Ana Sayfa 141. Sayı Aydınlanmanın kaynakları ya da aydınlanmaya en eski yönelişler

Aydınlanmanın kaynakları ya da aydınlanmaya en eski yönelişler

863

Varolmak için sulak yerleri gereksinen, bu yüzden su uygarlıkları diye bilinen ilk uygarlıklar köle gücüyle ayakta durdular. Araçların ve gereçlerin sınırlı olduğu ve henüz en basit makinelerin bile ortalıkta görünmediği ilkel yaşam koşullarında insan emeğinin büyük bir önemli vardı, insan her yaptığını kas gücüyle yapmak zorundaydı. Bu koşullar sınıflaşmış toplumlarda yönetici konumundaki insanın tabandaki insanı kullanması sonucunu getiriyordu.

Kesintisiz dönüşümün tarihi

Aydınlanmayı insanın uygarlaşma yolunda ortaya koyduğu çabaların bütünü diye düşünebiliriz. Kaynakları uzak zamanların kıvrımlarında geçmişin karanlıklarında yitip giden uygarlaşmayı insanoğlu yüzyıllardan beri aralıksız sürdürüyor. Bu çaba insanın öncelikle kendi üzerine ve evren üzerine aralıksız bilinçlenme çabasıdır. Aydınlanmanın tarihi buna göre evrensel bilincin gelişim serüvenidir, insanoğlunun kendini her adımda yeniden yaratma istemiyle belirlenmiş bir yetkinleşme tutkusudur. Aydınlanma daha genel anlamda insanın kendi yeteneklerinin sezgisine varmasıdır, kendinde yeni yetenekler yaratma gücünün bilincine ulaşmasıdır, daha da insanlaşma yolunda belli bir dönüştürücü etkinlik içinde olmasıdır. Aydınlanan insan özünde kendini aydınlatan insandır, dönüşen ve dönüştüren insandır. İnsanlığın bize uzun görünen tarihi özünde daha da insanlaşmak için girişilen yaratıcı etkinliklerin tarihidir. İnsan ilk uygarlıklardan bu yana, ilk uygarlıkların temelinde yer alan ilk insan olma atılımlarından bu yana ya da daha somut bir dille söylersek Tarihöncesi’nden bu yana tam anlamında bir kendini varetme çabası içinde olmuştur. Aydınlanmanın tarihi insanlığın gelişiminin tarihidir. Aydınlanmayı insanın insan olma serüveni olarak anlamayıp gelişmiş birilerinin geri kalmış birilerini eğitmesi gibi anlamak yanlışa düşmek olur. Konuyu basit bir bilgi aktarma ve bilgi alma ilişkisinde sınırlayamayız. Aydınlanma insan olma yolunda toplu uyanışların ya da evrensel uyanışın genel adıdır. Onu olmuş bitmiş bir şey diye değil başlamış bir şey diye görmek doğru olur.

“İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi” (1789). Aydınlanma sürecinin devrim noktası 18. yüzyılın Fransa’sıdır.

Aydınlanmanın bundan başka bir de özel anlamı vardır. Aydınlanma daha çok bu özel anlamıyla bilinir. Özel anlamında aydınlanma sürekli aydınlanmanın belli bir noktasında kendini göstermiş olan bir atılımın özel adıdır, devrim niteliğinde bir düşünce patlamasıdır. Bu devrim noktası iyice dar açıdan bakarsak 18. yüzyılın Fransa’sıdır. O zaman Fransa’da parıldayan ışık biraz da bir simgeydi, değişen dünyanın gelişim simgesiydi. Konu bütün bir dünyanın ortak konusudur. 13. yüzyılla hatta 11. yüzyılla başlayan uyanışın getirdiği yoğun birikim sözkonusu patlamanın asıl nedenidir. Yeniçağ’ın getirdiği özgürlükçülük dilekleri çerçevesinde insanın kendi değerlerine sıkı sıkıya sahip çıkması, özellikle bireyin insan olmaktan gelen haklarını öne sürerek hem kültürel hem siyasal planda belli bir savaşıma girmesi 18. yüzyılda olmuştur. Bu atılımın Fransa’da çiçeklenmiş olması hem o dönem Avrupa’sının hem de özel olarak Fransa’nın toplumsal ve iktisadi koşullarıyla ve elbette bu arada kültürel koşullarıyla ilgilidir. Fransa ve özel olarak Paris büyük kültür dönüşümlerinin merkeziydi, 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar da öyle kaldı.

Almanya’da da o zamanlar aydınlığa ulaşma yönünde belli ölçülerde de olsa bir takım girişimler görüldü. Bu girişimler alman aydınlanması diye bir olgudan sözetmemizi gerekli kılabilir. Edebiyat tarihi ve felsefe tarihi kitaplarında alman aydınlanmacılarının da adı geçer. Ne var ki o zamanki Almanya’nın toplumsal ve iktisadi koşulları güçlü bir aydınlanma devinimini olası kılacak ölçülerde belirleyici değildi. İngilizlerse aydınlanmayı çok daha önce değişik iktisadi ve toplumsal koşullar çerçevesinde gerçekleştirmişlerdi, o durumda kendilerini yeniden özel olarak aydınlatma gereği duymadılar. Bununla birlikte kaynağı Fransa’da olan bu devrimci oluşumlar karşısında tedirginlik duymaktan da geri kalmadılar. Çılgın Fransızların yaktığı bu ateş Büyük İmparatorluk’u da sarar mıydı? İngilizler haklıydılar, onların gerçekten aydınlanmaya gereksinimleri yoktu ya da en azından ingiliz toplumu böyle bir gereksinimin olmadığı duygusu içindeydi: onlar aydınlanmışlardı ya da vaktiyle bir takım toplumsal ve iktisadi düzenlemeleri yaparak ve erkenden parlamento yaşamına geçerek daha dingin bir toplumsal düzene kavuşma olanağı elde edebilmişlerdi. Buna göre İngiltere’de aydınlanma Ortaçağ sonlarında temelleri atılmış olan olumlu koşullarda içkindir. İngiltere’de 13. yüzyılın başlarında Magna Carta’yla yani Büyük Ferman’la soylular kral John’dan bir takım haklar elde etmeyi başarmışlardı. Ondan sonra bu ülkede siyasal dengeler hep korundu. Avrupa’nın her yerinde kendini gösteren çatışma, çöken soylulukla yükselen burjuva sınıfının çatışması İngiltere’de böylece en uygun koşullarda atlatıldı.

Magna Carta.

En eski kaynaklar

Evrensel düzeyde aydınlanmanın yani tarih boyunca sürmüş olan aydınlanmanın ne olup ne olmadığını bilebilmek özellikle önemlidir, Bunun için bu özel alandan çıkmak ve iyice gerilere gitmek gereksinimi duyarız. Aydınlanmanın özüne inebilmek ya da bu konuda en eski zamanların bilgilerine ulaşmak binbir güçlük barındıran bir iştir. Uygarlıklar sözkonusu olduğunda eski zamanlar derken özellikle Eskiçağ’ı anlamamız gerekir. Ama biz daha da gerilere, göz gözü görmez zamanlara gitmek isteriz. Gerçek uygarlık etkinlikleri Eskiçağ’la başladı demek daha eski zamanları hiçe saymak anlamına gelmemelidir. Önceki zamanlarla yani Tarihöncesi’yle ilgili bilgilerimiz sınırlı ve bulanıktır. Bununla birlikte geçmişe dönük çabalarımız o görünmez zamanları bile bir ölçüde görünür kılabilmiştir. Eskiçağ dediğimiz uzun zaman parçası ilk uygarlıkları içerir, onların teknik uygulamalarını ve düşünce etkinliklerini içerir. Teknikle kültürü birbirinden ayırmamız, bir tür yaşam ve düşünce ayrımı yapmamız bir görme kolaylığıyla ilgilidir, yoksa bu iki alanı birbirinden ayrı şeyler gibi ele almayı elbette düşünmeyiz. Yaşamı parçalı olarak düşünmezsek ya da doğal görünen çizgilerini gözeterek parçalı bir kavrayışla ele almazsak bütünü görmemiz zorlaşır ve her şeyi birbirine karıştırırız. Önemli olan bütünü görmektir ama parçaları görmeden bütünü görebilir miyiz? Yoksa yaşam elbette bölünmez bir bütündür. Bu yapay ayrımı bir şeyleri daha iyi anlamak için yapıyoruz, yaşamı kolaylaştıran etkinlikle yaşamı düşünen etkinliğin etkileşim koşullarını daha iyi görebilmek için yapıyoruz. Bu bir bütüne bir o yanından bir bu yanından bakmak gibi bir şeydir, onun da ötesinde bir şeyi bütün yüzleriyle görme istemidir. Yaşamı düşünceden ve düşünceyi yaşamdan ayrı düşünemeyiz. Tekniği kültürden ve kültürü teknikten ayırmak doğrudan doğruya insan gerçeğini parçalamak olur.

İngiltere’de 13. yüzyılın başlarında Magna Carta’yla yani Büyük Ferman’la soylular kral John’dan bir takım haklar elde etmeyi başarmışlardı.

Uygarlık bir bütündür, onun değişik yönlerini birer birer ama birbiriyle ilişkileri içinde ele alarak incelediğimiz zaman ancak sağlam bir sonuca ulaşabiliriz. Bir bütünü doğru anlamak için onu ikiye de daha çok parçaya da ayırabiliriz. Bütünü kavramaya yönelirken ayrıntıda yitip gitmemek ve bütünü elden kaçırmamak önemlidir. Eskiçağ dediğimizde bize iyiden iyiye uzak kalan çok eski zamanları düşünüyoruz. Bu çok eski zamanlar ilk uygarlıkların başlayıp geliştiği dönemlerdir. İnsanın dünya sahnesinde yerini almaya başladığı bu çok eski zamanların özelliklerini düşündüğümüzde Eskiçağ’ın bize o kadar da uzak olmadığını hatta epeyce yakın olduğunu görüyoruz. Belgeler ya da veriler bilgimizi ve görgümüzü artırdıkça geçmiş zamanlar bize biraz daha yaklaşıyor. Bugünün koşullarında ilk uygarlıkların insanlarıyla bir ölçüde de olsa tanış gibiyiz. İlk uygarlıklarla başlayan ve bugüne uzanan insan olma serüvenini Tarih diye adlandırıyoruz. Tarih insanın o uzun ve epeyce karanlık geçmişine göre yani Tarihöncesi’ne göre oldukça kısa bir zaman parçasıdır.

Tarihte olmak

Her bilinçli insan kendini tarihin içinde görür hatta tarihin bir parçası olarak duyar. Bugün yakın zamanlarla ilgili bir konuyu araştırmaya yöneldiğimizde bile geçmişe uzanmak, geçmişin zengin ve engebeli toprağında bir şeyler aramaya çıkmak zorunda olduğumuzu duyarız. Şu ya da bu nedenle, belki de kendilerini her şeyden bağımsız kılmak amacıyla tarihe olumsuz bakanlar bile, tarih de neymiş demeye kalkanlar bile tarihin bir ürünü ve zorunlu üyesi olduklarını derinden derine duyarlar. Tarih tapınmacılığı yapmadan tarihe yerleşmek her bilinçli kişinin özellikle de her araştırmacının yükümlülüğüdür. Dikkatli bir araştırmacı bugünü bugün yapan etkenlerin açık ya da örtülü bir biçimde eski zamanların görünmez derinlerinde içkin olduğunu bilir, o durumda görüneni görmek ve görünmez olanı da elden geldiğince görmeye çalışmak gerekir. Her araştırma öncelikle bir yer ve zaman ya da bir yer-zaman araştırmasıdır. Tarihin dışına düşmek gerçekliğin dışına düşmektir. Bir şeyleri doğru olarak kavrayabilmek için her olguyu zamanda ve uzamda olabildiğince yerine oturtabilmek gibi bir yükümlülüğümüz vardır. İnsan başarılarının yeşerdiği ve kök saldığı toprağı tanımak diyebiliriz buna. Her uygarlık bir toprağın üzerinde kuruldu hatta bir bakıma o toprağın ürünü oldu, o toprağın renkleriyle renklendi. Bu yüzden tarih önemlidir. Olguları tarihsel gerçeklikler olarak görmeyip onları özerk bütünlükler olarak ele almak bizi bitmez tükenmez yanlışlara götürecektir.

Tarih ‘yazı’nın bulunmasıyla başlamıştır ve özellikle çeşitli toplumların yazılı belgelerinde açıklamasını bulur. Tarihin bir belge bilimi olduğu ve söylentiler üzerine temellendirilemeyeceği tartışma götürmez. Sümer’in çivi yazısından, Mısır’ın hiyeroglifinden, fenike alfabesinden bugüne uzanan süreçler boyunca tarih daha çok yazının ürünü oldu ya da yazının sağladığı kalıcılıkta kendini ortaya koydu. Yazmak bir gerçekliği ya da bir insanlık durumunu uzamda ve zamanda saptamaktır. Yazı tarihin kanı ve canıdır. Bu arada bir takım araç ve gereçlerin de belge değeri taşıdığı unutmayalım. Öyle olmasaydı henüz yazının sözkonusu olmadığı Tarihöncesi bizim için tümüyle karanlık bir dönem olurdu. Tarihten önceki zamanlardan kalan nesneler yazı kadar anlatımcı olmasalar da bize bir parçası oldukları ya da ürünü oldukları uygarlıklarla ilgili olarak çok şey öğretiyorlar. Hatta onların bazen yazılı belgeden daha önemli olabildiğini, daha büyük doğruları duyurduğunu söyleyebiliriz. Bu yazısız belgelere dayanarak o çok eski zamanlarda insan yaşamının toplumsallığa doğru değiştiğini, köylerin kurulduğunu, demircilik çömlekçilik dokumacılık gibi zanaatların geliştiğini biliyoruz. Ancak bu bilgilerimiz en eski zamanların en karanlık dönemleriyle değil, daha çok Tariheşiği dediğimiz bize daha yakın dönemleriyle ya da son dönemleriyle ilgilidir. Tariheşiği’nde genç insanlık Tarihöncesi’nden Tarih’e geçmeye hazırlandı.

Sümerler başlangıçta Mısırlıların yazısına benzer bir resim yazısı kullanmışlardı. Daha sonra çivi yazısına geçtiler.

Tarihöncesinde iyice gerilere doğru gittiğimizde henüz yerleşik yaşamın sözkonusu olmadığını gösteren verilerle karşılaşıyoruz. O zamanlar yaşamı kolaylaştıran araç ve gereçlerin son derece basit ve kaba olduğunu gösteren belirtiler var. Bunun böyle olması hepimize doğal görünür. O dönemlerin ne olup ne olmadığını araştıranlar daha çok kemikleri ve kafataslarını karşılaştırarak bilgilere ulaşıyorlar. Bu alanda en küçük bir veriyi bile özenle korumak ve değerlendirmek gerekiyor. Geçmişin karanlıklarına ya da bizim için karanlıkta kalan yanına yöneldiğimiz zaman elimiz son derece dardır ve tarih dönemlerini araştırmak için kullandığımız yöntemler o dönemle ilgili araştırmalar için elbette geçerli olmayacaktır. Tarih yazıyla başladığına göre bu başlangıç için MÖ 5000-3000 yıllarında kendini gösteren ve yazının da tanıklık ettiği etkinlikleri düşünüyoruz. Bu etkinlikleri ilk olarak gerçekleştirenler yani uygarlığı yaratan en eski toplumlar Sümerliler ve Mısırlılardır. Eski uygarlıkların bilgisine büyük ölçüde yazının sağladığı kolaylıkla ulaşmış olduk ve ulaşmayı sürdürüyoruz. Bunun için en büyük dayanağımız toprağın altında kalmış, bir toz tabakasıyla örtülmüş ya da uykuya yatmış kentleri ortaya çıkaran kazıbilimdir.

Mısır’ın resim yazısı bilmece gibidir, ancak metnin bütününden bir anlam çıkarmak gerekir.

Tarihin ilk yazıcıları

Bu andığımız uygarlıklar oldukça gelişmiş uygarlıklardır, yazıyı bulmuş ya da kullanmış olmaları da bunu gösteriyor. Bu uygarlıklarda yazının bugünkü yazılar gibi geniş çerçevede anlatım olanakları sağladığını elbette düşünemeyiz. Mısır’ın resim yazısı bilmece gibidir, ancak metnin bütününden bir anlam çıkarmak gerekir. Sümerler de başlangıçta Mısırlıların yazısına benzer bir resim yazısı kullanmışlardı. Onlar daha sonra çivi yazısına geçtiler. Resim yazısında olanaklar her bakımdan sınırlıydı. Mısırlılar yazılarını papirüslere yazarlardı, Sümerlilerse kilden yapılmış tabletleri kullandılar. Mısır toplumu kağıt yapan ilk toplum oldu. Mısırlılar yazı yazmak için kullandıkları papirüsleri yani o zamanın kağıtlarını aynı adlı bitkinin özünden elde ederlerdi. Papirüs bitkisi bir tür kamıştı. Bu kamış Delta’da yani Nil’in denize döküldüğü geniş ve verimli alanda yetişiyordu. Papirüs esmerimsi bir tür kartondu, üstüne mürekkebe batırılmış kamışla yazı yazılıyordu. Mısırlılar çok eski zamanlarda yazıya geçmişlerdi. Bunun ne zaman başladığını bilemiyoruz. Önceleri onlar belirtmek istedikleri nesnenin doğrudan doğruya resmini yaparlardı. Kutsal yazı anlamına gelen hiyeroglifte insanların kazların ibislerin resmi çizilirdi.

Fenikeliler ilk alfabeyi bularak yazı işini epeyce kolaylaştırdılar. Bu büyük bir devrim sayılmalıdır.

Zamanla bir değişiklik oldu: bir nesneyi resimle anlatmak yerine o nesneyi belirleyen sözcüğün baş harfi kullanılmaya başlandı. Ancak birçok nesnenin adı aynı harfle başlayabiliyordu. O zaman bütün sözcüğü yazma yolu tutuldu. Bu durumda da birçok belirtici kullanmak gerekiyordu. Böyle bir yazıyı yazmak da okumak da zordu. Mısırlılar giderek daha basit yazılı anlatım yolları buldular. Sümerliler resim yazısından vazgeçince daha kolay yazılır ve okunur olan çivi yazısını, çivi biçiminde belirtenleri olan yeni bir yazıyı kullandılar. Sümer yazısı giderek yaygınlaştı, Perslere kadar ulaştı. Fenikeliler ilk alfabeyi bularak yazı işini epeyce kolaylaştırdılar. İlk alfabenin bulunuşu büyük bir devrim sayılmalıdır. Bu alfabede yalnızca yirmi iki sessiz harf vardı. MÖ 11. yüzyıldan sonra Yunanlılar fenike alfabesine sesli harfleri eklediler. Romalılar daha sonra bu alfabeyi benimsediler ve genişlettiler. Artık her harf bir sese karşılıktı.

Suyun ve taşın önemi / Yaşam koşulları

Mısır uygarlığı Mezopotamya uygarlığından az daha önce başlamış gibidir. Bu iki uygarlık arasında benzer özellikler görüyoruz. Eski uygarlıklar deyim yerindeyse su uygarlıklarıdır. Mezopotamya uygarlığı Dicle ve Fırat ırmaklarından almıştır gücünü, Mısır uygarlığıysa Nil’in bir ürünüdür. Dünyanın en büyük ırmaklarından biri olan 6700 kilometre uzunluğundaki Nil Afrika’nın ortalarından çıkar, çölü geçerek Akdeniz’e ulaşır. Her ilkyazda ekvator yağmurlarıyla ve Etiyopya dağlarının kar sularıyla coşan Nil mayısta haziranda ortalığı sele suya boğar, alev alev yanan toprakları hem altüst eder hem serinletir. İnsanlar ve hayvanlar bu serinlikte bayram ederler. O zaman sular yedi sekiz metre yükselmiştir. Eylüle doğru sular çekilmeye başlar. Aralıkta Nil yatağına döner. Sulardan geriye verimli bir balçık tabakası kalmıştır. Mezopotamya uygarlığı yüksek dağlardan inen Dicle ve Fırat ırmaklarından beslenir. Buranın toprakları oldukça kuraktır. Kışın çok kısa süre yağmur yağar, kalan zamanda gökte bulut görülmez. Kışlar alabildiğine soğuktur, dondurucu rüzgarlar eser. Pırıl pırıl bir gök altında soğuk esen rüzgar insanları bezdirir. Nisanla birlikte dayanılmaz sıcaklar başlar: termometre bazen elli dereceyi gösterir. Gün ortasında dışarıya çıkmak tehlikelidir, insanlar gün boyu loş odalara sığınırlar. Geceler gündüzleri aratmayacak ölçüde boğucudur. Aylar geçer, toprağa bir damla yağmur düşmez. İlkyazda her iki ırmak kar sularıyla şişer, yatağından ayrılır, ortalığı epeyce ıslatır, ancak bu çok sürmez, bir iki hafta içinde sular yataklarına girerler. Bütün bunlar bize su uygarlığı sözünün ne anlama geldiğini gösteriyor.

İki ırmak (Fırat e Dicle) arasında kalan yer anlamına gelen Mezopotamya çok erken zamanlarda tarıma yönelen insanların ülkesi oldu.

Mezopotamya uygarlığı Mısır uygarlığı kadar eski ve onun kadar önemli bir uygarlıktır. Homeros “Mısır Nil’in bir armağanıdır” demişti. Mezopotamya uygarlığını da Dicle’nin ve Fırat’ın armağanı olarak görebiliriz. İki ırmağın beslediği bu alüvyonlu yani çok verimli topraklar güçlü bir uygarlığın sağlam temelini oluşturmuştur. İki ırmak arasında kalan yer anlamına gelen Mezopotamya çok erken zamanlarda tarıma yönelen insanların ülkesi oldu. Arpa ve darı yetiştirmekle işe başlayan Mezopotamya insanı daha sonra buğday ve pirinç de yetiştirdi. Ülkede baştan beri bol bol sebze ve meyve yetiştiriliyordu. Zeytincilik erkenden gelişti. Bu toprakların insanları hayvanları evcilleştirmekte ustalaştılar: eşekten köpeğe öküzden keçiye birçok hayvanı evcilleştirdiler. Mezopotamya insanları sütçülükte ve peynircilikte de çok ileriydiler. Mezopotamya uygarlığı denince tam anlamında biryapılı bir uygarlık düşünmek doğru olmaz. Sümer dönemi (3500-2000) ve Akad dönemi (2000-359) yaşam ve kültür değerleri açısından hem birbirine çok yakın hem birbirinden epeyce ayrı özellikler gösterir. 1800’e doğru Babil krallığı tüm kentlere egemen olurken Asurlular kuzey topraklarına egemen olmaya başlamışlardı. Mezopotamya’nın kültür yapısını incelerken bu oluşumları göz önünde tutmak kaçınılmaz oluyor.

Her Fenikeli denizci olurken her Fenike kenti de liman oldu.

Evet ilk uygarlıkların kurulup gelişmesinde ırmakların rolü büyük oldu. Yalnız ırmaklar değil denizler de uygarlıkların oluşumunda etkili oldu, onları hem yarattı hem besledi: Fenikeliler incecik bir kıyı şeridinde yerleşmişlerdi, karaların zor güç sağladığı sınırlı yaşam koşulları gereği onlar geleceklerini denizde aradılar ve deniz ticaretinin büyük ustaları oldular. Fenike Akdeniz’le Lübnan arasında küçücük bir ülkeydi, bu küçücük ülkenin büyük bir bölümü kayalarla ve balta girmemiş ormanlarla kaplıydı. Buna karşılık kıyı şeridi oldukça verimliydi. Fenikelilerin önünde kocaman bir deniz vardı, mavilik onları uzaklara çağırıyordu. Zamanla her Fenikeli denizci olurken her Fenike kenti de liman oldu. Özellikle Sidon ve Tir kentleri önemli ticaret merkezleriydi. Fenikeli gemiciler uzak ülkelerden özellikle de Doğu’dan gelen malları Akdeniz’in kıyı kentlerine ulaştırıyorlardı. Bu arada Fenikelilerin hem deniz ticaretiyle büyük gelir sağladıklarını hem de denizde sahip oldukları olanaklarla başka topraklara mal taşıyarak oradaki uygarlık etkinliklerinin gelişmesine katkıda bulunduklarını biliyoruz. Mısır’ın ve Mezopotamya’nın gelişiminde Fenikelilerin katkısı önemli olmuştur. Fenikeliler bu iki ülkeye bol bol sedir gibi çam gibi meşe gibi ağaçlar sattılar. Bu alışveriş ağaç yoksunu uygarlıkların gücüne güç katarken Fenikelilerin zenginliğine de zenginlik katmıştır.

Mısır’da yontuculuk gelişmiştir. Mısır sanatçısı yalnız taşı değil tahtayı da ustalıkla yontmuştur.

Uygarlıkları besleyen ya da daha doğrusu uygarlıkları uygarlık yapan nesnelerden biri suysa öbürü taştır. Mezopotamya uygarlığı deyim yerindeyse taş yoksunu bir uygarlıktır. Bu iki ırmak arasında kalan ülkede ağaç olmadığı gibi taş da yoktur. Bu topraklar yırtıcı hayvanlar açısından oldukça zengindir. Taşın azlığı özellikle sanatın gelişimini olumsuz yönde etkilemiştir. Aşağı Mezopotamya tümüyle ağaçsız ve taşsızken Yukarı Mezopotamya’da az da olsa ağaç da taş da vardır. Buna göre Babilliler evlerini güneşte kurutulmuş ya da fırında pişirilmiş tuğlayla yaparken Asurlular evlerinin yapımında taş da kullandılar. Böylece taş yoksunu Mezopotamyalılar yontu sanatında pek varlık gösteremediler. Mısır’da yontuculuk ne ölçüde geliştiyse Mezopotamya’da o ölçüde güdük kaldı. Mısır sanatçısı yalnız taşı değil tahtayı da ustalıkla yontmuştur. Mısır yontucusu yaşamın canlı yapısını yapıtlarında yansıtmayı bilmiş, Mezopotamya yontucusu bu konuda büyük bir varlık gösterememiştir. Mezopotamyalılar taşsızlıktan anıtsal yapılarını bile tuğladan yapmak zorunda kaldılar: tapınaklarda sütun yerine tahta dayanaklar kullandılar. Taşa dayalı uygarlıklarından biri de hitit uygarlığıdır. Hitit ülkesinde mimarlığın temel gerecini taş oluşturuyordu. Bu kayalıklar ülkesinde eksikliği duyulmayan şeylerin başında taş geliyordu. Bununla birlikte yontu sanatı gelişmemişti ve ancak mimarlığın bir parçası olarak vardı. Madenden yapılmış çok küçük yontular azçok incelmiş bir beğeniye tanıklık ediyordu. Alçakkabartma sanatı da oldukça gelişmişti: alçakkabartmalar kayaların tıraşlanmasıyla elde ediliyordu.

Mezopotamyalılar taşsızlıktan anıtsal yapılarını bile tuğladan yapmak zorunda kaldılar: tapınaklarda sütun yerine tahta dayanaklar kullandılar.

Eski toplumların insanları yaşamı kolaylaştırıcı teknikleri kullanırken ve geliştirirken yaşamın özünü düşünmekten geri kalmadılar. Onlar yaşam karşısında da yaşamın bir yüzü sayabileceğimiz ölüm karşısında da son derece duyarlıydılar. Mısırlılar kişinin ölümden sonra bu yaşamdakine benzer bir yaşam süreceğine inanırlardı. Öyleyse beden iyi korunmalıydı, bedene bir zarar gelmemeliydi. Onlar ölülerini bu yüzden mumyalarlardı. Kişi ölümden sonraki yaşamında da yemek içmek giyinmek zorundaydı. Bu yüzden Mısırlılar ölülerini sonsuz barış adını verdikleri evlerde korurlardı. Bu barınaklar kumun ya da kayanın altında olurdu. Onlar ölüyü gömerken yanına yiyecek içecek de koyarlardı. Daha geç bir zamanda Mısırlılar ölünün yanına maddi nesneler koymanın anlamsız olduğunu düşündüler: o nesneleri belirleyen simgelerle yetinmek daha doğruydu. Bu uygulama giderek daha da yumuşatıldı ve sonunda bırakıldı. Ancak ölenin bir mahkeme karşısına çıkacağı inancı hep sürdü. Mahkeme başkanı Osiris’di. Mahkum edilen ruh karanlıklar ülkesine gönderilirdi, orada akreplere ve yılanlara bırakılırdı. Mahkemenin suçsuz bulduğu ruh bazı deneylerden geçtikten sonra sonsuz mutluluğa kavuşurdu. En görkemli mezarlar firavunların koyulduğu piramitlerdi. Her Mısırlı firavununu tanrı bilirdi. Mısır’ın tarihinde iyice gerilere gittiğimizde, 5000 yıllarına kadar ulaştığımızda Nil vadisinde kurulmuş köyler görürüz. Bu insanlar yaşamlarını daha çok avla sürdürüyorlardı, ayrıca buğday ve arpa yetiştirmeyi, bunları düz taşlarda öğütmeyi, aşırı yırtıcı olmayan hayvanları evcilleştirmeyi biliyorlardı. Ölülerini evleri gibi oval mezarlara koyuyorlardı. Onları gözleri köye dönük durumda hasırlar üzerine yan yatırıyorlardı, başlarının yanına buğday taneleri serpiştiriyorlardı. Bazı mezarlar çiçekliydi, bunlar belki de genç kadınların mezarlarıydı. O çok eski zamanlarda bile Mısırlılar ölülerini beslemek gereğini duymuşlardı. Mezarlıklar köyün uzağındaydı: ölülerin ayrı bir yaşamı olmalıydı. 4000 yıllarına doğru bu insanlar bakırı işlemeye başladılar, madencilikte epeyce yol aldılar. Dokumacılık madencilikten daha hızlı gelişti. O zaman Mısırlılar tahta yataklarda yatıyorlardı.

Mitolojiden felsefeye

Eskiçağ’ı iki evreli düşünmek doğru olur. Birinci evre doğu uygarlıkları evresidir. Bu evre Tarihöncesi’nden sonraki ya da daha ince bir hesapla Tariheşiği’nden sonraki ilk evredir. Tariheşiği’nden Tarih’e geçiş yazıyla olmuştur. İkinci evre yunan-latin uygarlığı evresidir. Birinci evredeki uygarlıkları mitoloji uygarlıkları diye adlandırabiliriz. Bu dönemde us henüz yeterince gelişmiş değildir, yaşama ağırlığını koyacak yapıda değildir, kurucu olmaktan çok izleyicidir, yalnızca meraklıdır. Mantık gelişmiş değildir: insan henüz gidimli düşünecek yani bir önermeden bir önermeye geçerek çıkarımlar yapacak yetkinlikte değildir. Usun etkinliği ne ölçüde sınırlıysa imgelem o ölçüde verimlidir. Usun eksik kaldığı yerde imgelem alabildiğine çalışır, çocukların dünyasında olduğu gibi. Düşsellik gerçekliğin önüne geçmiştir ve gerçekliği koşullar gibidir.

İlk uygarlıkların insanı bir sonraki evrenin insanına, yunan-latin insanına göre daha çocuksudur. Ancak ilk uygarlıklardan yunan uygarlığına geçişte her şeyin bir çırpıda değiştiğini, mitolojinin yerini birdenbire felsefenin aldığını, ussalın imgelemsele iyiden iyiye baskın geldiğini düşünmeyelim. Yaşamda dönüşümlerin bir çırpıda gerçekleşmediğini biliyoruz. Yunan uygarlığı da hatta onu izleyen ve büyük ölçüde onu öykünerek gelişen ve zamanla onunla bütünleşen roma ya da latin uygarlığı da mitolojik düşünceden uzak değildi, onlar felsefi düşünceye ağırlık verirken mitolojik eğilimlerini de sürdürdüler. Yunandan Roma’ya geçişte mitolojik düşünce etkisini epeyce yitirmiş gibidir, en azından imgelemselle ussal dengelenmiş gibidir. Çoktanrılı inanç düzeni gene egemendir, ancak Roma’da tek tanrı düşüncesi iyice belirginleşmiştir. İnsanlığın çocukluktan ergenliğe yöneldiği bu zamanlarda imgelemselin yerini ussalın alması, gidimli düşüncenin sezgisel düşünceye baskın çıkması değişik aşamalarla gerçekleşti. İnsanlık düşselden ya da imgelemselden hiçbir zaman tam olarak kopmamıştır ve bunu onun geriliğinden çok zenginliği diye görmek gerekir. Tasarlayan insan her zaman ussalın yanına imgelemseli koymak isteyecektir. Dünün olduğu gibi bugünün insanı da düş görebilen insandır.

İlk uygarlıklarla yunan-latin uygarlığı arasındaki düşünsel yapı ayrılığını biz ancak son zamanlarda yani 20. yüzyılın başlarında görebildik. 1900’lerden önce insanlığın Sümerler diye bir sorunu yoktu. O zamana kadar Mezopotamya’yla ilgili bilgilerimiz yok denecek kadar azdı. O yüzden yunan uygarlığı bize mucize gibi, bir mucizenin gerçekleşmesi gibi göründü: “yunan mucizesi” deyimi gelişigüzel ortaya konmuş değildir. Öncesini tanımadığımız ya da nedenlerini bilemediğimiz her yetkinlik karşısında belli bir şaşkınlığı yaşarız. Her sıradışı olay bize mucize izlenimi verebilir. İnsanoğlu yakın zamanlarda kazmayla kürekle toprağın derinlerine indikçe bir yenidendoğuşu yaşadı: en eski uygarlık ürünleri bir bir gün ışığına çıkmaya başlıyordu. Toprağın altında uyuyan geçmişimizle tanışmamızda raslantıların da payı vardır. Evet yunan uygarlığından önceki uygarlıklarla ilgili bilgilerimiz çok yenidir. Çivi yazısıyla yazılmış tabletlerin okunması bizi sümer uygarlığı gibi büyük bir uygarlıkla yüzyüze getirdi. O zaman yunan uygarlığının doğuşuna katkıda bulunan, bu uygarlığa bileşenler olarak katılan ilk uygarlıklar gerçeğine ulaşmış olduk. Eskiçağ’ı özellikle kültür değerleri açısından iki evreye ayırmamız ve yunan ve roma uygarlıklarının temeline ilk uygarlıkları koymamız özellikle önemlidir. Bundan böyle mitoloji uygarlıkları diyebileceğimiz doğu uygarlıkları ve felsefi düşünceyi kuran yunan ve roma uygarlıkları bir bütünün yani Eskiçağ uygarlığının parçaları oldular.

Nil aygırı tehlikeliydi, bir tekneyi bir vuruşta batırabilirdi. Mısır’da artık yaşamıyor.

Eski uygarlıklarda yaşam ve inanç

Doğu uygarlıkları dediğimiz ilk uygarlıklarda toplumsal yaşam parçalıydı. Bu toplumlar birbirlerinden kopuk yaşayan ya da yalıtık bir yaşam düzeni tutturmuş olan kentleriyle tam anlamında atomlaşmış toplumlardı. O durumda en geniş toplumsal yapının kent olduğunu söyleyebiliriz. Bu toplumlarda zamanla ortaya çıkan değişimlerin doğal olarak inanç düzeninde de anlatımını bulduğunu, inanç biçimlerinin toplumsal değişimlerden büyük ölçüde etkilendiğini görüyoruz. Her kentin koruyucu bir tanrısı vardı. Her kent siyasal ve hatta toplumsal açıdan özerk bir bütündü. Bu kent devletleri arasında çekişmeler eksik olmazdı. Çekişmelerin nedeni rekabetti. Sınıfsal ayrışmalar da bu çekişmelerde belirleyici oluyordu. Bu ayrışmaların getirdiği sömürü zaman zaman yasakoyucu kralların varlığını gerekli kılmıştır. Bu krallar sınıflar arasında dengeyi sağlayabilmek için yasalar çıkarıyorlardı. Sümer’de 2500-2000 arasında Lagaş kentinin kralı Urukagina insanın insanı sömürmesini yasalarla önlemek istedi. Sümer’de Ur kentinin kralı Ur-Nammu’nun yasaları da tarihin en önemli yazılı belgeleri arasında yer alır. Babil kralı Hammurabi’nin yasaları tarihin en eski yasalarıdır, bunlar kapsamı açısından belki de en önemli yasalardır.

Zamanla kentler ağırlıklarını ya da özerkliklerini yitirdiler ve bütünsel bir yapı oluşturacak biçimde daha geniş devletler düzeninde örgütlendiler. Böylece güçlü krallıklar kurulmaya başladı. O zaman bu kentlerin koruyucu tanrıları da kurulmakta olan bütünsel siyasal yapı içinde toplaştılar, ayrı ayrı işlevler yüklenecek biçimde bir araya geldiler. Böylece yeni yaşam koşulları tek tek tanrılardan bir tanrılar ailesi yaratmış oldu. Var olan bir tanrıyı yok etmek olası değildi. En iyisi onları akraba yapmaktı. Bu dönüşüm tasarlanmış bir dönüşüm değildir, yavaş yavaş ve kendiliğinden olmuştur. Çoktanrıcılık böyle ortaya çıkmış ve toplumlar karmaşıklaştıkça büyük boyutlara ulaşmıştır. Bu çoktanrıcılık özellikle insanbiçimci bir çoktanrıcılıktı: insana görünmeyen tanrılar insana çok benzeyen, insan gibi eylemde bulunan, insan gibi zayıflıkları da güçlülükleri de olan varlıklardı. Demek ki insan tanrılıklar düzenine kendini yansıtıyordu. Bu ilk uygarlıklarda inanç insanbiçimciydi belli ölçülerde de hayvanbiçimciydi. Özellikle Mısır’da öküzler koyunlar köpekler kediler kuşlar çakallar tanrılıkları olan varlıklardı: hayvanlar kutsal sayılıyordu.

Antik Mısır tanrılarından (soldan sağa) Osiris, Anubis ve Horus.

Tanrıların toplumsal ve siyasal bütünleşmeler nedeniyle bir birlik oluşturmasına Mısır’dan bir örnek verebiliriz. Menfis kentinin tanrısı Ptah, Teb kentinin tanrısı Amon, Heliopolis kentinin tanrısı Ra, Abidos kentinin tanrısı Osiris Mısır’ın siyasal ve toplumsal bütünleşmesi sırasında her kentte benimsenir oldular ve Mısır’da ortak bir dinin oluşmasına katkıda bulundular. Tüm Mısırlıların saygı gösterdiği iki tanrı vardı: Osiris ve İsis. İsis’in eşi Osiris Abidos’dan sonra iyilikçi ışık tanrısı olarak bütün Mısır’da saygı gördü. Mısırlılar tanrılarını hayvan bedenli ve insan başlı olarak, bazen de insan bedenli hayvan başlı olarak tanıtladılar. Osiris ve İsis’in oğulları Horus atmaca başlıydı, Ptah boğa başlıydı, İsis dişi olduğu için inek başlıydı, Sekhet de gene dişi olduğu için dişi aslan başlıydı. Mısır inancında hemen bütün hayvanlar kutsaldı, daha doğrusu tanrılık özellikleri taşıyorlardı. Ülke hayvan açısından çok zengindi. Bu hayvanlara zarar vermek cinayet işlemekle aynı anlama geliyordu. Timsahların boyu altı metreyi buluyordu. Timsahlar karada da dolaşırlar, denk düşürdükleri zaman iriyarı bir adamı bir defada yutuverirlerdi. Nilaygırı da tehlikeliydi, bir tekneyi bir vuruşta batırabilirdi. Bu iki canavar Mısır’da artık yaşamıyor. Nilaygırı Eskiçağ’da kaldı, timsah da yakın zamanda ortadan çekildi.

Eski toplumlarda inancın kurumlaştığı yer tapınaktı. Tapınak toplumsal yaşamın eksenidir. Tapınak denince aklımıza öncelikle rahipler topluluğu gelir ama tapınakta başkaları da vardır. Mısır’ın ve Mezopotamya’nın oldukça gelişmiş tapınaklarında geniş bir rahipler topluluğu iş görüyordu. Mısır’da tapınak öbür uygarlıklarda olduğundan çok daha önemliydi. Aynı zamanda bir iktisadi etkinlik ortamı olan tapınakta toplumsal yaşamın bütün karmaşık ve pırıltılı görünümleri yansıyordu. Mısır tapınağında yazmanlar toplumun en seçkin insanları olarak saygı görürlerdi. Çok zor bir yazı olan mısır yazısını okuyabilen ve yazabilen bu insanlar firavunların gözdeleriydiler. Fenikeliler alfabeyi bulana kadar bu yazma ve okuma güçlüğü sürdü gitti. Bu toplumların tümünde inancın sıkı sıkıya benzeşen uygulamaları olduğunu düşünmek yanlış olur. Her toplum kendi inanç tablosunu oluşturmuştur ve bu konuda toplumlar arasındaki ayrılıklar benzerlikleri çok geride bırakır. Örneğin pers ülkesinde çok değişik bir inanç tablosu vardı, orada Zerdüşt dini yaygındı. Başlangıçta tektanrıcı olan Zerdüşt dini giderek bu özelliğini yitirdi. Çokyapılılıktan biryapılılığa geçen ya da göçebelikten yerleşikliğe geçen bu toplumda bu dinsel değişim yaşam gereklerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İran topraklarının dışına taşan bu din daha sonra özellikle Batı’nın düşünce dünyasını etkilemiştir. Bu etkinin ağır olması bu inancın basit tapınma usullerini çok aşan ahlaki ya da düşünsel bir temeli olmasındandır. Zerdüşt dini aynı zamanda bir felsefedir. Zerdüştlüğün kitabı Avesta edebi bir dille yazılmıştır. Benzer bir tektanrıcı inanç İbranilerde de görülür. Uygar toplumların en eskilerinden olan ibrani toplumu da çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa geçmiştir: önceleri her kentin bir tanrısı vardı, daha sonra Musa peygamber Tanrı’dan on emir’i aldı. Böylece İsrailoğullarının tektanrıcılığa geçişi toplumsal yaşamın bir öndere bağlanmasıyla oldu.

Düşünce ve yaşam / Köle düzeni

Eski uygarlıklarda, özellikle onların en eskileri olan ve kökleri dört bin yıllarına hatta daha öncesine uzanan iki büyük uygarlıkta, mısır ve mezopotamya uygarlıklarında güçlü bir edebiyatla karşılaşıyoruz. Onlardan bize kalan metinler ince ve derin yapılarıyla gerçek anlamda bir insan araştırması özelliği gösterirler. Babil’de ve Asur’da Yaratılış destanı uzun bir şiirdir ve daha sonra Yunanistan’da Hesiodos’un Theogonia’sında görüleceği gibi dünyanın ve insanın kökenini araştırır. Bunda aynı zamanda Mezopotamyalının bir inancı dile gelir: insan tanrılara hizmet için vardır. Sümer’de daha sonra Babil’de ve Asur’da ortaya çıkan Gılgamış destanı insanın ölümsüzlük istemini, ölüm karşısındaki tedirginliklerini anlatır: insan ölümsüzlüğü hiçbir zaman bulamayacaktır, onun ölümlülüğe razı olması ve dünyanın güzellikleriyle yetinmeyi bilmesi gerekir. Hitit’de de edebiyat çok gelişmiştir, ondan bize kalan anlatılarda daha çok tanrıların serüvenleri konu edilir. Hitit mitolojisi insanla ve evrenle ilgili arayışlarında Theogonia’daki sorunlara benzer sorunları işlemiştir. Gılgamış mitosu da hitit mitosları arasında önemli bir yer tutar. Yunan mitoslarında hitit mitoslarının etkisini apaçık görebiliriz. İbrani kültüründe sanatın ve özellikle edebiyatın yeri yok gibidir. Dindışı izlenimler veren bazı kutsal metinler bir yana, İbranilerde sanat duygusu gelişmemiştir.

Urukagina reform metinlerinden, Louvre Müzesi’nde bulunan kil tablet.

Varolmak için sulak yerleri gereksinen, bu yüzden su uygarlıkları diye bilinen bu uygarlıklar köle gücüyle ayakta duran uygarlıklar oldular. Araçların ve gereçlerin son derece sınırlı olduğu ve henüz en basit makinelerin bile ortalıkta görünmediği ilkel yaşam koşullarında insan emeğinin büyük bir önemli vardı, yaşam insan emeğiyle ayakta duruyordu, insan her yaptığını kas gücüyle yapmak zorundaydı. Bu koşullarda doğanın gücüyle baş etmek de gerekiyordu: doğal afetler yaşamı alabildiğine zorluyordu. Bu koşullar bu sınıflaşmış toplumlarda yönetici konumundaki insanın tabandaki insanı kullanması sonucunu getiriyordu. Savaşların eksik olmadığı bu dönemde savaş tutsakları köle yapılıyordu. Ya da yüzergezer bir toplum yerleşik bir toplumun insanlarını köleleştirebiliyordu. Köleler hiçbir hakkı olmayan ve insan yerine konulmayan insanlardı. Bütün Eskiçağ köle emeğinin ürünüdür. Kölelik ancak Eskiçağ’ın sonlarına doğru tavsadı. Bu dönüşüm kölelerin köleliği artık bir yazgı gibi görmemeye başlamalarıyla oldu. Köle düzeni Eskiçağ’ın sonlarına doğru gerileyince tarım sorunlu duruma geldi. Köleler çalışmak istemeyen ve toplumsal gelişimleri engelleyen insanlar oldular. Hayvanlara bile doğru dürüst bakmayan bu son zaman köleleri kurulu düzene ayak bağı oldular. Bu durum azatlı kölelik uygulanmasını getirdiyse de bundan da bir sonuç alınamadı. Efendi kölesine çok iyi çalışırsa kendisini belli bir yaştan sonra azat edeceğini söylüyordu. Kölelik artık bitmişti ve üretim için başka bir yol bulmak gerekiyordu. Daha doğrusu dünya yeni bir yaşam biçimine gereksinim duyuyordu. Kölelik o zamana kadar doğaldı ve kimse onu eleştirmeyi düşünmüyordu. Köleliğin en etkin döneminde Aristoteles’in köleliği olağan hatta yararlı sayması doğaldır. Varolabilmek için kas gücünü gereksinen bir düzende köleliğe karşı olmak kimsenin aklından geçmezdi. Doğu uygarlıkları da onu izleyen yunan uygarlığı da kölelerin gücüyle varlığını sürdürebilmiştir. Yunanlılardan sonra Romalılar da köle gücünü kullandılar. Köleliğin verimsizleşmesi daha çok Roma’da oldu. Kölelik ve Roma birlikte tarihe karıştılar. Artık yeni bir çağ başlıyordu.

Önceki İçerikBeyne günlük ince ayar çeken bir mekanizma keşfedildi
Sonraki İçerikYaratıcılıkta cam tavan: Erkekleri daha yaratıcı bulmaya meyilliyiz