Değerlerimizden olduk.
Dünyanın çivisi çıktı ve bizler, bizi insan yapan değerlerimizi yitirdik.
1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması, bir insanlaşma mücadelesinden geriye düşmek anlamına gelmişti ve M.Bernard Chantebaut çaresizce soruyordu: “(…) Toplumları kültür anarşisinden ve Amerikanizasyondan artık kimler koruyacak?” [1]
Emperyalizmin ulaştığı bir üst aşama olarak küreselleşme, beraberinde bir kültür anarşisini ve bireylerin iliklerine dek işleyen bir kültürel yozlaşmayı getiriyordu. İnsan toplumlarını esir alan sosyo-psikolojik kirlenme sonucunda insan beynini “bir parça pislik” biçiminde tanımlamak artık hiç de yadırganacak bir tutum olmamalı. 21. yüzyıl dünyasında insanlık Orta Çağ’ı aratan bir sefillik içinde ve açıkça bir barbarlaşma süreci yaşıyor.
David Graeber’ın “kapitalizmden daha kötüsü de gelebilir”[2] şeklindeki tahmini somut durumun somut tahlili ile yapılmış ciddiye alınması gereken bir uyarı.
Evet, değerlerimizden olduk ve ne yazık ki, değersizlik değer haline geldi.
Bunun Anadolu insanına yansıması ise egemen ulus kültürü üzerinden oldu kuşkusuz. Ancak, kendini reforme edememiş İslamiyet gibi bir din ile yerleşik hayata geçen göçebe bir bozkır toplumunun kültürel kodlarına sahip eğitimsiz herhangi bir bireyin psiko-sosyal gelişiminde kimi barbarlık öğeleri bulunması, ahlaki bir sorunsal olarak sadece küresel yozlaşma sürecine de bağlanamaz. Barbarlık derin köklere sahipse, bunu sadece Amerikan emperyalizmi ile açıklayamayız.
Uluslaşma adına bir “Halklar Mozaiği”ni neredeyse bir “Halklar Mezarlığı” haline getiren Kemalist ideoloji ise, “Farklılıklar Yönetimi” yerine tekçi bir yönetim felsefesini halklara dayatınca ortaya değer yoksunu bir insan profili çıkmış ve Anadolu’daki “kültürel soykırım” süreci, bir yönüyle de değersizleşme süreci anlamına gelmiş.
Aşırı bilinç yetersizliği gösteren bireylerden oluşmuş Anadolu toplumu aslında toplum olmaktan çok, Afşar Timuçin’in tanımladığı türden bir “Katışmaç”[3] durumunda. Bir bütün oluşturmayacak biçimde yan yana gelmiş bireylerden oluşuyor ve bu bireylerin bütünselliği de her an dağılmaya yatkın rastgele bir bütünsellik. Dolayısıyla, devlet aklına hakim olan “Bölünme Fobisi” de aslında, suni biçimde oluşturulmuş bu katışmacın her an dağılmaya yatkın olmasından kaynaklanıyor.
Bir “Halklar Mozaiği” durumundaki Anadolu’nun bu denli tekçi bir ideoloji ile yönetilmesi, devletin kendini üzerinde inşa ettiği ontolojik zeminle sürekli çatışma yaşaması anlamına gelmiş ve her on yılda bir askeri darbelere ihtiyaç duyulmuş.
Bireyleri topluma, toplumu ise insanlığa bağlaması gereken gerçek değerler bizzat devlet eliyle yok edildiği için ortaya bir kültürel yoksullaşma sorunu ve “Katışmaç” çıkmış. T.C. Anayasası’na göre “Türk Milleti” olarak tanımlanan bu “Katışmaç”; Laz’ın, Çerkes’in, Kürt’ün… etno-kültürel değerlerinin inkâr ve imhası temelinde oluştuğu için ortaya bütünlüklü bir ahlak yapısı da çıkmamış.
Cezaevlerindeki tutsak çocuklara ve yetiştirme yurtlarındaki yeni yetme kızlara işkenceyi, cinsel istismar ve tecavüzü reva gören zavallı bir toplum gerçeği karşısında “Katışmaç” ifadesi bile hafif kalıyor. Genel olarak Anadolu’daki insan bireyinin ruhsal gelişimi, empati ve diğerkâmlık bilincinden yoksun bir seyir izliyor. Bu birey, insanlık ile ortaklaşabileceği ahlaki ve vicdani değerler yaratma becerisine sahip değil.
Psiko-kültürel ve psiko-sosyal gelişim süreçleri bir hayli sorunlu olan Anadolu insanı psiko-seksüel gelişim anlamında da ciddi sorunlar yaşıyor. İçi boş bir laiklik anlayışı ile ve Batı’ya öykünerek yürütülen Modernleşme süreci, toplumsal yapıda cinsel özgürlükleri egemen kılmak şöyle dursun, tam tersine, sert bir ataerkil sistem oluşmasına yol açmış. Çünkü uğruna kafatası ölçümleri bile yapılan ve“Batılılaşma”yı hedefleyen bu süreç, kerhen sürdürülmüş, Batı’nın ilerici değerleri içselleştirilememiş ve dolayısıyla bir “Medeniyet Bunalımı” da kaçınılmaz hale gelmiş. Modernleşme sürecini öz-oryantalist bir ideolojinin hegemonyası altında yaşayan Anadolu’da, sosyo-seksüel anlamda da arazlı bir toplum yapısı ortaya çıkmış.
Kadınlığın bastırıldığı, erkekliğin kışkırtıldığı toplumda, ahlak adına sadece kadın sorgulanmış ve her tür onursuzluk da “ibne” kelimesi ile ifade edilir olmuş. Sorunu “Hetero-seksist Patriarkal Sistem” biçiminde tanımlayan Yıldız Tar’ın “Yoldaş Ben İbneyim” adlı kitabı ile isyan etmesi de bir anlamda, toplumu esir almış bu homofobik zihniyetten kaynaklanıyor. Devlet sistemi, yarattığı zihniyet ile sadece farklı halklara değil, toplumda erkek dışındaki tüm cinsel kimliklere de zulmetmiş. Son on yılda neredeyse sistematik hale gelen kadına yönelik şiddet olgusu ise toplumun bütününü kuşatan sorun alanlarından biri olarak coğrafyayı adeta yaşanmaz hale getirmiş.
Münevver Karabulut, Ayşe Paşalı ve Özgecan Aslan cinayetleri gibi birçokları karşımıza psiko-seksüel gelişimi arazlı bir erkek tipi çıkarıyor. Hemen her gün bir kadın cinayetiyle sarsılan ülkede kadına saygının esamisi okunmuyor. Daha kötüsü, tecavüzün bir kadın-erkek ilişki biçimi olarak normalleşme tehlikesi.
Kadın cinsine yönelik tahayyülleri tecavüzden ibaret olan bir insan müsveddesinin, biyolojik farklılığı dışında hayvandan pek bir farkı olmasa gerek. Aslında bu, beyni iktisadi akla göre evrimleşmiş bir zavallının hayat karşısındaki tüm pragmatist varoluş tarzı ile, kadın cinsini de bir cinsel obje olarak algılamasından kaynaklanıyor. Sosyal Darwinist bir hayatın, kadını nesneleştirmesi de kaçınılmaz oluyor. Fiziksel gücünü, kadının onurunu kırarak ona sahip olmak için kullanan bir erkeğin aşk, sevgi, ahlak ve hümanizm gibi insani değerlerden ne denli yoksun olduğunu söylemeye gerek bile yok.
Eğitim alma hakkından yoksun bırakılmış bir Afganistanlı kadın, onlarca erkek tarafından tecavüz edilerek öldürülen Hindistanlı bir kadın ya da yaşadığı özgür cinsellik deneyimi nedeniyle taşlanarak öldürülen bir İranlı kadın, Batı dünyasının yüzlerce yıl gerisinde kalmış bir “Doğu Gerçekliği”ne işaret ediyor.
Ne var ki, tecavüz vakalarının Batı’da da yaşanıyor olması Freudyen bir psiko-seksüel gelişim sürecinin yeterli olmadığını, bunun tutarlı bir hümanist ahlak ile de desteklenmesi gerektiğini duyuruyor. İnsan bireyinin psiko-sosyal gelişimi özgürlükler kadar, bu özgürlükleri anarşi haline getirmeyecek insani ve ahlaki değerlere de ihtiyaç duyuyor.
Tecavüz kültürünün psiko-politik bir seyir izleyerek devlet sistemine yerleşmesi ise karşımıza JİTEM gibi faşist bir yapılanma çıkarmış. 1990’lar Türkiye’sinde son derece etkin olan bu yapılanma farklılıklara tahammülsüzlüğün ve barbarlaşmanın doruk noktasıydı. Bir dönem devlete hakim olan bu arazlı zihniyetin günümüzde uluslararası ilişkiler alanına da aktarılarak tecavüz kültürünün içerden dışarıya taşırıldığını görüyoruz. Lojistik desteği Türkiye’den gönderilmiş MİT tırları ile sağlanan “Irak-Şam İslam Devleti” adlı çeteci yapılanmanın Ezidi kadınlara uyguladığı vahşeti başka türlü açıklamak mümkün değil.
Bu noktada, karşımıza Kürt kadın gerillanın son kurşunu çıkıyor. Saldırgan güruha tutsak düşüp tecavüze uğramamak için silahındaki son kurşunu saklı tutan kadın gerilla, direnişiyle tüm insanlığı aydınlatıyordu. Kadın gerillanın son kurşununda insanlık onuru gizli.
Faşizm derinleşip bir kültür haline geldikçe ilerici-demokratik politizasyonun cinsel alana dek genişlemesi de kaçınılmaz oluyor. Gerek feministler gerekse “Kadın Özgürlükçü Paradigma” öngörüsüyle yola çıkan Kürdistani güçler kadın-erkek ilişkileri sorunsalının temel aktörleri durumunda.
Peki, sorun sistemde mi, erkekte mi?
Sorun hem sistemde, hem de erkekte. Sistem, erkek egemen bir sistem çünkü. Erkeği değiştirmeden sistem de değişmez zira sorun temelde erkeğin zihniyeti ile ilgili.
Bu konuda olumlu gelişmeler de var kuşkusuz. Örneğin, Halkların Demokratik Partisi tarafından uygulanan “Eşbaşkanlık Sistemi”, toplumun kendini kadın zekâsıyla yönetmesi anlamında Anadolu insanının hiç de alışık olmadığı bir yenilik ve ataerkil zihniyetin aşılması konusunda son derece olumlu bir gelişme.
Komünist Parti’nin 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri’ne 550 kadın milletvekili adayı ile katılmış olması da insanda ister istemez anaerkil bir toplum düzeni tahayyülleri oluşturuyor. “Kadın egemen bir dünya sisteminde savaşlar olur muydu?” sorusu ise insanı gülümsetmeye yetiyor ve Anadolu mitolojisindeki Amazon Kadınları’nı düşününce, insanda hafif bir ürküntüyle, toplumsal cinsiyet eşitliğinin yeterli olduğu kanısı oluşuyor.
Aslında beni kadın-erkek ilişkileri sorunsalı üzerinde düşünmeye teşvik eden şey geçtiğimiz günlerde yaşadığım bir olay oldu. Kayseri sokaklarında yalnız başıma gezerken karşıma bir grup genç kız çıkmıştı. Güzel ve çekiciydiler. Gayri iradi bir biçimde pantolonumun üzerinden cinsel organıma dokundum ve kızlarla karşılıklı bakışarak geçiştik. İçlerinden biri arkamdan ürkekçe seslendi: “Eskiden ıslık çalardınız..?”
Çok utandım ve başımı önüme eğip oradan uzaklaştım.
Kendimi sosyalist bir Çerkes erkeği olarak tanımlıyorum. Kadın-erkek ilişkileri bağlamında son derece özgürlükçü bir kültür içinde yetiştim. “Saçı uzun, aklı kısa” deyiminin tersine,“Kadın keskin zekâlıdır”* diyen bir sosyo-kültürel formasyon içinde ve sol-sosyalist bilincim ile kendimi yetkinleştirmeye devam ediyorum. Ama o genç kızdan aldığım tepki, insanın insanlaşma mücadelesinin hiç de kolay olmayacağını öğretti bana. O ince yakınma beni çok yaraladı. Nostaljik serzenişiyle o genç kız bana çok iyi bir ders verdi, beni utandırdı ve duygulandırdı. Sistemi kıyasıya eleştirmeme rağmen aslında bizzat benim de bir erkek olarak sorunlu olduğumu gösterdi bana.
Anadolu tanrıçası Kybele’nin soyundan geliyordu kuşkusuz ve keskin zekâsıyla “Eskiden ıslık çalardınız..?” demişti; sadece bir cümlesi ile beni derin bir öz-düşünüm sürecine sürüklemiş ve varoluşuma yönelik özeleştiri getirmemi sağlamıştı.
Bir kur yapma biçimi olarak kadınlara ıslık çalmak da doğru değil ve ayıp ama en azından cinselliği çağrıştırmıyor, daha az rahatsız edici ve belki de daha kabul edilebilir.
Eskiden ıslık çalardık biz. Oysa bugün ne çok yozlaştık.
İnsanlaşmak adına daha yüce değerler yaratmamız gerekirken, var olan değerlerimizi de yitirdik. Ve kadınlarımızı ötekileştirdik.
Aşk olsun biz Anadolu erkeklerine…
Dipnotlar
[1]aktaran Rukiye Akkaya, Küreselleşme Olgusu Karşısında Ulus Sorunu, Legal Yayıncılık, İstanbul-Mayıs 2004, s.122
[2]David Graeber, Evrensel Gazetesi, 24 Aralık 2014, s.5
[3] Afşar Timuçin, Aşkın Diyalektiği, Bulut Yayınları, İstanbul-Mart 2005, s.67
* Bir Çerkes atasözü