Toplumların tarihinde kalemi, söylemi ve eylemi ile gelişim seyrinin önünü açan, kitlelere heyecan ve cesaret aşılayan kimseler vardır. Tevfik Fikret, sömürüye ve baskıya karşı direnişin şairidir, din taassubuna karşı bilimin sesidir; saltanat düzenine karşı milletin dilidir. Bunlar hamasi söylemler değil, onun dizelerinde nakış nakış işlenen gerçekliklerdir. Ölümünün 100. yılında saygıyla anıyoruz.
“Kara baskı döneminin özgür çocuğudur” der Ceyhan Atuf Kansu onun için. Mustafa Kemal Atatürk ise şöyle konuşur onunla ilgili: “Ben inkılâp ruhunu ondan aldım”, “O’nu tanıyanlar, benim ne yapmak istediğimi kavrayacak kimselerdir”.
Fikret’ten söz ediyoruz, Tevfik Fikret’ten…
Asıl adı Mehmet Tevfik olan şair, öğretmen, ressam Tevfik Fikret 1867 yılında İstanbul’da Kadırga’da doğar. Babası Hüseyin Efendi Çankırı’lıdır. Annesi Refia Hanım ise Rum kökenlidir. Refia Hanım’ın ailesi 1822 Yunan isyanı ile Osmanlılara sığınmış, Hıristiyan inancına sahip bir ailedir. Fakat bir süre sonra Müslüman olmuşlardır hatta Refia Hanım koyu dindar bir kimliğe sahiptir. Bir kardeşi vardır Fikret’in: Sıdıka. Ölümü ile Fikret’i hüzne boğan, üzerine şiir yazdığı Sıdıka…
Fikret’in doğduğu yıllarda Osmanlı Batı’da “hasta adam” diye anılmaktadır. Çünkü ülke bir yandan iç karışıklıklarla günden güne kaosa sürüklenmekte diğer yandan sürekli toprak kaybına uğramaktadır. 1878 yılında II. Abdülhamit’in Meclis-i Mebusan’ı kapatması ve ülkede tam bir sıkıyönetim ilan etmesi süregelen toplumsal yaralara tuz biber ekmiştir. Fikret, 11 yaşında iken istibdat ile yani despotizm dönemi ile karşılaşır. Otuzlu yaşlarının ortalarında iyiden iyiye açığa çıkacak olan saray düşmanlığının arkasında bu baskı ve totaliter uygulamalar yatmaktadır.
Mehmet Tevfik, hayatına etki eden acı olaylarla erken yaşta tanışır. Daha 12 yaşında iken Hac ziyareti sonrasında, Hicaz’da kolera salgınında annesini kaybeder. Osmanlı sancağında yönetici olan babası Hüseyin Efendi sürgüne gönderildiğinde ise Fikret henüz 17’sindedir. Maalesef babasını bir daha göremez. Geride bir tek kardeşi kalmıştır ki, onun da acısını yaşayacaktır Mehmet Tevfik.
Fikret ve kardeşinin bakımını, anneannesi ve büyük yengesi üstlenir. Aksaray’da yaşarlar. Okul hayatı Galatasaray Sultanisi (Galatasaray Lisesi)’ne kadar sıradan ve herkes gibidir. Fakat bu okula gitmesi yaşamında bir dönüm noktası olur. Recaizade Ekrem, Muallim Naci, Muallim Feyzi gibi dönemin en önemli yazarlarının arasında olmak, onların öğrencisi olmak gibi bir ayrıcalığa kavuşur Fikret. Burada belirtmeliyiz ki, özellikle 1886 yılından itibaren Fikret’in yönünü belirleyeceği batılı düşünsel değerler, özgürlük, adalet, millet ve yurtseverlik düşüncelerinin arkasında Recaizade Ekrem vardır. Onun fikirleri hatta giyim kuşamı bile Fikret’in dünyaya bakışını belirlemiştir.
Mehmet Tevfik artık dönemin en iyi lisesindedir. Şiirle haşır neşir olması da bu yıllara rastlar. Çalışkanlığı ile göz dolduran Fikret, Galatasaray Sultanisi’ni birincilikle bitirir. Ardından hiç hazzetmediğini kısa süren iş yılları ile bildiğimiz memuriyet dönemi başlar. Dış İşleri Bakanlığı ve birkaç kurumda süren meslek hayatı Fikret’in istifası ile kısa sürede son bulur. O yıllara dair Fikret ile ilgili en çok yazılan husus ise, istifası sonrasında kendisine getirilen maaşları, hak etmediği iddiası ile iade etmesi olmuştur. İş hayatına Gedikpaşa’daki Ticaret Okulu’nda Türkçe, Fransızca ve resm-i hatt öğretmenliği ile devam eden Fikret, bu mesleği ömrü boyunca sürdürür. Ticaret Mektebi Âlisi’nde, Galatasaray’da, Darülfünun’da, Robert Kolej’de çalışmıştır.
1892 yılına geldiğimizde bu kez onu, mezun olduğu lisede öğretmen olarak görürüz. O yılda açılan Osmanlı Lisanı sınavını kazanan Fikret, Türkçe öğretmenliği ile başladığı Galatasaray Sultanisi macerasına, edebiyat öğretmenliği ile devam eder. Fakat çok sevdiği bu okulda ancak üç yıl çalışabilir. Çünkü memur maaşlarının yüzde on düşürülmesi sonrasında bu karara itiraz etmiş ve itirazını da istifa ile noktalamıştır. Yıllar sonra aynı okula müdür olacaktır.
Fikret’in evliliği de bu yıllara rastlar. Eşi dayısının kızı olan Nazime Hanım’dır. Nazime Hanım evlendiğinde henüz 14 yaşındadır, Fikret ise 23’ündedir (Kimi kaynaklarda Nazime Hanım’ın yaşı 15 ve 17 olarak da gösterilir). Diğer taraftan şiirleri ile artık daha çok görünür olmuştur Fikret. İlk şiirleri Mirsad ve Malumad dergilerinde yayınlanır.
Servet-i Fünun yılları
Hayatında oldukça önemli bir yeri olan Servet-i Fünun dergisi ile tanışması 1890’lı yılların sonlarına doğru gerçekleşir. Liseden hocası olan Recaizade Ekrem’in ön ayak olması ile Servet-i Fünun’un sahibi Ahmet İhsan ile tanışır. Kimler yoktur ki bu dergi de: Halit Ziya, Cenap Şahabettin, İsmail Safa, Mehmet Rauf, Samipaşazade Sezai, Hüseyin Cahit, Ahmet Şuayip, Hüseyin Siyret gibi dönemine damgasını vuran bütün bu isimler Servet-i Fünun’da yazmaktadır.
Mehmet Tevfik, kısa sürede derginin en önemli isimlerinden biri haline gelir. Artık yazılarını Tevfik Fikret adıyla yayınlamaya başlar. 1896 yılına gelindiğinde ise hem Servet-i Fünun dergisinin yazı işleri müdürlüğünü üstlenir hem de bir daha ayrılmayacağı kurum olan Robert Kolej’de çalışmaya başlar. 20 yıla yakın burada görev alır. Üstelik son on yılda bizzat çizimini de üstlendiği ev olan Aşiyan’dan gidip gelir Kolej’e. İşi ile evi arası sadece bir dakika uzaklıktadır.
Fikret’in Servet-i Fünun yolculuğu, derginin sahibi Ahmet İhsan ile yaşadığı uyumsuzluktan dolayı beş yıl sürer. Sonrasında topluluktan ayrılır. Yıl 1900’dür. Baskı rejimi tüm şiddetiyle sürmektedir. Bu dönemde iki defa gözaltına alınır. Dergi yazarları bu atmosfer içerisinde Yeni Zelanda’ya gitmeyi bile düşünürler ama bu gerçekleşmez. Aynı şekilde Manisa’ya gitme planları da kısa sürede suya düşer.
1895-1900 yılları arası Tevfik Fikret’in verimlilik çağındaki şiirlerinin yaşam bulduğu yıllardır. Fikret bu dönemde şiirlerini Rübab-ı Şikeste adlı kitapta toplar. Yıllar içerisinde kitabına yeni şiirler ekler. Özellikle üçüncü baskıda eklenen şiirlerde rejime yönelik sert eleştiriler vardır. Adaletsizlik, ikiyüzlülük, bozuk düzen, yolsuzluk ve yağma temaları şairin en çok işlediği konular arasındadır. “Sis, Lahza-i Teahur” bu dönemde yazılan önemli şiirleridir.
Fikret’in Haluk’u…
Fikret’in bu dönemde ve sonrasında kaleme aldığı şiirler gerek döneme gerekse de bugünün Anadolu aydınlamasına ışık tutan önemli meşalelerdendir diyebiliriz. O meşaleye ateş olan satırlara geçmeden önce Haluk’tan söz etmek istiyoruz. Tevfik Fikret’in oğlu Haluk’tan… Fikret, evliliğinin beşinci yılında dünyaya gelen oğlu Haluk’u çok sevmektedir. Onun için şiirler kaleme alır; şiirlerinde kimi zaman oldukça iyimserdir ve Haluk üzerinden gençliğe seslenişte bulunur. Kimi zaman ise yine Haluk üzerinden diğer çocukların yaşamını, acılarını, yokluklarını dile getirir. “Haluk’un Bayramı” adlı şiiri bu somut durumu ortaya koyar. Bu şiirde Haluk’a şöyle seslenir Fikret:
Çıkar o süsleri artık, sevindiğin yetişir;
Çıkar, biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin;
Biraz güzellensin
Çocukların payı; lâkin sevincinle
Sevinmiyor şu yetim, ağlıyor… Halûk, dinle!
“Sabah Olursa” başlıklı şiirine de “Bu memlekette bir gün sabah olursa Haluk” diye başlayan Fikret, o kutlu günde kendisi yaşıyor olsa da direncinin kalmayacağını ama Haluk’un o günde ve yarınlarda ayakta kalması gerektiğini söyler ve şiirini şöyle noktalar:
Bütün etin, kemiğin, kimliğinle yarınsın:
Ve şarkılar gibi hep hep kulaklarımda sesin…
“Haluk’un İnancı” şiirinde de Fikret’i Fikret yapan şu dizelere imza atar büyük şair:
Yeryüzü vatanım, insan soyu milletimdir benim,
Ancak böyle düşünenin insan olacağına inandım.
Haluk doğduğu andan itibaren onu halkı aydınlatacak bir aydın gibi düşleyen, tasavvur eden Tevfik Fikret’in bu düşü gerçekleşmez. Bütün itirazlara rağmen henüz 14 yaşında iken Haluk’u elektrik mühendisliği eğitimi alması için İskoçya’nın Glasgow kentine gönderen Fikret, oğlunun biliminsanı değil Hıristiyan din görevlisi oluşuna yıllar içerisinde tanık olacaktır.
Tarih-i Kadim
Tekrar 1900’lü yılların başlarına dönersek Fikret için bu yıllar kelimenin tam anlamıyla acı ve ıstırapla geçer. Öyle ki, çok değer verdiği Servet-i Fünun’dan ve Galatasaray’dan ayrılışının üstüne bir de aile kayıpları eklenir. Önce 1902’de ablasını ve ardından 1905 yılında 17 yıldır sürgün hayatı yaşayan babasını kaybeder. Babasını kaybetmesi onun saraya ve istibdat rejimine olan öfkesini daha da artırmıştır. O kadar ki, Fikret, Abdülhamit’e yapılan suikast sonrasında kaleme aldığı “Bir Lahza-i Teehür” adlı şiirinde şu dizeleri ile isyanını açığa vurmuştur:
Ey şanlı avcı tuzağını boş yere kurmadın,
Attın… Fakat ne yazık ki, yazıklar ki vuramadın.
Kardeşi Sıdıka’nın ölümü de onu derinden sarsar. Çünkü kocası Sıdıka’ya yapmadığını bırakmayan, sarhoş, saygısız bir adamdır. Fikret kardeşinin ölümü üzerine şu satırları kaleme alır:
Zarif ve âkil idin; düşmesen bu aileye,
Kalırdı, belki, kadınlıkta bir büyük yâdın.
Yaşardı, belki onun gölgesinde ahfâdın.
Sen inmedin, seni indirdiler o mezbeleye;
Sen ölmedin, seni öldürdüler zavallı kadın.
Fikret artık Aşiyan’da köşesine çekilmiştir. Karamsarlık, acı, baskıcı rejimin yarattığı bunalım ve o rejime duyduğu öfke ile baş başadır. Tam da bu yıllar içerisinde, Mustafa Kemal’inde “Tevfik Fikret’in Tarih-i Kadim’i yok mu; işte O, dünyada yapılması gereken bütün inkılâpların kaynağıdır” dediği Tarih-i Kadim şiirini yazar.
Madem bu beden o ölümsüzün işi,
ne diye kıvranır durur bin türlü dert içinde?
Hadi diyelim aslımız toprak bizim,
sen gel onu kederden bir çamur yap.
– her yeri kanla, gözyaşıyla dolu –
insaf be, bu kadarı da olur mu?
Sen gel hem yoktan var et,
sonra da ettiğini boz, kötüle.
Hiç bir yaradandan ummam bunu:
Yaradan yok eder, ama perişan etmez!
Bu mısraların da yer aldığı uzunca şiir Fikret’in dine karşı düşüncelerini ortaya koyan bir manifesto gibidir. Fikret’in bu şiirine Mehmet Akif Ersoy yıllar sonra yanıt verirken ve onu “zangoçlukla” (kilisenin hizmetlerini yerine getiren kimse) suçlarken, Fikret de Akif’e şu dizelerle karşılık verir:
Yaşamak dini benim dinimdir.
Müminim, varlığıma imanım var,
Din-i Hak bence, bugün din-i hayat!
Sen ne dersin buna ey Molla Sırat!
İlkeleri uğruna yaşamak…
Zaman kendi mecrasında akmaya devam etmektedir. Takvimler 1908’i gösterdiğinde ikinci meşrutiyet ilan edilir. Daha doğrusu ilan edilmek zorunda kalınır. Fikret artık açıktan açığa, saltanat ve baskıcı rejime karşı yüksek sesle konuşmaya hatta haykırmaya başlar. İttihatçı dostlarının ricası üzerine yazdığı “Millet Şarkısı”nda şöyle dile getirir düşüncelerini:
Zulmün topu var, güllesi var, kalesi varsa,
Hakkında bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır;
Göz yumma güneşten, ne kadar nuru kararsa,
Sönmez ebedi, her gecenin gündüzü vardır.
Millet yoludur, hak yoludur tuttuğumu yol;
Ey hak yaşa, ey sevgili millet, yaşa…Varol!
Ahmed Hamdi Tanpınar, Fikret için şöyle der: “Daha evvel söyleyeyim ki, Fikret benim için bir şairden ziyade bir kahramandır.” Tanpınar’ın böyle düşünmesinin nedeni, Fikret’in hayatının hiçbir döneminde paraya tamah etmemesi, hırslarının peşinden gitmemesi ve ilkeleri uğruna yaşamasıdır. Çünkü o, İttihat ve Terakki döneminde bile kendisine önerilen vekilliği geri çevirmiş, yakın dostlarını bile zulme ve adaletsizliğe başvurmamaları yönünde sert sözlerle uyarmış, hatta onlarla kavga etmiştir. Örneğin, İttihatçı dostlarının önerisi ile kurucusu olduğu ve adını da kendisinin verdiği Tanin gazetesinden bile gördüğü haksızlıklar ve yanlışlıklar sonrasında ayrılmıştır. Sonrasında gazetesinin kurucusu olduğu gerekçesiyle kendisine gönderilen parayı ise şiddetle reddederek iade etmiştir. Çünkü onun için aslolan isimlerin değil, rejimin, düzenin değişmesi; sömürü ve haksızlığın sona ererek, özgürlükçü toplum anlayışının yerleşmesi idi.
Gerici kalkışmaya direniş
Fikret’in ilerleyen yıllarda İttihat ve Terakki’ye olan eleştirileri artarak devam edecektir. Buna geçmeden önce şairin gözbebeği yerlerinden olan Galatasaray Lisesi’ne 1909 yılında tekrar müdür olarak dönmesi ve akabinde vuku bulan 31 Mart Ayaklanması ile ilgili bir anekdotu aktarmak istiyoruz. Bu ayaklanmayı çıkaran isyancıların hedeflerinden biri de Galatasaray’dır. Çünkü bu okul, onların savunduğu hilafet ve saltanat düzenine uygun öğrenci yetiştirmemektedir. İsyanın ilerleyen saatlerinde isyancılar okula girmek isterler Fikret’in bu duruma yanıtı ise şöyle olur: “Ben okulun kapısının önünden ayrılmayacağım. Cesedimi çiğnemedikçe içeri giremezler.” Yine okulun kurtarılması için direğe Fransız bayrağı çekilmesi önerisini de şiddetle reddeder ve şu yanıtı verir: “Burası Türk okuludur, buraya Türk bayrağından başka bayrak çekilmez.” Fikret yaklaşık bir buçuk yıl eski öğrencisi olduğu bu okulda müdürlük yapar, bu dönemde okula doktor olarak alınan isimlerden birinin sonraları Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin başhekimi olan Mazhar Osman, diğerinin de Halide Edip Adıvar’ın eşi olan Adnan Adıvar olduğunu bir not olarak ekleyelim.
‘Doyuncaya, tıksırıncaya, patlayıncaya kadar yiyin’
Fikret’in müdürlük görevi Eğitim Bakanı ile olan uyuşmazlığı üzerine sona ererken, İttihatçıların iç ve dış siyasette hatalı politikaları devam etmektedir. 1911 yılına gelindiğinde İttihat ve Terakki hükümetinin Meclisi Mebusan’ı kapatması bardağı taşıran son damla olur. Bunun üzerine Fikret “95’e Doğru” şirinde onlara şöyle seslenir:
Millet yaşamaz hakka özlemle solurken
Sussun diye vicdanına yumruklar inerse;
Millet yaşamaz meclisi hakaret görürken,
İğfal ile tehdit ile titrer ve sinerse;
Millet yaşamaz maşeri millet (millet vicdanı) boğulurken.
Akla, bilime, özgürlükçü toplum anlayışına olan derin bağlılığı ile bilinen Fikret’in, gelinen noktada eski “dost bildiği” kimselerin kirli siyasetlerine ses çıkarmaması elbette beklenemezdi. “Haluk’un Amentüsü” şiirinde bu gerçekliği şöyle dile getirir Fikret:
Kollardaki ve boyunlardaki zincirler çözülecek,
Onlarla zalimlerin yumrukları bağlanacaktır
Bilim bu kara toprağı bir gün altın yapacaktır
Her şey bilimin ve kültürün gücü ile doğacaktır.
Halkın çoğu sefalet içerisindeyken, kimi seçkinlerin ve siyasetçilerin zevk ve sefahat içerisinde yaşaması; vurgun ve soygun düzeninin bütün çıplaklığı ile devam etmesi üzerine Fikret, “Han-ı Yağma” (Yağma Sofrası) şiirini kaleme alır; üstelik bu şiiri zarflayarak Sadrazama, Adliye ve Bahriye nazırına, Şeyhülislama ve devletin bütün önemli idarecilerine yollar. Bu şiirde geçen dizelerden bir bölümünü hep birlikte okuyalım:
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayka!
Yarın bakarsınız söner bugün çatırdayan ocak!
Bugünki mideler kavi, bugünki çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak…
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı pürneva (haykıran sofra) sizin,
Doyuncaya, tıksırıncaya, patlayıncaya kadar yiyin.
Aşiyan ziyaretçileri
Fikret’in yaşamının son demlerindedir artık. Şeker hastalığı ile boğuşmaktadır. Aşiyan’da günleri acı ve hüzün içinde geçer. Osmanlı devleti ise savaştan savaşa koşar. Fikret bu duruma isyan eder ve son şiiri olan “Harb-i Mukaddes”de (Kutsal Savaş) feryadını yüksek sesle haykırır:
Ey insanları yıllarca kutsal savaş sözleriyle,
Alçakça geberten savaşçılar!
Ey uluslara önderlik edenler, hepinize lanet olsun!
Savaş felaketi milyonlarca insanı toprağa seriyor,
Hepinizin ecdadına lanet olsun!
Torunlarınız alçaklık içinde boğulsun!
Refik Halit Karay, Fikret için; “Bu adam, şiiri kadar, ahlâkı ile de herkes için örnek bir insan oldu. Bu adam bir kahraman…” der. Ve o “kahraman” 19 Ağustos 1915 günü, son 10 yılını geçirdiği Aşiyan’da (Bülbülyuvası anlamına gelir) hayata gözlerini yumar. Vasiyetinde cenazesine kimleri istediğini ve kimlerini istemediğini açıkça ifade eder. Tabi Aşiyan’a gömülmek istediğini de… Fakat Aşiyan’ı daha sonra başkalarının satın alabileceği endişesi ile cenazesi Eyüp Mezarlığına defnedilir. Buna karşın, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in ön ayak olması üzerine İstanbul Belediyesi Aşiyan’ı satın alır ve burası müze haline getirilir. Fikret’in naşı da vasiyeti gereği, 1961 yılında yeniden Aşiyan’a getirilir.
Müze olarak varlığını sürdüren Aşiyan’ı bugüne kadar on binlerce insan ziyaret etmiştir. Bu ziyaretçilerden birisi de Mustafa Kemal’dir. Ziyarete gitmeden önce Harbiye’den Manej Hocası Emin Bey’e şöyle der Mustafa Kemal: “Ben inkılâb ruhunu ondan aldım. Ziyaret edeceğim yerlerin başında elbette ki Aşiyân gelir” Ve ziyaret defterine şunları yazar: “Anma ziyaretinde bulunmakla kıvanç duyan Fikret dostları”.
‘Ona hâlâ yetişemedik’
Toplumların tarihleri, şüphesiz döneme damgasını vuran zorunlu siyasi ve iktisadi gelişmelerin sonuçları ile gelişir, farklılaşır ve dönüşüme uğrar. Bununla birlikte o tarihe kalemi, söylemi ve eylemi ile omuz veren, gelişim seyrinin önünü açan, kitlelere heyecan ve cesaret aşılayan kimseler vardır. Fikret, sömürüye ve baskıya karşı direnişin şairidir, din taassubuna karşı bilimin sesidir; saltanat düzenine karşı milletin dilidir. Bunlar hamasi söylemler değil, onun dizelerinde nakış nakış işlenen gerçekliklerdir. Bu gerçekliği gençlerle yaptığı bir sohbet esnasında şöyle dile getirir Mustafa Kemal:
“Gençler, sorarım size; bu milletin ve memleketin şan ve şerefle medenî dünya milletleri arasında yaşayabilmesi için lâzım gelen her şeyi yazan, düşünen ve hayatını feda edenlerin başında kim gelir?”
Gençler cevap verirler:
– Hamit.
– Hayır.
– Namık Kemal.
– Hayır.
– Ziya Gökalp!
– Hayır bilemediniz. Ve Atatürk kendisine has Rumeli şivesiyle cevap verir:
– Fikret be çocuklar, Fikret be çocuklar. Ve sırasıyla Ferdâ’yı, Sis’i ezbere okur ve şiirlerin tahlilini yapar. En sonunda da sözlerini şöyle bitirir:
– O, bizden çok ilerisini gören bir insandı. Ne yazık ki biz ona hâlâ yetişemedik.”
Ölümünün 100. yılı dolayısıyla büyük şair ve düşün insanı Tevfik Fikret’i bir kez daha saygıyla anarken, anısı önünde saygıyla eğildiğimi ifade etmek isterim.
Kaynaklar
– Hıfzı Topuz, Elbet Sabah Olacaktır, Remzi Kitabevi.
– M. Fatih Andı, Saray Karşısında Tevfik Fikret.
– Bensu Funda Gür, Tevfik Fikret, Hayatı-Sanatı-Eserleri.
– Mehmet Emin Uludağ, Düş Kırıklığı Bağlamında Tevfik Fikret ve Vatan.
– Abdulhakim Tuğluk, Tevfik Fikret’i Anlama Kanonunun Dışına Çıkmak: Tevfik Fikret’in Şiirlerinde Sosyal Farkındalıklar.