“Tek seferde iki kişiyim: şimdi olduğum kişi ile o zaman olduğum kişi. Her iki bireyin de bu bellekte söyleyeceği bir şeyler var. Hisleri şekillendiriyor, hedefleri yapılandırıyor. Nihayetinde onu bir anı gibi hissettiren geçmiş ile geleceğin bir bileşkesi. Yaptığım şey, deneyimi yeniden yaşamaktan ziyade onunla bir ilişki içerisinde olmak.”
Belleğin ne olduğu, nasıl işlediği; anıların nereden, nasıl derlenip inşa edildiği insan zihni, bilinci ve benliğine ilişkin temel soruların ardına düşmüş hemen herkesin en az bir dönem ilgi alanı olmuştur. Bellek ve anı hakkında sorular sormak için bilimsel bir meraka da gerek yok aslında. Bizi biz yapan temel taştır anı; benliğimizin yatağıdır bellek. Bellek ve anılar yalnızca zamansal dayanak değil, kendimize (ve elbet başkalarına) ilişkin yargılarımızın da dayanağını oluşturur. Bizi biz yapan öğelerdir; kendi benliğimizle kurduğumuz ilişkinin krokisini oluşturur; geçmiş, şimdi ve gelecekle bağlantımızı sağlar. Peki, bizim için bunca belirleyici olan bellek ve anılar hakkında ne biliyoruz?
Charles Fernyhough, Işık Parçacıkları’nda bellek ve anıya ilişkin nörobiyolojik, psikolojik ve kısmen edebi bir soruşturma ortaya koyar. Fernyhough’un hedefi, bu yolla belleğe ilişkin çokça yerleşik bir kanıya karşı çıkmak ve yerine daha esnek, daha verimli bir iddia önermek.
Bellek genellikle bir kayıt cihazı gibi düşünülür; evet, elbet kayıtta – anılar – bozulma ve eksiklikler olur, olacaktır ancak bunlar ilinekseldir. Böyle düşünmeye meyilliyizdir. Belleği ve anıyı bir geçmiş kayıt cihazı ve ortamı olarak ele alarak, zamansal bir çerçeveye oturtur, deyiş yerindeyse, rahat ederiz. Oysa Fernyhough belleğin kayıttan ziyade yeniden yaratım, öykü anlatıcılığı ve alışkanlıkla ilintisi üstünde durur.
“Anılar zihinsel yapılardır, şimdiki zamanın taleplerine göre o anda yaratılırlar. (…) Bu kitapta anının daha çok bir alışkanlık, ihtiyaç hasıl olduğunda her seferinde benzer ama inceden inceye değişen biçimlerde bir şeyin parçalarını yeniden birleştirme süreci olduğu görüşünü tartışmak istiyorum.”
Fernyhough anıyı geçmişten söküp enine boyuna daha derin bir zamansal çerçeveye oturtmaktan da geri durmaz: “Anı geçmişle olduğu kadar bugünle de ilgilidir. Bir anı o anda inşa edilir ve artık gerekmediği an, onu oluşturan öğelerle birlikte çöker. Hatırlama şimdiki zamanda gerçekleşir.”
Yazar bu bağlamda anıların ve deneyimlerin anımsama anındaki inanç ve bilgilerle çeşnilendirildiğini belirtir. Anlatının hammaddesi her ne kadar aynı kalsa da anlatıcının, anımsayanın içinde bulunduğu koşullar anlatıyı ister istemez değiştirecektir.
“Geçmişi hatırlamak için onun hakkında bir hikâye anlatırsınız. Anıyı hatıra getirirken de hikâyeyi yeniden anlatırsınız. Her zaman aynı hikâye olmaz, çünkü bunu anlatan kişi her zaman aynı şeyleri istemez. Bellek, olan bitenin olgularına sadık kalmaya çalıştığı kadar şimdiki zamanın taleplerine de uymaya çalışır.”
Bunun sonuçları ise kuşkusuz çarpıcı olacaktır: Belleğin değişimiyle kişinin kendine bakışı, kendine ilişkin değerlendirmesi de değişir. Kendinizi yıllar boyu suçladığınız bir olayda belleğinizin size yepyeni bir anı sunduğunu düşünün; sizi aklayan bir anı. O anıyla birlikte artık kendinize ilişkin yargınız bir an öncekiyle aynı olmayacaktır. Belleğin değişimi sizi de değiştirir.
“Öyleyse, iddia belleğin Janus yüzlü olması, hem geçmişe hem geleceğe bakmasıdır.”
Fernyhough belleği ve anıyı bu derinlikli bakış açısıyla incelerken kapsamlı vaka analizlerine, çeşitli disiplinlerden bilimcilerin görüş ve eleştirilerine yer vererek metni zenginleştirir. Ancak Işık Parçacıkları’nı popüler bilim kitaplarından daha renkli kılan en önemli özellik, anlatının edebi niteliği. Romanlarıyla da tanınan Fernyhough, kaleminin edebi tınısıyla ve otobiyografik anlatılarıyla metni çeşnilendirdiği gibi, bellek ve anıya ilişkin belirlemelerini ortaya koyarken edebiyatçılar ve sanatçılardan da hayli destek alır.
Anıların ve belleğin değişkenliğini savunan Fernyhough, böylelikle ortaya kendine has bir gerçekliğin çıktığını belirtir: “Roman yazarı Salman Rüşdi belleğin ‘kendine has özel’ bir hakikati olduğunu söyler. ‘Seçer, eler, değiştirir, abartır, küçültür, yüceltir ve kötüler de, ama sonunda kendi gerçekliğini yaratır, heterojen ama olayların tutarlı bir versiyonunu. Hiçbir akıl sahibi insan da başkasının versiyonuna kendi versiyonuna güvendiğinden çok güvenmez.’ Bellek bir aldatmaca olabilir, ama genelleme yapmak gerekirse faydalı bir aldatmacadır. Bıkmadan usanmadan efendisi için çalışır.”
Ancak bıkıp usanmadan efendisi için çalışan bellek ve anı elbette zaman zaman tökezler. Anılarımıza ne denli sarınmış olsak da gerçeklikleri hakkında pek iddialı olamayız. Belleğimiz ne denli benliğimizin çatısını oluştursa da o çatının kaypaklığı ve değişken yapısıyla meşhur olduğunu içten içe biliriz.
“Belleğin kaypaklığıyla uğraşmak hepimiz için bir zorluk. O anılar kendi kimlik hissimizin o kadar merkezinde olduğunda, onları yanlış hatırlıyor olma fikrine doğal olarak direniriz. Fakat onları muhtemelen sandığımızdan da sık yanlış hatırlarız.”
Bellek bilimine esnek bir yaklaşım öneren, anıyı konu alan bilimin öznel ve anlatısal olana – anlama – adil yaklaşması gerektiğini savunan Fernyhough, özellikle son bölümde, belleğin zamandan öte, benlik, toplumsallık ve hatta siyasetle olan ilişkisini, yeni çalışmaları müjdelercesine öne sürer.
Sonsözü Fernyhough’a bırakmadan, üzülerek belirtmeliyim ki, Türkçe baskıda okumayı zorlaştıran kimi aksaklıklar ve redaksiyon dalgınlıkları var. Umarım yeni baskısı okurla buluşmadan önce çevirinin pürüzleri daha titiz ele alınır ve giderilir, metin bir kez daha özenli bir redaksiyondan geçer.
“Hepimiz doğuştan hikâye anlatıcılarıyız, ne zaman geçmişimizden bir olaya rastlasak her zaman kurgu yapan edimlere girişiyoruz. Bilgimiz ve duygularımız değiştikçe, anı hikâyelerimizi sürekli tashih edip yeniden oluştururuz. Kurmaca olabilirler, ama bizim kurmacalarımızdırlar ve onları bağrımıza basmalıyız. Hikâyeler özeldir. Bazen doğru bile olabilirler.”
– Işık Parçacıkları; Yeni Bellek Bilimi Geçmiş Hikâyelerimizi Nasıl Aydınlatıyor?, Charles Fernyhough, Çeviren Kıvanç Tanrıyar, Aylak Kitap, İstanbul, 2015, 296 s.
Sınır Tanımayan Şiddet
“Aile geleneği terör kültürünü devam ettirir; itaatsizliği cezalandırmak ve özgürlüğü ehlileştirmek için kadını aşağılar, çocuklara yalan söylemeyi öğretir ve korku belasını yayar. İnsan hakları evde başlamalı” der Eduardo Galeano.
Uzun yıllar Birleşmiş Milletler Kadına Yönelik Şiddet Özel Raportörlüğü görevinde bulunan Yakın Ertürk, farklı ülkelerdeki saha tecrübesini temel alarak, hem düzey hem yayılım olarak sınır tanımaksızın küresel bir olgu haline gelen kadına yönelik şiddetin geniş kapsamlı bir analizini yapıyor. İsveç’ten Kongo’ya, Guatemala’dan işgal altındaki Filistin topraklarına, batı-doğu, kuzey-güney dinlemeden bütün ülkeleri kat eden kadına yönelik şiddeti kültüralist açıklamalarla ele almak mümkün değil, tersine birçok durumda kültürcü özcülük bu şiddetin doğrudan suç ortağı sayılır.
Dünya kadınlarının küresel bir güce dönüşen hak mücadelelerinin nasıl uluslararası bir kadın hakları hukuku oluşturduğunu, uygulamalarda neyin başarılıp neyin başarılamadığını, kazanımları ve eksiklikleri süregiden kuramsal tartışmaları ele aldığı gibi, üstesinden gelinmesi gereken sorunlara da odaklanıyor bu kitap. Sınır Tanımayan Şiddet, yeni kuşak feministlerin mücadelesi için kaynak niteliği taşıyor.
Evet, insan hakları evde başlamalı; sokakta, okulda, mahkemede, işyerinde, kısacası hayatın her alanında devam etmelidir.
-Sınır Tanımayan Şiddet, -Paradigma, Politika ve Pratikteki Yönleriyle Kadına Şiddet Olgusu-, Yakın Ertürk, Metis Yayınları, Nisan 2015, 442 s.
İnsan beyninin ve evrenin evrimi: Beynin Yaşamları
İnsanlar beyinleri büyüdükçe daha zeki hale gelir. 2 milyon yıl kadar önce bazı insangiller bir şekilde kuyruksuzmaymununkilerden daha büyük bir beyne sahip olacak şekilde evrimleşti. Bir milyon yılda beynin boyutu modern insanda görülen boyuta ulaştı. Dil, bu süre içinde bir yerde, muhtemelen bir buçuk milyon yıl önce evrimleşti. Oysa modern insanı yansıtan maddi kültür yalnızca 100-200 binyıl önceye dayanmaktadır. Farklı ayırıcı özelliklere sahip olsak da beyin ve ürettiği davranışlar bizi diğer kuyruksuzmaymun ve primatlardan ayıran asıl şeylerdir. John S. Allen bu kitapta, su, yağ ve proteinden oluşan bu 1,3 kilogramlık organın, bir memeli türünü bugün yeryüzünde baskın olan hayvana nasıl dönüştürdüğünü anlatıyor. Bizi beynin evrimini çeşitli boyutlarıyla düşünmeye davet ediyor.
– Beynin Yaşamları -İnsan Beyninin ve Zihninin Evrimi-, John S. Allen, Çev. Devin Keleş, Alfa Yayınları, Nisan 2015, 408 s.
Evrenin Yaşamı
Evren nedir? Sonsuz mudur, sonlu mu? Ezelden mi gelir, yoksa zaman bir ilk anda mı başladı? Başladıysa ne başlattı? Evrende niçin hayat var? Fizik yasaları ezelden gelen gerçeklikler mi, yoksa onlar evrenle birlikte mi yaratıldı? Evreni bütün bir sistem, parçalarının toplamından daha fazla bir şey olarak kavrayıp anlamak mümkün mü? Kuramsal fizikçi Lee Smolin, yıllardır kuantum kuramı ile göreliliği birleştirecek bir kuramı kurma girişiminde bulunan biri olarak, bütün bu soruların ancak bize doğanın kapsamlı bir resmini verebilecek tek bir kuramda birleştirilmesiyle cevaplanabileceğini söylüyor. 21. yüzyılda evreni kavrayışımız artarken, bir eşikte olduğumuzu söyleyebiliriz. Görelilik, kuantum ve genişleyen evrene ilişkin öğrendiklerimizi tek bir çerçevede kaynaştırmaya girişirken, anlayışımızın büyük devrimci dönemlerinden birisinin ortasındayız. Bu devrim tamamlandığında evreni nasıl göreceğiz? Smolin’e göre, yeni evrenin neye benzeyeceğini gösteren resim beliriyor. Evrenin Yaşamı, bu resmi gözler önüne sermeyi amaçlıyor. Smolin evrene bakışımızı değiştirecek bir kitap sunuyor.
– Evrenin Yaşamı -Geçmişten Geleceğe Evrenin Evrimi-, Lee Smolin, Çev. Ömür Akyüz, Alfa Yayınları, Mayıs 2015, 423 s.