Farklı enstrümanlar da farklı frekansları büyüterek dışarı veriyor. Örneğin, ud gitardan farklı bir şekle sahip, o yüzden onun dışarıya daha verimli olarak yansıttığı frekanslar da farklı ve sesini o yüzden farklı duyuyoruz.

Aysu: Peki Alp, en pahalı gitarı aldım ben, neye para veriyorum?

Alp: En pahalı gitarı aldığında neye para vermiyoruz onu soralım önce, ben İlker’e soruyorum. Bir ucuz bir de pahalı gitar alıyorum. İkisinden aynı frekansı çıkarabilir miyim?

İlker: Çıkarırsın.

Alp: Peki, ikisinden de aynı frekansı çıkarıyorsam…

Aysu: Enayi mi bu çocuk?

Alp: Enayi miyim, neye para veriyorum? Burada parayı verdiğimiz şey sesin tınısı. Sese karakterini veren şey de bu ana frekansı değil de diğer üst frekansların dağılımı.

Aysu: Yancı frekanslar uyumlu ve güzel birbiriyle…

Alp: Aynen öyle.

İlker: Yani yancı derken tekrar dinleyiciler için yardımcı olacak belki, diyelim ki 440 hertzte la çalıyorsun iki farklı enstrümanda, bir tanesi 880’i de 1760’u da çok güzel duyururken öbürü 1760’ı o kadar güzel duyurmayıp 880’i mi duyuruyor?

Alp: Evet aynen öyle. Peki madem pahalı enstrümanlar konusunu açtın, en pahalı enstrüman hangisi sence diye sorayım.

Aysu: Arplar çok pahalı.

Alp: Evet veya en değerli enstrümanımız hangisi olabilir?

Aysu: Çello pahalı, piyanolar çok pahalı, süper pahalı piyano.

İlker: Neyle alakalı peki bu? Ne kadar büyük bir spektrumu duyurması ile mi alakalı?

Alp: Yani karakteristik, bundan dünyada birkaç milyar tane var, bu enstrümandan.

İlker: Milyar?

Aysu: İnsan.

Alp: İnsan.

(Gülüşmeler)

Alp: Demin Aysu sormuştun ya sen, ben, İlker aynı sesi çıkardık fotoğrafını çektik. Onların fotoğrafı birbirinden farklıydı. İşte o fotoğrafın farklı olmasının nedeni de nasıl gitarla udun gövdesinin şekli farklı, yapıldığı ağaç birbirinden farklı aynı şekilde her insan da birbirinden farklı. Nasıl gitar ve udda gövdelerin boyu, materyali birbirinden farklıysa insanda da aynı şey geçerli. Bizim ses tellerimiz var o ses tellerinden…

İlker: Tam olarak tel değil, bunu açıklayacağız birazdan.

Aysu: Yani biz konuşurken enstrüman olarak kullandığımız organımız ses tellerimiz. Ama İlker diyorsun ki onlar tel değil, nedir peki onlar?

İlker: Aslında tel gibi, Alp az önce anlattığında titreşen şeyler var. Fakat tel gibi ince uzun bir şeyden söz etmiyoruz. Onun yerine boğaz boşluğumuzdaki yuvarlak gırtlakta iki tarafı kapatan iki perdeden söz ediyoruz . Bu perdeler zar olarak da geçiyor. Bunların titreşmesi ve arasındaki boşluğun açılıp kapanması.

Aysu: Ben ciğerlerimden hava verdikçe bunlar dalgalanarak…

İlker: Aralardaki boşluğu dalgalandırarak dağıtıyorlar, birbirlerine deyiyorlar, kapanıyorlar tamamen ya da açılıyorlar. Evet iki tane zarı hareket ettiriyoruz, ve o iki zarın arasındaki boşluğu oynuyoruz.

Alp: Evet gitardaki frekansı değiştirmek istediğimde ben ne yapabilirim? Gitarda bir tel var bu gırtlağımızdaki bahsettiğin yapı gibi. Ben bunun frekansını değiştirmek istediğimde gitarın kulağını (gitardan ses çıkarıldı) değiştirerek…

İlker: Gerginliğini aldırıyorsun.

Alp: Telin gerginliği ile oynayabilirim.

Aysu: Ve frekansı değiştiriyorsun.

Alp: Böylece frekans değiştirmiş…

İlker: Telin uzunluğunu değiştiriyorsun aslında değil mi?

Alp: Yo bu örnekte uzunluğunu değiştirmiyorum, sadece gerginliğini değiştiriyorum.

İlker: Anladım.

(Gitardan ses) benzer şeyi gırtlağında da yapabilirsin. Oradaki kaslar gerginliği değiştirdiğinde, oradaki titreşim frekansını değiştirebilirsin. Gerginlik arttıkça frekans yükseliyor.

Aysu: Aslında demek ki insan sesleri arasındaki farklardan kastımız da, senin sesin dalgalı benim sesim daha ince…. Gırtlağımızdaki iki perdenin insanlar arasında yapısal farklılıklara sahip olması. Aynı şekilde ergenlikte hormonların aksiyonlarıyla sesler kalınlaşıyor.

Alp: Evet.

İlker: Aynı zamanda erkeklerin sesleri kadınlardan daha kalın genellikle ama aslında birbirleriyle örtüştükleri yerler de var. Bir de burada şunu söylemek istiyorum; kalın derken kastettiğimiz şey düşük frekanslardan çıkan sesler değil mi?

Alp: Evet.

İlker: Daha az titreştirdiğimiz sesler daha kalın duyuluyor. Daha çok titreştirdiğimiz sesler daha tiz daha yüksek duyuluyor.

Alp: Evet, titreştirdiğimizde frekansı düşükse kalın oluyor.

Aysu: Peki İlker mesela insan sesi en düşük kaç frekansa inebiliyor? En kalın sesli erkek diyelim dünyadaki kaç frekansta ses veriyor?

İlker: Erkeklerde ortalama frekans 125 Hertz, kadınlarda ortalama 200-210 Hertz civarında, çocuklarda daha tiz bir ses çıkıyor. Çocuklar 300 Hertz civarında ortalıyorlar, bebekler kulaklarımızı parçalamak için 400-600 Hertz arasında çığlık atabiliyorlar.

(gitardan ses)

İlker: Teşekkürler Alp.

Sesin kulaktaki serüveni

Aysu: Bir şey söyleyeceğim Alp, ses maddenin titreşmesi dedik ama madde istediği kadar titreşebilir, örneğin bir ağaç ormanda düşse ama bunu duyan olmasa, yine de düşmüş sayılır mı? (Gülüşmeler) Biz bunu duymasak buna ses denir miydi? Biz aslında bunu duyduğumuz için bir isim veriyoruz. Maddenin titreşimine bir tanım veriyoruz. İsterseniz buradan sesi nasıl algıladığımıza yani kulaklarımıza geçelim.

Alp: Evet, aslında kulakların yapısı demin bahsettiğimiz gırtlağın yapısına çok benziyor. Gırtlağımıza bir sinyal yolluyoruz ve onun titreşmesini sağlıyoruz.

Aysu: Bir ses çıkarıyoruz.

İlker: Havayı hareket ettiriyoruz. Hava kafamızın içindeki bedenimizin içindeki rezonans kasalarında titreşme yaratıyor.

Aysu: Rezonans kasaları nedir ya? (Gülüşmeler)

Alp: Doğru bir tabir aslında.

İlker: Kafanın içinde yankılanıyor.

Alp: Gitar gövdesi gibi yani.

İlker: Gitar gövdesi gibi o yankıladığın sesi ağzı da büyüterek ağız boşluğundan dünyaya…

Aysu: Haykırıyorsun.

İlker: Haykırıyorsun.

Alp: Peki kulakta ne oluyor? Kulakta olan bunun tam tersi aslında

Aysu: Haykırışları alıyoruz.

Alp: İlker haykırdı, odanın içerisindeki moleküller titreşmeye başladı. Sağa sola titreşiyorlar ve dalgalar kulağıma doğru geldi.

Aysu: Kaç hertz?

İlker: 400-600 arası

Alp: Valla çok hızlı geliyor saniye de 300 metre ile gittiği için kaçmak mümkün değil. O yüzden bu titreşimler benim kulağıma geldi. Kulakta bu titreşimlerin çarptığı ilk obje bir zar. Kulak zarı. Bu dış kulakla orta kulak arasında bulunan ince bir zar.

İlker: Dış kulak kafamızın dışında olan, orta kulak kafamızın içinde olan bölge değil mi?

Alp: Orta kulakla dış kulak arasında bir zar var. Bu zardan hava geçemiyor. İlker’in yarattığı dalgalar, titreşimler bu zarı titreştirmeye başlıyor. Bu işte vücudumun ilk defa uyarıldığı nokta. Sonrasında bu titreşimleri bir şekilde iletmemiz lazım. Bir şekilde beyne geçirmemiz lazım. Bunun için birçok adım var.

Aysu: Zardan sonra orta kulak başlıyor. Orta kulakta da üç tane kemik var, ilkokul kitaplarında da öğrendiğimiz çekiç, örs, üzengi.

Alp: Evet, doğru.

Aysu: Bunlar da titriyorlar.

Alp: Zar titremeye başlamıştı, bunlar da titreşimleri içeriye doğru aktarmaya devam ediyorlar.

Aysu: Orta kulakta bu titreşimler seyahat ederek iç kulaktaki bir sıvıya ulaştırıyor titreşimleri.

İlker: Bu ikisinin arasında tekrar bir zar var sanırım, değil mi?

Alp: Evet, aynen öyle.

Aysu: Orta kulakla iç kulak arasında bir zar var. İç kulak zaten alabildiğine sıvı.

İlker: Yani burada olan şey, dış dünyada havanın kocaman titreşimlerini gittikçe küçülterek yoğunlaştırarak mümkün olduğu kadar yüksek verimlilikle enerjisini koruyarak beynimizin içinde en yakın yere yavaş yavaş taşımak değil mi?

Aysu: Sesi taşıyoruz. O zaman madem orta kulaktayız. Bu üç kemikten söz ediyoruz. Ben sana bir soru daha sorarak, orta kulağın yapısal özelliklerinden bir tanesine daha değinmek istiyorum. Şimdi sen bana dedin ki sesler maddenin içinde meydana gelen basınç değişikliği. Mesela havadaki basınç birazcık değişiyor diyorsun, ama mesela ben bu odanın basıncını bağıra bağıra değiştiremem. Bunlar çok ufak değişimler değil mi?

Alp: Mahalleye bagajında woofer’la biri gelmediği sürece bu değişimler ufak değişimler.

Aysu: Evet bunlar ufak titreşimler ve basınç değişiklikleri. Fakat eğer bunun dış kulaktan iç kulağa iletilmesinden söz ediyorsak, o zaman iki kompartımandaki basıncın aynı olması gerekir ki ufak bir değişim iletilebilsin. Ama zar var diyorsun, zardan hava geçemiyor, o zaman ben her ortam değiştirdiğimde çevrenin basıncı da değiştiğinde benim bu sistemin kalibrasyonu bozulur. O zaman buna çözüm olarak östaki borusundan söz edebilir misin?

Alp: Kapalı bir kutu olsaydı orta kulak, onun sabit bir basıncı olacaktı. Ama sen gün içerisinde farklı basınç ortamlarında hareket ediyorsun. Diyelim ki suyun altına daldın, bir anda çok fazla basınca maruz kalıyor dış kulağın ve bu dengesiz bir ortam yaratıyor. Çok basınçlı bir ortamdaysan dış kulağında çok fazla basınç var ve içerdeki kutuda orta kulakta ise daha düşük basınç var…

İlker: Yani zar içeriye doğru itiliyor.

Alp: Zar içeriye doğru çok yüksek bir kuvvetle itiliyor ve bu oldukça tehlikeli bir şey. Hatta birkaç metre derine daldıysanız bunu kulaklarınızda biraz rahatsızlık olarak hissedersiniz. Östaki borusu buna bir çözüm. Östaki borusu orta kulakla solunum yolumuz arasında bildiğim kadarıyla bir bağ kuruyor.

Aysu: Bir kısa yol.

Alp: Bir kısa yol var. Böylece diyelim ki dışarının basıncı arttı, östaki borusunda hareket ettirebildiğimiz kaslar var. Sakız çiğneme ile onu aktive ediyor kimi insanlar. Uçaktayken kulakları açmak için esnerler veya çiğneme gibi bir hareket yaparlar. Bu sayede orta kulak ile solunum yolu arasındaki bağı açıyoruz ve böylece orta kulağın basıncını dışarıya eşitliyoruz ki zarın üzerine çok kuvvet binmesin.

Aysu: Orta kulak aslında dışarısıyla bağlantısı olan organımız ve dışarısının basıncıyla sürekli eşitleniyor.

Alp: Burada çok ilginç bir şey paylaşmak istiyorum. Bu kaslarınızı o bahsettiğimiz çiğneme hareketiyle açarsanız aslında burnunuzdan da ses duyabileceğinizin farkına varacaksınız. Çünkü solunum yollarımız ile orta kulak arasında bir bağ var, östaki borusu. O kasları açtığımız zaman, yani basıncı dengeleme hareketi yaptığımız zaman, eğer denerseniz, diyelim ki bir kulaklığınız varsa burnunuza getirin bu hareketi yaparken, o zaman sesi burnunuzdan duyabiliyorsunuz. Bunu ben ortaokulda keşfettiğimde herkesle paylaşıyordum garip bir şekilde.

Aysu: Alp ne yalnız bir çocuksun ya (gülüşmeler) (küçük gitarına sarılıp ağlıyor şu an). Peki, orta kulaktan sesi ilettik. İç kulağa, orta ile iç arasındaki zara geldik.

İlker: Yani hâlâ mekanik titreşimleri transfer ediyoruz.

Alp: İç kulak çok ilginç bir yer, iç kulakta da yine dış kulak ve orta kulak arasında olduğu gibi bir zar var. Ama bu sefer bu zarın diğer tarafında içi sıvı ile dolu salyangoz şeklinde bir tüp var. Orta kulak ve iç kulak arasındaki bu zar titreştiği zaman bu sıvıyı da titreştirmeye başlıyor. Ve bu tüpün içerisinde, titreşimlere hassas, mekanik titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürebilen hücreler var.

Aysu: Tamam yani bu titreşimler artık sıvıda titreşimler oluyorlar ve olay salyangoz denen yapının, yapıya bağlanan sinir hücrelerinin farklı dalga frekanslarına farklı derecede duyarlı olmasıyla bizim sesleri farklı algılamamız gerçekleşiyor, öyle değil mi?

Alp: Senin dediğin gibi frekans algısının bir kısmı kulakta.

İlker: Mekanik algının farklarından dolayı bir kısmı da sinirler aracılığıyla beyne iletildikten sonra beynin bilgi korteksinde beynin bunu işlemesiyle alakalı.

Aysu: Evet.

Alp: Evet.

Balıklardan memelilere ses duyusunun evrimi

İlker: Tamam son beş on dakikada kulağın anatomisini, kulakta en dıştan en içe kadar sesin nasıl transfer edildiğini, daha sonra bunun beynimize nasıl işlendiğini anlattık. Peki bu böyle komplike bir şekilde insanlarda mı oldu ilk defa? Evveli yok mu bunun?

Alp: Ne diyeceksin Aysu?

Aysu: Çok güzel bir soru sordun İlker. Şöyle yanıt vermek isterim. Sohbetin başında söylediğim gibi memelilerin ses duyusu çok gelişmiş. Bizim diğer hayvanlara kıyasla sesleri algılayabilmemiz ve ayrıştırabilmemiz de epey gelişmiş. Bunun için biraz memelilerin ilk evrimleştiği zamanlara gidelim, yaklaşık 200 milyon yıl öncesinden söz ediyorum.

Alp: Of baya uzun sürecek o zaman. (Gülüşmeler)

Aysu: Bildiğiniz gibi o zamanlar dinozorlar ve iri sürüngenler dünyayı domine etmekte. Onların borusu ötüyor. Gündüz vakti etrafta kabadayılık taslıyorlar. Memeliler daha çok geceleri avlanan ve böcek ile beslenen hayvanlar. Gece avlanıyorsanız ve böcekle besleniyorsanız avınızı yakalamak için böceklerin çıkardığı farklı seslere ya da daha düşük seviyedeki seslere duyarlı olmak size acayip bir avantaj sağlıyor. O yüzden demin anlattığımız üç kemik çekiç, örs, üzengi ve bu kaliteli ses algı ağı memelilerle gelişmiş bir evrimsel özellik.

Alp: Bu konuda bazen ben şikâyetçi olabiliyorum. Gece yaz vakti odada bir tane sinek varsa odanın başka bir köşesinde, kafamın içerisinde yankılanıyor.

Aysu: O zaman Alp sana bir kertenkele olmanı tavsiye ederim. Çünkü sürüngenlere baktığımızda örneğin, örs, çekiç, üzengi kemikleri yok. Onların işitme duyusu biraz daha ilkel bir sistemle işliyor.

Alp: Nasıl bir sistem?

Yaklaşık 200 milyon yıl önce yaşamış erken memelilerden “morganucodon”.

Aysu: Mesela bizim çekiç, örs üzengiler sürüngenlerde ve kuşlarda kafatasını çeneye bağlayan eklem kemikleri aslında. Şu an aynı kemiklerden bahsediyorum. Kafatasını çeneye bağlayan daha büyük ve daha iri kemikler. Peki, neden bizim kulağımızdaki minicik kemiklerle aynı kemikler olduğunu biliyoruz, çünkü bu kemiklerin embriyonik dönemine baktığımızda aynı hücrelerden oluştuğunu, aynı sinir ağlarıyla döşendiklerini görüyoruz.

İlker: Embriyonik süreç ilerledikçe o kemikler sürüngende çeneye doğru hareket edip orada çeneyi oluşturuyor.

Aysu: Çene ile kafatası arasındaki eklemi oluşturuyor. Memelilerde ise çene ile kafatası arasında başka bir eklem var. Daha direkt bir eklem var. Eklemi oluşturan kemikler ortakulağa doğru hareket ediyor, hiç daha fazla büyümeden orada bizim duyu sistemimizin, işitme duyumuzun bir parçası oluyorlar.

Alp: Peki sürüngenlerde de bahsettiğin salyangoz yapısı var mı? Yine o salyangoz yapısı ile mi ses duyuluyor?

Aysu: Bunu bilmiyorum, çok güzel bir soru. Hemen google’layayım. Evet, baktım, sürüngenlerde de varmış bu salyangoz yapı. Yani sistem aynı aslında, fakat memelilerde çok daha rafine bir aktarım yöntemi var. Çok daha kısık sesleri duymamızı, frekansları birbirinden daha iyi ayırt edebilmemizi sağlıyor. Demin hayvanların aynı kemiklere farklı fonksiyonlar verdiklerini, dolayısıyla evrimsel süreçte memelilerin bu işe yaramaz çene kemiklerini alıp orta kulakta sesi aktarmaya yardımcı olan kemiklere çevirdiğini anlattım. Şimdi biz bunu embriyonik bulgulara bakarak söylüyoruz. Aynı kemikler olduğunu biliyoruz. Ama bir süre öncesine kadar bunun fosil kayıtlarında bir örneği yoktu. Memeli fosillerine bakıyoruz mesela: Orta kulak kemikleri var, bu kemikler orta kulakta bulunuyor. Sürüngen fosillerine bakıyoruz aynı orta kulak kemikleri onlarda  çene ile kafatasını birbirinde bağlıyor. Acaba ne ara küçüldüler, ne ara orta kulağa doğru seyahat ettiler diye ararken “araform” bulundu. Araform fosilinin adı “morganucodon”. Yaklaşık 200 milyon yıl önce yaşamış erken memelilerden. Bu hayvanda memelilerin tanımlayıcı özelliklerinden biri olan kafatası ile çene arasındaki direkt eklem var ama bahsettiğim sürüngenlerde eklemi oluşturan ve bizde çekiçle örs haline gelmiş kemikler de bu erken memelilerde çene kemiğine yakın bulunuyor. Çok çok ufalmış şekilde bulunuyor. Yani biz memeli fosili ile karşı karşıyayız fakat kulakları o kadar da iyi duymuyor. Araform bulundu yani.

İlker: Peki Aysu, memelilerle sürüngenler arasındaki farktan bahsediyorsun ama sürüngenlerde yine bir duymaca var.

Aysu: Evet sürüngenler de duyuyorlar.

İlker: Peki duymayan hayvanlar var mı? Ne zaman ilk defa mekanik titreşimleri ses olarak duyumsamaya başladı herhangi bir canlının beyni?

Aysu: Tamam düşünelim. İlk olarak tetrapotlara gidelim. İçinde bulunduğu maddenin titreşimlerini duyabilir balık. Balığın vücudunun kenarlarındaki organlardan suyun nasıl hareket ettiğini yani sudaki dalga formlarını algılayabilmesini sağlayan bir organ sistemi var.

İlker: Derisi var, bütün vücudu aslında suyun içindeki titreşimleri algılayabiliyor.

Aysu: Çünkü balığın buna ihtiyacı var. Su nasıl hareket ediyor onu algılayan bir sistemi var. İlk tetrapotlar zamanında, balıklar sudan karaya geçmeye başladıklarında, artık bu sistemin sudaki titreşimleri değil havadaki titreşimleri algılar bir yapıya çevrilmesi gerekiyor. Zaten işitme duyumuzun evrilmesi de sudan karaya çıkmamızla oluyor. Şimdi balık bunun için hangi sistemi kullanacak? Bu ilk tetrapotların yani sudan karaya çıkan balıkların elindeki alet edevata, organlara baktığımızda şöyle bir organ fark ediyoruz. Sığ sularda gezinirken havadan da nefes alabiliyorlar bu tetrapot geçişini yapan balıklar. Yani “sparkle” denilen bir organları var, kafalarının tepelerinde.

İlker: Tükçesi stigma sanırım.

Aysu: Tükçesi stigma. Bu organla balık dışarıdan hava alabiliyor vücuduna. Bazen bunu sudaki dengesini yani hangi yükseklikte yüzdüğünü ayarlamak için kullanıyor, bazen oksijen almak için kullanabiliyor, ama balıkta havayı alabilen yarı kemikten oluşan bir organ mevcut. Fosillere baktığımızda bunu görebiliyoruz. Bu stigmaların ilk tetrapotlarda östaki borumuza tekabül eden, yani vücudun içine hava transferini sağlayan bir yapıya dönüştüğünü görüyoruz evrimsel süreçte ve ses duyumuzu sağlayan ilk altyapımız bu şekilde oluşuyor.

Alp: Hava geçiyorsa bir yerden havadaki titreşim de geçiyor. Çünkü ses dediğimiz şey havanın içindeki basınçtaki ufak değişimler ve eğer hava vücudun içine girebiliyorsa bu, ses de vücudun içine girebiliyor demek.

İlker: Orayı rezone ettirebiliyor. Ama bunun sinirsel ağın gelişmesiyle beyinde ses olarak işlenmesi evrimsel sürecin sonraki aşaması.

Aysu: Ve zaten ses duyusu da görme duyusu gibi benzer altyapıyı kullanıyor. Dışarıdan aldığın bir sinyali beyinde işliyorsun.

Alp: Görmek için dışarıdan elektromanyetik dalga geliyor, foton geliyor. Gözündeki reseptör hücrelere çarpıyor, sonra o sinir hücrelerinde bir elektrik sinyaline dönüşüyor. Seste de aynı şey geçerli, bu sefer foton değil de mekanik titreşimler sinir hücrelerinde elektrik sinyaline dönüştürülüyor.

Tetrapot geçişini yapan balıklar sığ sularda gezinirken havadan da nefes alabiliyorlar. Kafalarının tepelerinde “sparkle” denilen bir organları var. Bu organla balık vücuduna dışarıdan hava alabiliyor.

Aysu: Duyu altyapısı denilen şey zaten var ilk tetrapotlarda. Görmek olsun, dokunmak olsun duyu altyapımız var. Havanın rezone etmesini sağlayan bir altyapı da var. Östaki borusu spreakle ile bunlar birleşiyor ve al sana ses duyusu.

İlker: Zaten en başından anlattığımız gibi sese aslında ses deme nedenimiz duyumsama biçimimiz. Yoksa aslında bahsettiğimiz şey mekanik titreşimler, maddenin titreşmesi.

Aysu: O zaman arkadaşlar bu bölümde bizim ses dediğimiz duyuyla aslında neyi algıladığımızı, daha doğrusu neyi duyumsadığımızı konuştuk. İçinde bulunduğumuz maddenin titreşmesini algılıyoruz. Daha sonra sesin nasıl çıktığını bize nasıl geldiğini anlattık. Sonra da bu yetimizin evrimsel süreçte sudaki hareketlenmeleri hisseden balıklardan, havadaki hareketlenmeleri hissederek biz insanlara nasıl geldiğini anlattık. Yani memelileri özel yapan bizi özel yapan gelişmiş işitme duyumuzun nasıl olup da evrimsel süreçte geliştiğine değindik.

Batı müziği – Türk müziği

Aysu: Kopuz nerden çıktı Alp?

İlker: Alp ozan duygulandı.

Alp: Duygulandım be İlker.

Aysu: Yalnız bir şey söyleyeceğim kopuzda daha fazla nota mı var?

Alp: Neden bu kadar duygulandırıyor bizi değil mi?

İlker: Beni hiç duygulandırmıyor.

(Gülüşmeler)

Aysu: Sevgili dinleyiciler, İlker’in müzik zevki yok, o yüzden bu bölümü Alp ile ben inşa ettik daha çok.

Alp: Evet Aysu, dediğin gibi aslında günlük yaşamda daha çok batı enstrümanlarından müzik dinliyoruz.

Aysu: Yani sen ve ben.

Alp: Ama dediğin gibi Türk müziğinde ve başka Doğu müziklerinde Batı müziğinde kullanılan nota sisteminden çok daha farklı notalar kullanılıyor. Şimdi programın en başlarında demiştik ki her notanın bir frekansı var. Ve demiştik ki bir oktavı yani do’dan do’ya giden 7 tane nota var. Do, re, mi, fa, sol, la, si, do. Batı makamlarında, örneğin majör ve minör, 7 tane nota var. Ama bu aralık tam olarak 12 eşit parçaya bölünmüş durumda Batı müziğinde. Mesela piyanoya bakarsan aralıklar birbirinde eşit uzaklıkta. Yani komşu olan iki notanın frekanslarının birbirine oranı Batı müziğinde sabit. Ama gel gör ki Türk müziğinde ve diğer Doğu müziklerinde bu oktavı, yani 440 hertzten 880 hertze geçerken bir la’dan başka bir la’ya geçerken kullanabileceğin nota sayısı 12’den çok daha fazladır.

Aysu: Yani biz Türk müziğinde do ve re arasındaki, o iki notanın frekansı arasındaki ara frekansları da çalıyoruz ve müzikteki kompozisyonlarda kullanıyoruz. Ama Batı müziğinde bu ara notaların bir çoğuna ton dışı, yani bu nota bozuk döndüreyim gözüyle bakılıyor. Ara notalar bestelerde kullanılmıyor. En azından popüler müzikte kullanılmıyor. Modern 20. yüzyıl klasik müziğinde artık onları denemeye başlıyorlar. Çeyrek ton müziği diye bir müzik var, 12’ye değil ama 48’e -daha ufak parçalara- bölüp onları kullanıyorlar ama biraz uç örnekler. Batı müziğinin genelinde bahsettiğin bu ufak aralıklar, do ile re arasındaki daha ufak aralıklar kullanılmıyor ama bu da tarihsel bir tercihten geliyor aslında.

İlker: Bunu soracaktım ben de. O iki frekans arasındaki bütün sesler var zaten spektrumda. Sadece bazı kültürler müzikte bazı şeyleri tercih etmişler, bazı frekansları daha sık kullanmışlar. Batı müziğinde bu 7 nota olmuş, Türk müziğinde başka frekanslar olmuş. Aynı spektrumdan bahsediyoruz ama…

Aysu: Farklı sesler var evet.

Alp: Elbette yani, istediğin sesi çıkarabilirsin.

İlker: Anladım, kültürel olarak daha çok domine eden sesler.

Aysu: Batı müziğinde hangi notaların kullanılacağı konusunda daha disiplinli bir tarz var. Bunun, bunun, bunun, nota olarak kompozisyonlarda kullanılmasına izin veriyorum gibi bir algıyla…

Tek parmakla piyano çalıyorsanız, sadece bir melodi çalıyorsunuz; ama aynı anda beş noktada basıyorsanız -buna bir akor deniyor Batı müziğinde- çok sesi bir arada üretmiş oluyorsunuz.

Alp: Özellikle Bach sonrasındaki dönemde bu çok standardize ediliyor. Eşit aralıklara bölünüyor. Bir oktav arasındaki 12 aralık birbirine eşit. Ancak örneğin Türk müziğinde bu bir oktav içerisinde 12 eşit aralıklı nota yerine, kimileri yaklaşık 50, kimileri 51 diyor, 12’den çok daha fazla sayıda yaklaşık 50 tane nota var. Bunların birbirleriyle olan uzaklıkları da aynı değil. Bunu şöyle görebilirsiniz mesela, gitar üstünde perdeler var değil mi?

İlker: Evet, hepsi eşit aralıklı.

Alp: Bunların aralık oranı birbirine eşit. Çok düzenli bir şekilde yerleştirilmiş perdeler. Ancak bir Türk müziği enstrümanına bakacak olursanız, elimdeki saza mesela, bunun üzerindeki perdelerin aralıkları birbirine eşit değil. Daha ayrıntılı bir örnek, tambur mesela. Tambura klasik Türk müziğinin piyanosu denir, çünkü onun üzerinde Türk müziğinde kullanılan tüm bu ufak aralıkları bulabiliyorsunuz. Bu müzik açısından ne demek oluyor, 12 yerine 50 tane nota var elimizde, çok daha zengin gibi gözüküyor.

Aysu: Çok beste yaparız Serdar Ortaç olsa, yüz binlerce beste yapabiliriz belki.

Alp: Neydi Serdar Ortaç’ın sözü?

Aysu: 7 nota var, ben ne yapayım bestelerin hepsi birbirine benziyorsa. (Gülüşmeler)

Alp: Evet, yani bir açıdan doğru. Sonuçta bir melodi üreteceksen seçebileceğin melodi çok daha zengin olabilir. Yani elindeki kelime sayısı çok daha fazlaysa, kurabileceğin çok daha çeşitli cümleler var gibi.

İlker: Burada kastettiğiniz peş peşe dizilmiş tek tek notalar değil mi?

Alp: Evet melodi ile kastedilen tek bir teli çalıştırıyorsun, aynı anda birçok notaya basmıyorsun. Türk müziğinde örneğin burada izleyebileceğin alternatiflerin sayısı çok daha fazladır. O yüzden Türk müziğindeki makamların sayısı Batı müziğindeki olası makamlara göre çok fazladır.

Aysu: Ama Batı müziğinde de, nota bakımından daha fakir olduğu için, şunu daha fazla görüyoruz. Daha polifonik besteler, kompozisyonlar var. Birbirinin üstüne birbiriyle uyumlu armonik sesleri ekleyerek böyle bir ses mimarisi yaratıyorlar.

Alp: Yani evet.

İlker: Aynı anda farklı notalara basan mı demek bu.

Alp: Evet, yani şöyle açıklayabiliriz. Melodi şu demek, belli bir zamanda sadece bir nota çalınıyor o müzikte. Ama zaman içerisinde bu nota değişiyor. Polifoni yani çok sesli dendiği zaman şu oluyor, belli bir vakitte aynı anda birçok nota birden çalınıyor. Örneğin tek parmakla piyano çalıyorsanız, o zaman sadece bir melodi çalıyorsunuz; ama aynı anda beş noktada basıyorsanız -buna bir akor deniyor Batı müziğinde- çok sesi bir arada üretmiş oluyorsunuz. Bunu Batı müziğinde yapmak daha kolay; çünkü çok detaylı bir melodiniz varsa bu detaylı ufak ses aralıklarına uyacak başka notalar bulmak oldukça zor.

Aysu: Türk müziğinde detaylı melodi olduğu için diyorsun, bunu yapmak zor.

Alp: Problem çok karmaşıklaşıyor bir anda.

İlker: Peki akor daha az kullanılan bir şey mi Türk müziğinde?

Alp: Geleneksel müzikte neredeyse hiç kullanılmıyor. Örneğin bir Türk müziği orkestrasına bakacak olursak, atıyorum Dede Efendi’nin bir eseri çalınıyor, bunu yine birçok enstrüman, bir orkestra çalıyor olabilir, ancak farklı enstrümanlar genellikle aynı notayı çalıyorlar. Yani bir senfoni çalınırken farklı enstrümanlar farklı notalar çalıyorlar; ancak Türk müziğinde bir melodi orkestra tarafından icra edilirken, farklı enstrümanlar aynı anda aynı notayı çalıyor.

İlker: Yani bizdeki zenginlik sadece farklı tınıların aynı notada farklı kısımlarını aynı anda dinlememiz oluyor. Batı müziğinde farklı notalar, farklı tınılar…

Alp: Ama asıl zenginlik Türk müziğini dinlerken şu: O notalardaki çok ufak değişikliklerin zaman içerisinde dinledikçe farkına varmaya başlıyor insan. O ufak melodideki detaylar gerçekten estetik farkı yaratan şeyler. Polifoni de başka bir zenginlik çeşidi.

Aysu: Türk müziği dinleyerek büyümüş bir insansanız, ara notaların farkında ve onları melodilerin bir parçası olarak duymaya, daha zengin melodiler duymaya alışık olarak büyüyebiliyor insan. Fakat bir Türk müziği bestesini örneğin piyanoda çalamazsın, çünkü piyanoda notaların aralıkları belli, ara notaları çıkartamıyorsun, bir yabancı belki o notaları duyduğu zaman, bu aletin teli bozulmuş notayı doğru çalmıyor bile diyebilir. Ama onun yaptığı bestelerdeki zenginlik de zaten daha az notayı farklı şekilde kombine ederek aynı anda sunmak.

İlker: Türk müziğinin notasyonu farklı mı? Yoksa aynı notaları mı kullanıyor?

Batı müziğinde, nota bakımından daha fakir olduğu için, daha polifonik besteler, kompozisyonlar var. Birbirinin üstüne birbiriyle uyumlu armonik sesleri ekleyerek bir ses mimarisi yaratıyorlar.

Alp: Notasyon sistemi farklı evet. Yani daha çok işaret var, mesela diyez işareti vardır Batı müziğinde, o diyezin iki dikey iki paralel çizgisi vardır. Diyez işareti notayı inceleştir anlamına gelir. Mesela do diyez, do ile re arasındaki notaya denk gelir, yani yarım nota ince çal demek.Türk müziğinde do ile re arasında birçok ara nota olduğundan, farklı farklı diyezler var. Mesela tek dikey çizgi iki yatay çizgi gibi.

İlker: Ama oradaki oranlar Batı müziğindeki gibi kesin mi diye soracaksan, değil.

Alp: Aslında o çok ilginç bir konu. Batı müziğinde nota yazıldığı zaman, buna denk gelen matematiksel notalar var. Yani çalmamız gereken frekanslar belli. Ancak Türk müziğinde notasyon daha çok bir hatırlama aracı olarak kullanılıyor. Batı müziğinde insanlar basacakları notayı biliyorlar, onun tam olarak hangi frekans olduğu da biliniyor. Çünkü enstrümanlarında perdelerin tam olarak nereye koyulduğu üretilecekleri frekansı belirliyor zaten. Notasyona baktığı zaman orada notada yazan şeyle perde arasında bir bağ kuruyor. Ancak Türk müziğinde kağıt üstünde bu notaların hepsinin frekansları teorik olarak çalınanlarla uyum göstermiyor. Yani bu notaların belli bir teorisi var, o teori bize hangi frekans olması gerektiğini söylüyor, ama insanların icra ettiği müzik ondan biraz farklı, o yüzden notasyonla asıl icra edilen müzik arasında biraz uyumsuzluk var. Notasyon daha çok hatırlama aracı gibi. Nasıl şarkı okurken sözlere bakarsın veya sözleri hatırlatacak birkaç şeye bakarsın, onun gibi. Aslında Türk müziğinde notasyon çok ilginç tarihsel bir konu. Türk müziğinde farklı jenerasyonlar arasında bestelerin aktarımı usta-çırak aracılığıyla oluyor. Müzisyenler kendi öğrencilerine ezberledikleri parçaları öğretiyorlar. Bu güzel bir gelenek olmasına rağmen aynı zamanda diyelim ki çırağa bir şey olursa bir sonraki jenerasyon o parçayı tamamen unutmuş olabiliyor. Bildiğim kadarıyla Osmanlı sarayında çalınan besteler ilk defa yabancı bir elçi tarafından notasyona alınıyor.

Türk müziğinde bir melodi orkestra tarafından icra edilirken, farklı enstrümanlar aynı anda aynı notayı çalıyor.

Aysu: Doğu müziğinde kullanılan başka bir kayıt sistemi var mı?

Alp: Bildiğim kadarıyla, hani Batıdaki anlamıyla yok. Hatırlatma araçları olabilir belki ama bunu ilk yapan isim de zaten Batılı biri. Moldova’nın Osmanlı elçisi Dimitri Kantemir. Bu elçi geldiğinde oradaki müziği dinliyor, beğeniyor – kendisi de büyük ihtimalle müzisyendi. Sarayda dinlediği müziği kayıt altına alabilmek için bir notasyon geliştiriyor.

Aysu: Nota sistemi böyle mi başlıyor?

Alp: Bildiğim kadarıyla böyle başlıyor. Bu çok değerli bir şey, çünkü öbür türlü tarih içerisinde yok olacaktı besteler. Dimitri Kantemir’in kayıt altına alması sayesinde bugün dinleyebiliyoruz saraydaki erken donem besteleri.

Aysu: Tabi nota sistemi Batı müziğini kaydetmek için kullanılıyor ama Batı müziği aynı zamanda daha düzenli, yani daha matematiksel ve kayda alması daha kolay.

İlker: Kullandığı sesler yüzünden, seçtiği frekanslar yüzünden değil mi?

Aysu: Buna karşın Türk müziği, Alp’in dediği gibi 51 tane nota olduğu zaman bunları kaydetmek daha zor olabilir. Batı müziği ile Türk müziğini karşılaştırdığımda hep şunu düşünüyorum, eğer bu müzik dansa tekabül etseydi, danstan bahsediyor olsaydık, Batı müziği bana daha çok bale gibi geliyor. Daha disiplinli bir şey. Türk müziği ise daha caz dansı gibi daha açık.

Alp: Aynen öyle, bir beste icra edilirken, bir orkestra icra ediyor olsa bile mesela arada kanuni…

Aysu: Çalgıcılar birbirine bakarak iletişim kurarak bir şeyler doğaçlayabiliyorlar; o da o tecrübenin bir parçası oluyor. İcranın bir parçası, doğaçlayabilmek.

Alp: Doğru, özellikle Türk müziğinde taksim denen şey örneğin, belli bir makamdan başka bir makama geçiş. Her makamın beraberinde getirdiği bir atmosfer, bir ruh hali var. Taksimler bir icracı tarafından yapılıyor ve doğaçlama parçasıdır. Başladığı parçanın ruh haliyle başlar, sonrasında seni bir tura çıkarır ruh uzayında, sonrasında da bir sonraki parçanın ruh haline getirir ve bir sonraki parça başlar.

Aysu: Her taksimde farklı çalabiliyor yani aynı şey çalınmıyor.

Alp: Evet.

İlker: Bilim kazanı olarak başladık musiki kazanı olarak devam ediyoruz.

Aysu: Bu bölümde iyice tekke gibi olduk.

Alp: Neyse, ses çok boyutlu bir konu ve sesten bahsettiğimizde kültürel boyutlarından, tarihsel boyutlarından bahsetmeden olmazdı.

Moldova’nın Osmanlı elçisi Dimitri Kantemir sarayda dinlediği müziği kayıt altına alabilmek için bir notasyon geliştiriyor.

İlker: Doğru, bugün genellikle -sonda yaptığımız bonus dışında- sesin fiziksel özelliklerinden ve duyumsanmasından söz ettik. İlerde denk gelirse belki hakikaten algılanması ve kültürel alanlardaki değerlendirilmesinden ve insanların müzikle olan ilişkisinden söz ederiz.

Aysu: Bazı tonlar, minor akorlar, neden insanların çoğuna hüzünlü geliyor ya da neden bazı tonlar içimizde sevinç uyandırıyor, bunlardan da söz edebiliriz. Yanıtını bilmiyoruz. O yüzden spekülasyon yapar dururuz.

Alp: Belki bilen arkadaş buluruz bir tane, bir bakalım bu konuya.

Aysu: Evet sevgili dinleyiciler, bilim tekkesinin, musiki teknesinin de bu hafta sonuna geldik. Bize ulaşabileceğiniz adresler www.bilimkazani.org

Alp: Facebook sayfamız Bilim Kazanı

Aysu: Twitter sayfamız da bilim kazanı

İlker: Bize e-mail atmak isterseniz de bilimkazaniposta@gmail.com adresinde bize ulaşabilirsiniz.

Önceki İçerik‘Matematik – Fizik – Kimya’
Sonraki İçerikMüzikte matematik, bilgisayar ve Xenakis