Ana Sayfa 145. Sayı Badiou’nun Küçük Panteon’u

Badiou’nun Küçük Panteon’u

725

Ayrıca şunları söylemekten mutluluk duyuyorum ki, bugün bize yutturmak istedikleri zıkkımları düşünürsek… valla bu on dört ölmüş filozofun hepsini seviyorum. Evet, onları seviyorum.”
A. Badiou

Çevirmen Işık Barış Fidaner’in önsözünde belirttiği gibi, Encore Yayınları’ndan çıkan “Küçük Panteon” bize “müthiş” bir yoğunluk sunuyor. Panteon pan ve theos kelimelerinden, yani “bütün” ve “tanrı” anlamına gelen iki Yunanca kelimeden oluşuyor. Yunanca “tüm tanrıların tapınağı” anlamında. Panteon, Yunan ve Roma uygarlıklarında tanrılar adına yapılan tapınaklar anlamında kullanılır. Roma için söyleyecek olursak bu yapılar Roma yapıları içinde en iyi korunmuş binalardır ve tarih boyunca hep kullanılmıştır. Bu bağlamda Badiou’nun neden “Küçük Panteon” ve İngilizce karşılığı gösterilen “Pocket Pantheon” ismini seçtiğini anlamak güç değil. Kurduğu zeminde 14 düşünür üzerine yazdığı hürmet sunuları ile bir tapınak oluşturma gayreti içinde görünüyor. Bu tapınak Roma’dan günümüze dek kullanıldığı gibi korunmalı ve ondan yararlanılmalıdır.

Kitabın daha kapağını açmadan yaptığımız küçük akıl yürütmeden çıkaracağımız sonuçlar bunlardır. Badiou’nun Fransız ulusunun ölmüş kahramanları anısına kurmaya çalıştığı anıtın kapısını açtığımızda ise J. Lacan’dan  F. Proust’a kadar düşünürleri doğum tarihlerine göre sıralayıp fikirlerinden ve entelektüel karşılaşmalarından söz edildiğini görürüz. Bu düşünürler doğum tarihleri sırası ile Jacques Lacan, Georges Canguilhem, Jean Cavailles, Jean-Paul Sartre, Jean Hyppolite, Louis Althusser, Jean – François Lyotard, Gilles Deleuze, Michel Foucault, Jacques Derrida, Jean Borreil, Philippe Lacoue – Labarthe, Gilles Chatelet, Françoise Proust’tur. Badiou, düşünürler hakkında yazdığı metinlerin bu bağlamda bir hiyerarşi taşımadığı hakkındaki bilgiyi açılış bölümünde hatırlatıyor. Kitabın içindeki her ayrı metin, düşünürlerin vefatlarının yıldönümleri üzerine veya onlara adanmış bir kolokyumda sunulduktan sonra yazıya geçirilmiş. Ayrıca biçim ve niyet açısından da çok farklılar.

Badiou kitaba “felsefenin kendisi” hakkında söyledikleri ile başlıyor: “Felsefe” sözcüğü ile bunun tam tersi bir düsturun dayatılmaya çalışıldığından ve felsefe yapmanın “kapsamlı bir programın küçük bir kısmı” olarak görüldüğünden söz ediyor. Ardından bir filozofun ne olduğunu hatırlamanın son yıllardaki gerekliliğine dikkat çekerek “onları yardıma çağırmalı ve önermelerinde temsil edilen sözü silip parlatmalıyız” diyor.

Kitapta bahsi geçen ilk düşünür Lacan ve en geniş yere sahip olan Sartre hakkında yazılanlara biraz daha yakından bakalım:

Lacan üzerine yazılan metin 1981 yılında Le Perroquet dergisinde yayımlanmış. Badiou metin üzerine notlar bölümünde Lacan üzerine sık sık yazdığından ve sistemli sentezlerinde Lacan’ın düşüncesine iki bölüm ayırdığından söz ediyor. Metne ise “Üstün bir insan, belirsiz çevremizde üstünlük azaldığı -çok azaldığı- için daha da üstünleşmiş bir insan ölmüştür” diye başlıyor. Lacan’ın kısa seanslar pratiğinin onun Psikanalizciler Enternasyonal’inden “harfiyen” aforoz  edilmesine neden olduğunu hatırlatıyor. 1970’lerde yaşlandığı ve dişe gelir hiçbir şey veremediğini söylemenin makbul olduğu dönemler için Badiou aslında bunun tam tersi olduğunu savunduğu dönemleri hatırlatarak Lacan’ın son çabasının “öznenin gerçekle ilişkisine dair araştırmasını olabildiğince ileriye taşımak” olduğunu iddia ediyor. “Günümüz Fransız Marksistleri açısından Lacan’ın işlevi 1840’lardaki Alman devrimcileri açısından Hegel’in gördüğü işlevdir” diyerek Lacan hakkında söylediklerinin sonuna yaklaşıyor.

Sartre üzerine yazılan metin ise Paris’teki Jussieu Üniversitesi’nde verilmiş bir derse ait. Badiou metne başlarken Sartre’ın girdiği politik mücadelelerin onu “ilerici ve entelektüel bir figür”e dönüştürdüğünden söz ediyor. Bu bölüm Sartre’ın girdiği mücadelelerdeki politik görüşünün kitlesellik barındırdığı, isyan ve ayaklanmalarda kitlelerin toplanma tipleri hakkında bilgi veriyor. Örneğin Sartre’ın “inorganik sosyallikler” dediği dizi, atıl bir toplanmadır. Dizinin yasası ayrılma yoluyla birliktir. Sartre’ın “herkes kendinden başka olduğu ölçüde başkalarıyla aynıdır” sözü sosyal pratikte ise üretim bandında çalışmak, radyo dinlemek gibidir ve bütün vakalar edilgin bir sentez içindedir. Sartre burada Marksizmin fikirleri ile bağlantı kurarak; “halkın güçsüzlüğü her zaman onun içsel bölünmesidir, kendisinden ayrılmasıdır” der.

Kitabın yazarı Badiou hakkında bir şeyler söylemenin de faydalı olacağına inanıyorum. Badiou hakkında zaman zaman yapılan eleştirilerden biri “dogmatik” olduğu yolundadır. Üstelik kendisi de çok fazla karşı çıkmaz bu nitelemeye. Şöyle ki, 20. yüzyılın ikinci yarısındaki Fransız düşüncesi, farklı şekillerde de olsa “hakikat” kavramının sorunlu bir nitelik kazanmasına yol açmıştır. Badiou’nun “tanrılar evi”ni oluşturan figürlerin çoğu da sorunlulaştırmaya katkıda bulunmuştur. Oysa Badiou felsefenin “hakikat” dışında bir kavramla temellendirilemeyeceğinden emin gibidir. Ona göre, birbirleriyle çoğunlukla çatışma halinde olan bu düşünürler listesinin üyeleri ortak ve tek bir hakikat arayışı uğruna seferber olmuş neferler gibi görülebilir. Görüşünde ikna edici olabiliyor mu Badiou? Bu konuda kararı her okurun kendisinin vermesi gerekecek herhalde.

– Küçük Panteon, Alain Badiou, Çev. Işık Barış Fidaner, Encore Yayınları,  2015, 192 s.

Önceki İçerikPulsarların kâşifi Prof. Jocelyn Bell Burnell ile konuştuk: Pulsarlardan genç biliminsanı adaylarına önerilere…
Sonraki İçerik‘Hafif’tir diye okumaya kalktım ama…