Türkiye’nin dünya ekonomisiyle bütünleşme biçiminden dolayı, emek piyasasındaki koruyucu düzenlemeler “maliyeti artıran faktörler” olarak görülmeye başlanır. “Tehlike”yle baş edebilmek için “çözüm” emek piyasalarının esnekleşmesidir. İşletmeler geçici, kısmi zamanlı, sözleşmeli personel istihdam etmeye başlar; taşeron vasıtasıyla çalışma tercih edilir; fason iş ve eve iş verme yaygınlaşır. Bugün itibariyle esnekliğin sınırsız bir biçimde uygulandığı enformel sektörün toplam ekonomi içindeki payı yüzde 60’lar düzeyindedir.
“Bilgi teknolojilerinin hızlı değişimi ve küresel rekabetin artmasıyla her geçen gün değişen ekonomik şartlara uyum sağlamanın yanı sıra işletmelerin iç ve dış rekabet gücünü artırmak ve kronik hale gelmeye başlayan işsizlik sorunlarını çözmek amacıyla dünyanın birçok ülkesinde işgücü piyasalarının esnekleştirilmesi öncelikli politika haline gelmiştir” (Ulusal İstihdam Stratejisi, 2014-2023, s. 26, abç).
1970’lerin ortasından bu yana kapitalizm uzun bir krizin içerisindedir. Otuz yılı aşkın bir süre boyunca sermayenin bu krize cevabı işçi sınıfına saldırı olmuştur. Bugün de bu saldırı devam etmektedir. Sermaye kendi krizini aşabilmek için dünya çapında farklı stratejiler izliyor: Taşeronlaşma, fasonlaşma, esnek çalışma biçimlerinin (örn. kısmi süreli çalışma, belirli süreli çalışma, özel istihdam büroları aracılığıyla geçici süreli çalışma, uzaktan çalışma, çağrı üzerine çalışma, evden çalışma, iş paylaşımı ve esnek zaman modeli ile çalışma…) yaygınlaştırılması gibi uygulamalar bu stratejinin çeşitli tezahürleridir.
Krizin derinleşmesi ile birlikte kâr oranlarının düşmesi sermayedarları iki şey yapmaya sevk etti: Yatırım yapmaktan kaçınmak, yatırım yapılmaya yeltenilse bile yatırım için elverişli bir kâr oranı talep etmek. Bu durumun ortaya çıkardığı iki sonuçtan biri emek talebinin azalması, diğeri de sermayenin emek kullanımı ve emeğin kontrol edilme tarzında farklılaşmanın yaşanmasıdır. Emeğin sermaye tarafından kontrol edilme tarzındaki farklılaşmanın iki boyutu vardır; üretim sürecinin parçalara ayrılması ve ayrılan her bir parçanın da en uygun yerde konuşlandırılması. Bu şekilde üretim bir ülkeden diğerine, aynı ülke içinde farklı bölgelere, fabrikalardan sokaklara ve evlere taşınır. Mekânsal farklılığın artması, artan oranda kadın ve çocuk emeğinin sisteme içerilmesini de sağlar (Özar ve Ercan 2004). Özetle söylenecek olursa, sermaye, mekânsal olanakları zorladığı sürece, bu aynı zamanda emek-sermaye ilişkilerinin yeniden yapılanmasına yol açan dinamiği de harekete geçirir.
Sermayenin “esnek” saldırı stratejisi
Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi sermayenin genel bir hareket yasasıdır. Rekabetin her bir kapitaliste dayattığı dışarıdan gelen zorlayıcı yasalar karşısında “ayakta kalma” mücadelesi veren firmalar bu mücadelede “başarısız” olunca elenir ve büyükler tarafından yutulur. Kapitalizmin tarihi boyunca yaşanan olgu bu olmuştur. Sermayenin bu genel eğiliminin 1980 sonrasındaki süreçte oynadığı rol şöyledir: Sermaye bir taraftan çok keskin bir şekilde merkezileşirken, kâr oranlarının da düşük seyrettiği bir “iklim”de kârlılığı yükseltmek üzere maliyetlerin olabilecek en düşük seviyeye indirilmesi için tekelci firmalar üretimi parçalayarak, “ağırlıklarından arındırılmış” bir üretim stratejisini uygulamaya geçirdiler. Bu stratejide temel amaç kârlılığı olabildiğince maksimize etmektir. Temel amaç budur ve tekelci firmalar bu amaca uygun olarak 1980 sonrasında gerek dünyada gerekse de Türkiye’de, sermayenin merkezileşmesinin içsel bir gereği olarak, üretiminin parçalara ayrılması ya da “sermayenin saçılması” sürecini başlatmışlardır. Bu şekilde büyük işçi kitlelerinin tek bir kapitalistle karşı karşıya gelmeleri de engellenmiş olur. Bu kimi durumlarda, Türkiye’de de yaygın bir şekilde görüldüğü gibi taşeronlaşma ile, yani aynı mekânsal ortamda işçilerin farklı patronlara bağlı olarak çalışması biçiminde yapılır. Bir diğer yol ise, üretimin fiziksel mekânının bölünmesi biçiminde olanıdır (fason).
Üretimin esnek bir biçimde yeniden yapılanması durumunu iki model altında toplayabiliriz. İlki, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’li mühendislerin katkısıyla Japonya’da geliştirilen “yalın üretim” modelidir. Yalın üretim, üretim ağında büyük firma içerisinde kaliteyi ve verimliliği arttırmayı amaçlayan “toplam kalite”, “tam zamanlı üretim” ve “kalite çemberleri” gibi uygulamaları içerir.
Esnek üretimin bir diğer biçimi ise, az önce söylemiş olduğumuz “esnek uzmanlaşma”dır. Esnek uzmanlaşma, 1960’lı yılların sonlarında sendikaların üretim sürecine müdahalelerini engellemek üzere İtalya’da uygulanmaya konulan bir modelidir. Bu modelde üretimin bazı bölümlerinin işletme içerisinde alt işverene (taşeron) veya işletme dışarısında (fason üretim vs.) küçük işletmelere devredilmesinden oluşan düzenlemeler vardır (Müftüoğlu ve Ece Bal 2014: 221). Tabii bu son söylenen fason üretim ilişkisinde sermayelerin birbirleri ile olan ilişkileri (“sınıf-içi”) devreye girer. Büyük tekelci sermaye ve bunlara iş yapan tedarikçilerden oluşan bir “yan sanayi” olgusu önem kazanmaya başlar.([1]) Bu tür bir üretim yapısında işgücü maaliyetleri son derece düşüktür; sendikalaşma ya çok zordur ya da hiç yoktur; ücretler ve diğer yan ödemeler “ana firma”ya göre çok daha düşüktür vs. Tekstil, hazır giyim, deri gibi sektörlerde bu yapı daha da ileriye giderek küçük atölyelere ve eve iş verme biçimlerine kadar uzanır (Savran 2007: 157-59). Tabii üretimin bu anlamda “toplumun kılcal damarları”na kadar yayılıyor olması “esneklik” başlığı altında birçok konuyu mercek altına yatırmamızı gerektirir; örneğin KOBİ’ler, formel ve enformel istihdam biçimleri, taşeron, fasonlaşma, ücretler, cinsiyet, çalışma koşulları, işçi sağlığı ve güvenliği vs. Tüm bu konuların hem birbirleriyle hem de “ana belirleyici dinamik” ile içsel bir ilişkisi vardır. 1970’lerde dünya ekonomisinin içine girdiği derin iktisadi krize cevaben uygulamaya sokulan neoliberal politikaları “daha az bağlam bağımlı yapılar” şeklinde sunarsak, az önce saydığımız diğer tüm olguları da “bağlam bağımlı yapılar” olarak ortaya koyabiliriz.([2]) Buradaki amaçlarımıza uygun olarak konuyu enformelleşme ve ücretler bağlamında fason ve taşeron ilişkileri öne çıkararak ele almayı düşünüyoruz.
Esnekliğin Türkiye “serüveni”…
“…Türkiye işgücü piyasasında işletmelerin rekabet ve verimlilik düzeyi üzerinde önemli etkisi olan esnekliğin, sürdürülebilir büyümenin sağlanabilmesi açısından önemi açıktır.” (Ulusal İstihdam Stratejisi)
Kapitalist dünya ekonomisinde yaşanan neoliberal dönüşüm süreci Türkiye’de 1970’lerin sonunda etkisini göstermeye başlar. Derinleşen krizin sonucu ve çaresi olarak kapitalist dünya ekonomisiyle bütünleşme hedeflenir. Bu bütünleşme sürecine Türkiye daha çok “düşük katma değerli” emek-yoğun sanayilerde uzmanlaşarak girer. 1980’lerden bu yana Türkiye’de hem emek piyasalarında esnekleşme, hem de emek üzerinde yeni denetim biçimlerinin oluşturulması süreci yaşanmıştır. Emek üzerindeki denetim biçimleri ise yeni üretim organizasyonu teknikleri ve alt sözleşme ilişkilerinin artması ile kurulur. Türkiye’nin dünya ekonomisiyle bütünleşme biçiminden dolayı, emek piyasasındaki koruyucu düzenlemeler, süreç içerisinde “maliyeti artıran faktörler” olarak görülmeye başlanır ve “tehlike”yle baş edebilmek için de “çözüm” olarak emek piyasalarının esnekleşmesi hedefi çerçevesinde işletmeler geçici, kısmi zamanlı, sözleşmeli personel istihdam etmeye başlar; taşeron vasıtasıyla çalışma tercih edilir; fason iş ve eve iş verme yaygınlaşır (Özar ve Ercan 2004).
Emek piyasasındaki “koruyucu düzenlemeler” sermaye cephesi tarafından sık sık “katılık” söylemi ile dile getirilmiş, Türkiye’nin uluslararası arenada rekabet edebilmek için “katı” olan emek piyasalarının “esnekleşmesi” sermayenin bir önceliği olarak gündemdeki yerini sürekli korumuştur. Örneğin 2014-2023 dönemini kapsayan Ulusal İstihdam Stratejisi’nde “koruyucu düzenlemeler”in törpülenmesi ve katılığın esnetilmesine dönük olarak çok fazla vurgu vardır. Bunlardan bir tanesine yer verelim:
“İhbar prosedürü, ihbar ve kıdem tazminatı, haklı/haksız nedenle işten çıkarmanın tanımı, deneme süresi, haksız nedenle işten çıkarmada tazminat ve azami itiraz süresini dikkate alan sürekli çalışanların bireysel işten çıkarılması alt endeksinde … Türkiye, 40 ülke içerisinde en katı mevzuata sahip 14. ülke konumunda bulunmaktadır. Bu alanda özellikle kıdem tazminatı miktarının yüksekliği işgücü piyasasının katılık düzeyini artırmaktadır” (s.31, abç).
Rastgele seçtiğimiz bu alıntıda da görüldüğü gibi “katılık” sermaye için bir katılıktır ve buna bulunan “esneklik” çözümü ise yine sermayenin kendi ihtiyaçları doğrultusunda emek piyasasını olabilecek en uygun düzeye getirme çabasının bir yansımasıdır. Enformellik sermaye açısından bakıldığında farklı, emek cephesi açısından bakıldığında farklı bir görünüm arz etmektedir. Örneğin “formel” bir işyerinde, işverenin vergi ödemekten kaçınmak için işçi ücretlerini asgari ücretten göstermesi emek cephesinden bakıldığında “enformel” bir duruma işaret eder. Benzer şekilde aşağıda ele alacağımız fason ve taşeron ilişkiler bağlamında da aynı durum geçerlidir. Sisteme “kayıtlı” gözüken alt sözleşmeli pek çok firma olabilir; ama bu yerlerde istihdam edilen işçilerin ücret, sosyal güvence ve diğer yan ödemelerindeki enformellik konuyu farklı bir bağlama taşır. Zaten bugün itibariyle esnekliğin sınırsız bir biçimde uygulandığı enformel sektörün toplam ekonomi içindeki payı yüzde 60’lar düzeyindedir. TÜİK, Hanehalkı İşgücü Anket Sonuçlarına göre Türkiye’de istihdamın yüzde 45,5’i sigortasız, kayıt dışı olarak çalıştırılmaktadır. Yine aynı anket sonuçlarına göre istihdamın yüzde 60,3’ü enformel sektör olarak tanımlanan ve esnekliğin sınırsız biçimde uygulandığı 1-9 işçi çalıştıran işyerlerinde çalışmaktadır (Müftüoğlu ve Ece Bal 2014: 234).
Şu halde birbiri ile örtüşen bu istatistiki verilerden şöyle bir sonuç çıkarmak mümkün; 1-9 işçi çalıştıran işyerleri, her ne kadar “kayıtlı” işyerleri olarak gözükseler de, buralardaki istihdam çok büyük bir oranda enformeldir. Ulusal İstihdam Stratejisi’nde işyerleri ölçeğinin büyümesiyle kayıt dışılığın azaldığına dair bir ifade vardır; bu aslında tersinden bakıldığında şu demektir: işyeri ölçeği küçüldükçe kayıt dışılık artmakta, istihdamın enformel boyutu öne çıkmaktadır. Güler-Müftüoğlu’nun İstanbul-Gedikpaşa’da yaptığı araştırmada da bu gerçek çıplak bir biçimde ortaya çıkarılmıştır. Araştırmanın bulgularından bir parçayı buraya nakletmek anlamlı olabilir:
“Ayakkabı işçisi yasal sosyal güvencesi olmadan çalışır. (…) İşçi sigortalı olmayı kendisi istediği taktirde, işverenin işine son verebileceğini düşündüğü için, sigortalı olarak çalışma genellikle işverenin arzusuna bırakılır. Çünkü ayakkabı üretimi ile ilgili işyerlerinde sigortasız çalışan ve sigortasız çalışmak isteyen çok sayıda işçi vardır; sigortalı çalışmak isteyen işçinin yerine, sigortasız çalışan işçiyi işveren kolaylıkla istihdam edebilmektedir.” (2000: 132)
Bu yazıda taşeron ve fason ilişkilerin tamamı enformeldir gibi kolaycı bir yaklaşımdan özellikle kaçınıyoruz. Bu tür işyerleri pekâlâ “formel” de olabiliyor; ancak biz burada gerçekliğe sınıfsal bir tarafgirlikle yaklaşmaya, enformelliği bu sınıfsal tarafgirlikle ele almaya çalışacağız. Dolayısıyla kim için esneklik?; kim için katılık?; kim için formellik ve kim için enformellik? soruları bu bağlamda önem kazanıyor. Aşağıdaki alt başlıklarda konuya emek optiğinden bakmaya ve enformelliği bu sınıfsal tarafgirlik boyutuyla ele almaya çalışacağız.
a) Fasonlaşma
Fasonlaşma, firmalar arası değişim ilişkisi bağlamında tanımlanması gereken bir kavramdır. Ama bu ilişki eşitsiz bir ilişkidir; dikey ve hiyerarşik bir karaktere sahiptir. Bu tür alt sözleşme ilişkilerinde güç ilişkileri belirleyici bir önem taşır. Taşeron ilişki ise fason ilişkinin özel bir halidir, yani üretimin eklentileri olan mal ve hizmetlerin alt firmanın ve/veya ana firmanın içinde başka bir firmaya yaptırılmasıdır. Fason ve taşeron ilişkide temel belirleyici olan istenilen standart, dizayn ve/veya model, miktar ve fiyat dolayımında en az maliyetle çalışmadır (Güler-Müftüoğlu ve Ulukan 2010: 171). “En az maliyetle çalışma” dürtüsü, rekabetin de baskıladığı bir ortamda emek sürecinin enformelleşmesini derinleştiren bir dinamiği harekete geçirir. Sadece ana firmaların birbirleri arasındaki “büyük” rekabet değil, aynı zamanda ana firma ile fason bir ilişki içerisinde iş yapan küçük firmalar arasındaki “küçük” rekabet de emeğin sermaye tarafından kontrol edilme tarzını köklü bir biçimde değiştirir.
Fason firmalar ne kadar “formel” bir görünüme sahip olsalar da emek sürecinde yer alan işçi açısından bakıldığında durum tamamen enformeldir. Ana firmaya fason iş yapan bir tekstil atölyesinde kot pantolon dikimi işi yapan bir arkadaşıma, “Sosyal güvencen, sigortan vs. var mı?” diye sorduğumda, bana verdiği cevap şu olmuştu: “Sigorta yapılınca maaş düşük ödeniyor, 500 lira kaybımız oluyor, onun için sigorta yapılmasını biraz da ben istemedim”. Burada bir başka gerçekle daha karşılaşmış oluyoruz: Maaşlar eksik ödenmesin diye işçi tarafından bir “kabullenme” durumu da söz konusudur. Bu konu belki farklı bir bağlamda ayrıntısıyla ele alınabilir; bağlamdan kopmamak için biz sadece değinip geçmekle yetiniyoruz.
Fasonlaşma eğilimi sadece basit bir “maliyet düşürme” stratejisi şeklinde tanımlanırsa konu eksik bırakılmış olur. Üretim sürecinin parçalara ayrılıp alt birimlere devredilmesi aynı zamanda sermayenin örgütlü sınıf tepkisine verdiği bir karşı sınıf tepkisidir. Örneğin İtalya’da 1969 yılında “sıcak sonbahar” adı verilen güçlü bir sendikal mücadele yaşanmıştır. O yılın 6 Eylül’ünde demir-çelik, inşaat ve kimya işçileri greve başlar. 11 Eylül’de yine demir işçileri bir grev daha yaparlar. 16 Eylül’de, devlete bağlı olan kimya, beton ve demir-çelik çalışanları greve gider. 17 Eylül’de yine devlete bağlı olan inşaat işçileri ve 19 Eylül’de ise yine demir işçileri greve çıkarlar. Hemen ardından 24 Eylül’de Cenova’daki önemli bir demir-çelik fabrikasında on binlerce işçi grev kararı alarak yürüyüşe geçer. 1969 yılının İtalya’sı âdeta grevlerle çalkalanan bir ülke görünümündedir. 16 Ekim’de, kırk bin demir-çelik işçisi yine greve çıkar. Ardından 17 Ekim’deki genel grev çağrısına ise milyonlarca işçi katılır…([3]) İşte tüm bu örgütlü militan işçi hareketine karşı, ortalık yatıştıktan sonra, İtalyan sermayesi tepki olarak üretimin birçok bölümünü firma dışına aktararak üretimi ademî-merkeziyetçi yapıda örgütleme yolunu seçer. İtalyan sermayesinin üretim sürecinin parçalarını fason yaptırması bir yandan maliyetlerin düşüşüne, diğer yandan da örgütlü emek ile çatışmaya girmekten kurtulmasına ve kâr artışları sağlanmasına neden olur (Güler-Müftüoğlu 2014: 32-33).
b) Taşeronlaşma
Yukarıda fasonlaşmayı tanımlarken taşeronun fasonlaşmanın özel bir hali olduğunu söyledik. Tanımsal farklılığı bir an için kenara koyduğumuzda, taşeron sistemini de aynı fasonda olduğu gibi özünde sermayenin örgütlü işgücüne karşı bir başkaldırısı şeklinde tanımlayabiliriz. Bu nedenle taşeron, işletmelerin gelişen teknolojiye bağlı olarak ortaya çıkan gereksinimlerinin bir “ürünü” ya da “farklı bir istihdam türü” olarak anlaşılmamalıdır. İşgücünü ucuzlatacak, işgücü üzerindeki denetimi sermaye lehine en üst seviyelere çıkartacak yeni bir birikim modelinin önemli bir parçasıdır taşeron sistemi (Özveri 2014: 30). Türkiye’de 24 Ocak 1980 kararlarıyla birlikte sermayenin işgücü üzerindeki denetimini sınırlandıran yasa hükümleri ve sendikal haklar adım adım erozyona uğratılır. Bu bağlamda esnekliğin derinlemesine bir şeklide yaşama geçirildiği alanlardan biri taşeron iş örgütlenmesi biçiminde karşımıza çıkar. Taşeronun hem ana firma ile olan dikey/hiyerarşik ilişkisini ve hem de emeğin denetimi konusundaki çarpıcı bir gözlemi “Tuzla Tersaneler Bölgesi’ndeki Çalışma Koşulları ve Önlenebilir Seri İş Kazaları Hakkında Rapor”dan dinleyelim:
“1980’lerin ortasına gelindiğinde kriz nedeniyle kadrolarını küçültmek isteyen (…) tersaneler, taşeronlaşma eğilimini beslemişlerdir. Böylece (…) emek maliyetlerini oldukça düşürmüşlerdir. Firmaların emek maliyeti dışında başka avantajları da oluşmuştur: Hem kendilerinde, yani ana işverende kayıtlı küçük bir kadro ile çalıştıkları için sosyal riskleri azaltmış, hem parça-başı iş mantığı ile çalışan taşeron firmalar aracılığıyla emek üzerindeki denetimleri artmış, hem de yaptırdıkları işin faturasını alıp vergilerinden düşmüşlerdir. Bu dönem ilk piyasaya giren taşeron firmaların ustaları ve işçileri arasında oldukça yüksek bir gelir düzeyine ulaşanlar olmuştur. Sektörde çalışmak ve taşeron firma kurmak bir çekim alanı haline gelmiştir. Ancak sonraları armatör ve tersane sahipleri, taşeron firmaların sayısının da artmasıyla işin fiyatlarını düşürmeye başlamışlardır. Böylece fiyat avantajı ile gemi siparişlerini artırmak istemişlerdir. Taşeronların düşük fiyatları kabul etmesi için de yeni taşeron firmaların kurulmasını desteklemişlerdir. Zira taşeronların arasındaki rekabet, taşeron işçilere de birebir yansıyarak piyasada yüksek olan ücret seviyesini düşürmüştür. Tersanelerin/armatörlerin, taşeron firmaların kurulmasına destek sağlaması, taşeronların önemli ölçüde tersaneye/armatöre bağımlı olmasını sağlamıştır. Bağımlılık ilişkisi, tersane, taşeron ve işçilerin söylemlerinde sipariş edilen ‘geminin zamanında bitmeme riski’ ile ifade edilmektedir. Tersane için güven, işin zamanında ve en az hata ile bitmesini ifade ederken, taşeron firma için hak edişlerini düzenli almayı ve gerekli malzemenin tersane tarafından sağlanmasını simgelemektedir. Zira işlerin zamanında bitmemesi durumunda uluslararası armatör firmaya büyük bir tazminat ödeyen tersane, bu tazminatı taşeronlara yansıtarak, alacaklarını alamayan ve hacizle üretim araçlarına da el konan taşeronlar da işçileri cezalandırarak karşılamaya çalışmaktadır” (Aktaran: Özveri 2014: 33-34).
Bu tek raporda dahi burada anlatmaya çalıştığımız konular bütün bir çıplaklığı ile gözler önüne serilmektedir.
Sermayenin “strateji” belgelerinde bu tür “yan hasar”lar olağan kabul edilir. Çünkü bu belgelerde toplumsal refah adına herhangi bir öneri doğası gereği yer almaz. Başlıca mesele özel firmaların kârlılığının artışı olarak sunulur. Bu durum “Türkiye’nin uluslararası rekabet gücünün artması” biçiminde ifade edilmektedir. Oysa bu tür bir gelişmenin çalışan kesimlerin yaşam koşullarında daha fazla bozulmaya yol açacağını tahmin etmek zor değildir. Son onyıl içinde Türkiye’nin ihracatı arttıkça taşeronlaşma ve enformel çalışma hızlanmış, çalışma saatleri artmıştır. DİSK-AR verilerine göre çalışma saatleri haftada ortalama 53-54 saate yükselmiştir (Yaman Öztürk ve Öztürk 2014: 98).([4])
c) Ücretler
1980’i bir milat kabul edersek, bu tarihle birlikte iç pazara dayalı sermaye birikimi (ithal ikame) yerine dış pazara dayalı bir sermaye birikimine geçiliyor. Bu geçiş devletin küçülmesi, özel sektörün ağırlığının artması, emek-yoğun ihracatın teşviki, reel ücretlerin düşürülmesi ve devlet harcamalarının kısılması gibi süreçler üzerinden şekilleniyor. Sonuç olarak ücretlerin bastırılması kâr oranlarını yükselten bir dinamiği harekete geçiriyor. Türkiye’nin 1980’le birlikte dış pazara dayalı bir sermaye birikimine geçmesi varolan teknik altyapı geliştirilerek değil, tersine kurulu altyapı üzerinden dış dünya ile bir bütünleşme/eklemlenme süreci üzerinden yaşanıyor (Özar ve Ercan 2004). Dolayısıyla “göreli artık değer” ile birikim yerine, “mutlak artık değer” ile birikimin öne çıktığı bir süreçten bahsediyoruz.
Türkiye burjuvazisinin, dünyaya açılmakla birlikte kızışan rekabeti göğüsleyebilmek için yapabildiği tek şeyin ücretleri düşürmek olduğunu görüyoruz. Onaran’ın da dikkat çektiği gibi: “Dış ticaret[in] serbestleşmesi sonucunda…işverenlerin artan rekabetin yarattığı baskıyı ücretleri düşürerek dengeleyebildiği görülmektedir” (2004: 215).
1980 sonrasında Türkiye’nin ihracatında yaşanan patlama kurulu kapasitenin aşındırılması, iç talebin bastırılması ve istihdamın çok az artması ile başa baş gitmiştir. Takip eden bir onyıllık süreçte tabloya baktığımızda ise ücretler ve kârlar arasındaki ilişki şöyledir; 1980-88 döneminde gerçek kârlar ikiye katlanırken reel ücretler yüzde 40 dolayında düşüş göstermiştir. Ancak Bahar Eylemleri ile işçi hareketi yükselişe geçince reel ücretlerde önemli artışlar yaşanır (Özar ve Ercan 2004). Örneğin daha önce yüzde 40 gibi bir ücret artışıyla işçileri kandırmaya çalışan hükümet bu sefer yüzde 140 oranında zam yapmak zorunda kalmıştır. O dönemde Türk-İş’in önerisinin yüzde 70 ila 80 arasında olduğunu hatırlayalım (Keskin 2005).
Bahar Eylemleri ile yükselişe geçip başını kaldıran işçi sınıfına karşı, takip eden süreçte sermaye bir saldırıya girişir. İlk öncü saldırı şu olmuştur: Burjuvazi, eyleme katılan ve öncülük eden işçilere dönük kapsamlı bir işten çıkarma harekâtına girişir. Mayıs-Haziran ayları arasında sadece petrokimya ve lastik işkollarında 6 bin işçi işten çıkarılır (Keskin 2005). Burjuvazi bununla da kalmaz. Reel ücret artışlarına tepki olarak; esnek iş örgütlenmesi, taşerona iş verme, emek piyasası kurumlarının güçsüzleştirilmesi ve bunlara uyumlu yasaların değiştirilmesi stratejisini hayata geçirmeye çalışır. Burada İtalya örneğinde olduğu gibi dikkati çeken bir benzerlik var; orada da burjuvazi “sıcak sonbahar” hareketliliğine karşı koymak için benzer şekilde emeğin komuta edilmesi tarzında köklü bir değişimi başlatma yoluna gitmişti. Bu anlamda bakıldığında üretimin parçalanması ve her bir parçanın en uygun kâr getirisini sağlayacak şekilde alt sözleşmeler biçiminde dağıtılması: sermaye için a) örgütlü sınıf muhalefetini önlemek ve b) düşen kârlılığı maksimize etmek gibi ikili bir işlev görmüştür/görmektedir.
Ücretler konusunu ele aldığımız yazının bu son bölümünde konuyu üretkenlik, reel ücretler, emeğin millî gelirden aldığı pay ve sermayenin kârlılık seviyeleri gibi parametreler ile karşılaştırmalı olarak sergilemek istiyoruz. Bu şekilde esnekliğin Türkiye “serüveni”ne dair derli toplu bir bakışa ulaşmayı hedefliyoruz. İlk olarak reel asgari ücret ile GSMH’yi karşılaştırmalı olarak verelim. DİSK-AR’ın yaptığı bir araştırmaya göre 1978 yılından bu yana Gayri Safi Millî Hasıla (GSMH) sabit fiyatlarla 3,19 kat artarken, asgari ücret neredeyse yerinde saymıştır. Yukarıdaki tablo bu gerçeği çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir.
Kişi başına üretkenlik ve reel ücretlerin seyri de ayrıca ele alınmayı hak ediyor. Çünkü bu iki gösterge arasındaki makas AKP dönemi boyunca oldukça açılmış bulunmaktadır. Bu ise işçi sınıfının artan oranlarda sömürüldüğünün bir göstergesidir.
Son olarak 2007-2012 yılları arasında ülkelere göre şirketlerin faaliyet kârlılığı oranlarını yüzde (%) olarak göstermek istiyoruz. DİSK-AR’ın yaptığı hesaplama şöyle.
Tablodan açık bir şekilde görüldüğü gibi Türkiye’nin küçük/orta/büyük ölçekli şirketlerinin her biri Avrupa’nın en büyük devletlerini dahi geride bırakacak derece bir kârlılığa sahiptir. Bunun sebebi ücretlerin sert bir şekilde bastırılması, üretimin esnek bir şekilde örgütlenmesi gibi değişkenlerle ilişkilidir.
Ulusal İstihdam Stratejisi’nde sıkça dile getirilen “işgücü maliyetlerinin yüksekliği” konusu çarpıcı bir şekilde ekonomik büyümenin istihdam yaratmasının önündeki bir “engel” olarak sunulmaktadır: “Kayıtlı istihdam bağlamında işgücü piyasasının katılıkları ve ücret dışı işgücü maliyetlerinin yüksekliği, ekonomik büyümenin istihdam yaratmasının önündeki … engellerdir”. Bu bağlamda “engel”in aşılması için de şu tür tedbirlerin hayata geçirildiği görülüyor:
“Ücret dışı maliyetler 2004 yılından bu yana yapılan çeşitli düzenlemelerle azaltılmıştır. Prime esas kazanç alt sınırının asgari ücrete eşitlenmesi, asgari geçim indirimi uygulaması, beş puanlık sosyal güvenlik primi indirimi ile birlikte istihdamın artırılmasına yönelik diğer teşvikler, ücret dışı maliyetleri aşağı çekmiştir” (s.13).
Tüm bu “tedbir”lerin istihdamı artırmaya dönük bir “iyi niyet” olduğunu düşünebiliriz; ne var ki Türkiye’nin 1980 sonrasındaki ekonomik büyümesinin temelinde istihdam yaratmayan bir büyüme vardır. İstihdama ait rakamlar bu gerçeğin çarpıcı bir resmini vermektedir. Örneğin TÜİK verilerine göre 1988 yılında işgücüne katılım oranı yüzde 57,5 iken 2006 yılında bu oran yüzde 48,0 olmuştur. 2012 yılı itibariyle ise bu oran yüzde 50,0 kadardır. Şu halde bize gösterilmeye çalışılan durum ile bu durumun ardında yatan gerçeklik arasında bir uçurum olduğunu görmüş oluyoruz. Ama zaten Marx’ın da dediği gibi, şeylerin “öz”leri ve “görünüş”leri aynı olsaydı bilime gerek kalmazdı.
Sonuç yerine
Sermaye ve emek arasındaki ilişkinin yeniden yapılanmasında iktisadi kriz ve sınıf mücadelesinin dinamiği birlikte değerlendirilmelidir. Sermayenin biricik amacı elbette kâr etme ve bunu maksimize etmedir. Ama aynı zamanda kârı çekebildiği emek sürecini de denetim altına almaya çalışır. Sermayenin uzun yıllar boyunca bu süreci denetim altına almak için mücadele verdiğini biliyoruz. Üretimde bant sistemine geçilmesi, esneklik, yalın üretim gibi atılımlar temelde sermayenin emek sürecini denetim altına almaya yönelik girişimleridir. Bu denetim sınıf mücadelesi temelinde şekillenir. Sermaye uzun deneyimler sonucunda işçi sınıfını sadece fiziki şiddet kullanarak, işten çıkartarak vs. yenemeyeceğinin farkına varmıştır. İşçilerin birliğini önlemek için, sınıf mücadelesini kırmak için sermaye bugün çok daha “karmaşık” stratejiler izlemektedir: İşçiler arasındaki rekabeti körükleme, farklı ücret ödemeleri, göçmen işçileri kullanma, taşerona iş verme, fason ilişkilerle üretim yaptırma, üretim birimlerini farklı mekânlara taşıma vs. Tüm bunlar aslında işçi sınıfını mekânsal olarak bölmekte, sınıfı atomize etmekte; böylelikle sınıf mücadelesi bağlamında burjuvazi kendi pozisyonunu emeğin aleyhine olacak şekilde muhafaza etmektedir… Gerek dünyadaki gerekse de Türkiye’deki emek-sermaye ilişkilerindeki yeniden yapılanma sürecini bu şekilde okuyabiliriz.
Dipnotlar
[1] Burada “yan sanayi” kavramını özellikle tırnak içinde kullanıyoruz. Bununla ana firma ile kurulan dikey/hiyerarşik bir bağımlılık ilişkisine göndermede bulunuyoruz. Ama kavram karmaşasını gidermek için Güler-Müftüoğlu’nun müdahalesinin de yerinde olduğunu düşünüyoruz: Firmalar arası değişim ilişkisi bağımlı (dikey ve hiyerarşik) ve bağımsız (eşitler arası) ilişki olmak üzere iki türde gerçekleşmektedir. Firmalar arası ilişkinin (bağımlı ve bağımsız) aynı kavramla ifade edilmesi (İngilizce literatürde “subcontracting”) niteliksel ayrımı gölgelediği gibi Türkçe literatürde, kavram karmaşası da (fason, yan sanayi, taşeron vs.) yaratmaktadır. Kavram karmaşasını önleyebilmek için firmalar arasında bağımlılık boyutu içermeyen ekonomik ilişkiyi “yan sanayi ilişkisi” olarak, bağımlılık boyutu içeren ilişkiyi de “fason” olarak tanımlamak anlamlı olabilir (bkz. Güler-Müftüoğlu 2000: 124).
[2] Bu kavram çifti için bkz. Türkün-Erendil (2000: 96-97).
[3] Grev ve eylemlere ilişkin detaylı tarihi bilgiler şu yazıdan alınmıştır: “İtalya: 1969, sıcak bir son bahar!”, sinifmucadelesi.net, 11 Şubat 2010, Erişim tarihi: 26 Nisan 2015, Link: www.sinifmucadelesi.net/spip.php?article363.
[4] 2014 yılı itibariyle OECD’nin Regional Well-Being raporuna göre Türkiye OECD’ye üye 34 ülke arasında en uzun çalışma saatlerine sahip ülke konumundadır. OECD ortalamasına göre bir yılda bir insanın çalışma saati 1765 saat olması gerekirken, Türkiye’de bu rakam 1855’tir.
[5] Tablo şu makaleden alınmıştır, bkz. Öngel ve Tanyılmaz (2013: 39).
Kaynaklar
1) Güler-Müftüoğlu, Berna. 2000. “İstanbul Gedikpaşa’da ayakkabı üretiminin değişen yapısı ve farklılaşan işgücü”, Toplum ve Bilim, Sayı: 86, Güz 2000.
2) Güler-Müftüoğlu, Berna ve Ulukan, Umut. 2010. “Sanayiden Tarlaya Değişim İlişkisi: Sözleşmeli Üretim/Çiftçilik ve Mülksüzleşme”, Dr. Sonay Bayramoğlu Özuğurlu (haz.) Toprak Mülkiyeti – Sempozyum Bildirileri içinde, Ankara: Memleket Yayınları: 5.
3) Güler-Müftüoğlu, Berna. 2014. “Üretim sürecinin vazgeçilmezi esneklik: Var ve yok ettikleri üzerine bir çerçeve”, Özgür Müftüoğlu ve Arif Koşar (haz.) Kapitalist üretim ilişkilerinde “yeniden” esneklik: Türkiye’de Esnek Çalışma içinde, İstanbul: Evrensel Basım Yayın.
4) Keskin, Cem. 2005. “‘89 Bahar Eylemleri”, Marksist Tutum, 24 Mayıs 2005, Erişim tarihi: 26 Nisan 2015, Link: marksist.net/Bellek/89%20Bahar%20Eylemleri.htm.
5) Müftüoğlu, Özgür ve Ece Bal, İdil. 2014. “Üretim sürecinde ‘yeniden esneklik’ ve sendikalar”, Özgür Müftüoğlu ve Arif Koşar (haz.) Kapitalist üretim ilişkilerinde “yeniden” esneklik: Türkiye’de Esnek Çalışma içinde, İstanbul: Evrensel Basım Yayın.
6) Onaran, Özlem. 2004. “Emek Piyasasına Dayalı Yapısal Uyum: Katılık Miti”, Neşecan Balkan ve Sungur Savran (der.) Neoliberalizmin Tahribatı-2: 2000’li Yıllarda Türkiye içinde, İstanbul: Metis Yayınları.
7) Öngel, F. Serkan ve Tanyılmaz, Kurtar. 2013. “Türkiye ekonomisinde küresel kriz karşısında sermayenin tepkisi: İşçilerin artan sömürüsü”, DİSK-AR Dergisi, Sayı: 1, Güz 2013.
8) Özar, Şemsa ve Ercan, Fuat. 2004. “Emek Piyasaları: Uyumsuzluk mu, Bütünleşme mi?”, Neşecan Balkan ve Sungur Savran (der.) Neoliberalizmin Tahribatı-2: 2000’li Yıllarda Türkiye içinde, İstanbul: Metis Yayınları.
9) Özveri, Murat. 2014. “Alt İşveren (Taşeron) Sermayenin Örgütlü İşgücüne Başkaldırısıdır!”, DİSK-AR Dergisi, Sayı: 2, Kış 2014.
10) Savran, Sungur. 2007. “Yalın üretim ve esneklik: Taylorizmin en yüksek aşaması”, Devrimci Marksizm, Sayı: 3, İstanbul.
11) Sınıf Mücadelesi. 2010. “İtalya: 1969, sıcak bir son bahar!”, sinifmucadelesi.net, 11 Şubat 2010.
12) Türkün-Erendil, Asuman. 2000. “Mit ve gerçeklik olarak Denizli – Üretim ve işgücünün değişen yapısı: Eleştirel kuram açısından bir değerlendirme”, Toplum ve Bilim, Sayı: 86, Güz 2000.
13) Ulusal İstihdam Stratejisi (2014–2023), Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Çalışma Genel Müdürlüğü, Kasım 2014.
14) Yaman Öztürk, Melda ve Öztürk, Özgür. 2014. “Türkiye Sanayi Strateji Belgesi ile Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nde ortaya konulan ‘vizyon’”, Özgür Müftüoğlu ve Arif Koşar (haz.) Kapitalist üretim ilişkilerinde “yeniden” esneklik: Türkiye’de Esnek Çalışma içinde, İstanbul: Evrensel Basım Yayın.