Açık Radyo’da her Cuma akşamı yayımlanan Kentin Tozu programının yapımcısı ve aynı adlı kitaba programıyla vesile olan kent aktivisti, radyo programcısı Cihan Uzunçarşılı Baysal ile kent hakkını konuştuk. 2015 yılı sonunda Encore Kitabevi tarafından yayımlanan Kentin Tozu, Açık Radyo Kitaplığı’ndan çıkan ikinci kitap. “Söz uçar, yazı kalır” fikriyle radyo programlarının adeta basılı arşivini oluşturmayı hedefleyen Açık Radyo Kitaplığı’nın ilk kitabını ise Biz Yaşarken oluşturuyor. Üçüncü kitap olan Açık Radyo Konuşuyor – İlk 20 Yıl-’da geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini aldı.
Şubat ayında Sarıyer’in hafıza mekânlarından birinde gerçekleştirdiğimiz söyleşide, kentsel dönüşüm ve kentsel yenileme, özellikle Afet Yasası sonrası kentsel dönüşüm projeleri, Gezi Direnişi, HES’ler (Hidro Elektrik Santrali) hakkında konuştuk.(1)
– Kentin Tozu 2012’den bu yana Açık Radyo’da her Cuma 19.00’da yayımlanan bir radyo programı. Açık Radyo’nun 20. yılı vesilesiyle kitaplaştırıldı. Öncelikle radyo programı fikri nasıl bir ortamda ortaya çıktı, onu öğrenerek başlayalım. Rica etsem özetleyebilir misiniz?
– 2012’de Açık Radyo’nun program teklifi, dünya üzerindeki işgal hareketlerinin yükseldiği, kent meydanlarını birer agoraya çeviren kitlelerin, demokrasi, insanca yaşam gibi taleplerinin yanı sıra yaşam alanları üzerinde hak sahipliği de talep ettikleri bir döneme denk geldi. Kısaca, “kent hakkı” talebinin meydanlarda yankılandığı bir dönemdi. Neredeyse bir sene sonra da Gezi geldi!
Türkiye’den bakarsak, gerek mahallelerde, gerek Haydarpaşa ya da Emek gibi kentin çok önemli kentsel kamusal mekânlarında ya da 3.Köprü gibi bir doğa talanı projesine karşı örgütlü mücadelelerin ortaya çıktığı, direnişlerin birbirine değdiği, mahallelerin birbirleriyle temas ettikleri bir dönemin içine doğdu Kentin Tozu.
Programda bu mücadelelerin sesi olmayı dert edindik. Öncelikle mahalleleri yok ederek nüfuslarını zorla tahliyeyle yerlerinden eden, mahalleleri de sermayeye açan yenileme ve afet dönüşümü yasalarının gerçek yüzlerini göstermek istedik. İstedik ki bizzat mahalleli konuşsun; ama sadece yıkımları değil, direnişi ve mücadeleyi de anlatsın. Kitapta da göreceğiniz üzere, birçok mahallenin yanı sıra ve sadece İstanbul’dan değil, Derbent, Dikmen ve Tozkoparan gibi örgütlü mahalleler de, yerle yeksan edilmiş Sulukule’den çıkan Tahribat-ı İsyan da, yeniden iskan edildikleri TOKİ’lerde yaşamları karartılan Ayazmalılar da konuşsun. Ayrıca Haydarpaşa, 3. Köprü, 3.Havalimanı gibi mega projeler ve elbette Gezi de programda yer aldı.
2012’den 2014’e değin Kentin Tozu’nda çeşitli konular işlendi: Ekoloji mücadeleleri, HES’ler, Gezi Direnişi, Bostanlar, kentsel dönüşümün gerçekleştiği mahallelerdeki direnişler… Lefebvre, “Her şey kentsel olacak” diyor. Kentselden kastettiği de her yerin kent olması, binalarla dolması değil. Her şey kentleşmeden etkilenecek demek istiyor. Bugün örneğin İstanbul’u mega kent yapmaya çalışırken nüfus artışı nedeniyle müthiş bir su problemi ile karşılaşıyoruz. Bulunan çözüm ise komşu illerin ırmaklarının gasp edilmesi! Dolayısıyla oradaki insanların su hakkı engellenmiş oluyor. Kandıra’da 18 köy Sungurlu Barajı yüzünden ayakta. Bu nedir? Kentleşmenin dışarı doğru taşan etkileridir. Termik santrallere baktığımız zaman da aynı yağma ve talan durumu. Marmara’nın etrafında, Balıkesir, Çanakkale ve Zonguldak’a kadar nerdeyse her yere termik santral projelendirilmesi de mega kentin elektrik ihtiyacı için. Bu kentleşmenin bizi getirdiği nokta yok olmaya gidiş. Dolayısıyla böyle bir kentleşmenin kırsal üzerindeki etkilerini ya da Lefebvre’in dediği gibi “kentselleşmeyi” göz önüne aldığınızda, kırsal-kentsel ayrımının da artık çok suni olduğunu düşünüyorum. O nedenle ekoloji mücadeleleri de “kent hakkı” gündemine girmeye başladı. Anadolu’ya Karadeniz’e çok söz verir olduk programda. Kent hakkı temelli bir program oldu. Ona sadık kalmaya özen gösterdim.
“Apartheid” kentlerle karşı karşıyayız!
– Kentin çeperlerinde yaşayan, yani kentin merkezinde barınamayanlar –her gün kente gidip gelen milyonlar- kentli olmayı ne kadar deneyimleyebiliyor? Kentli tanımı sizce de bu bağlamda değişen bir şey değil mi?
– Birleşmiş Milletler’in konut hakkı özel raportörü günümüzde “apartheid” kentlerle karşı karşıya olduğumuzu söylüyor. Etnik temelli apartheid değil, sosyoekonomik temelli bir apartheid. Merkezin tamamen üst gelir gruplarına göre tasarlandığı, onların ihtiyaçlarına göre şekillendirildiği ve alt gelir gruplarının da çeperlere itildiği bir kent söz konusu. Alt gelir grupları şehre ne için gelecek? Üst gelir gruplarına hizmet vermek için! İşleri bitince de kentin hiçbir nimetinden yararlanmadan evlerine, çeperlere geri dönecekler. Kaç saat trafikte geçir, ancak iki lokma ye, uyu, ertesi gün yine işe koş. Halbuki biz kenti düşündüğümüz zaman herkes için tüm sınıflar için özgürlükler, haklar ve de kent hakkı temelli düşünmeliyiz. Ancak günümüzde tam aksi kentlere doğru gidiyoruz. Saskia Sassen’in en son konferanslarından birinde belirttiği gibi, artık kenti kent yapan niteliklerin yitirildiği bir süreçle, kent olmama durumu ile karşı karşıyayız. Kent, ekonomik bakımdan olsun, siyaseten olsun, “En güçsüzün sesini duyurabildiği yerdir” diyor Sassen ve bugün artık bunun imkânsızlaştığını söylüyor.
– İktidarın projeleri karşısında muhalefetin tutumunu ve kent hareketlerini nasıl görüyorsunuz?
– 3. Köprü projesi için ağaçlar kesiliyor dediğimiz zaman ilk karşılaştığımız tepki, “Ama trafik için lazım, köprü yapılıyor” oluyor. Biz isyan ediyoruz ama, İstanbul dünyanın merkezi olacak, turizm açısından bir “hub”(2) olacak deniyor. İktidarın bu söylemi tuttuğu için burada bir rıza inşası var. Bu rıza inşasının failleri var. Örneğin bunlardan biri ana akım medya. 3. Havalimanı projesine itiraz edildiğinde, Milliyet gazetesi projede çalışan kadınlara dair “havalimanın melekleri kadınlar” başlığıyla haber yaptı. Ana akım medyanın yanı sıra bir sürü “akiller” var. Mesela Hıncal Uluç, Kanal İstanbul projesini açıklandığında -bunu ben bile tahmin edemezdim- “muhteşem bir proje” diye yazmıştı. “Bu projenin bilimsel araştırması yapılmış mı?” sorusu üzerine düşünülmeden kamuoyu projelere rağbet gösteriyor. Unutulmamalı ki, kentsel dönüşümün girdiği alanlardaki kentsel-kamusal alanlar ile yeşil alanların hepsine yapılaşma gelecek; rant gelecek. Kent hareketleri ve aktivistleri bu projelerin ne olduğunu göstermeye, gerçeği ortaya çıkarmaya devam etmeli.
– Kitabınızda David Harvey ile yaptığınız bir söyleşi var. Harvey kapitalist sistem içerisinde direnişlerle kent içerisinde nefes alınacak alanlar yaratmamız gerektiğini vurguluyor. Nereleridir bu alanlar?
– Küçük küçük gedikler açarak sistemi değiştirme fikrine ben de katılıyorum. Harvey yaptığımız röportajda Şili’deki öğrenci hareketini, Amerika’da bir kentte asgari ücretin nasıl büyük çabalarla yükseltildiğini ve benzeri umut direnişlerini ve mekânlarını örnek veriyor. Gezi ve Rojava da buna benzer deneyimlerdi. Tüketim ve tüketicilik değerleri üzerinden yürüyen talan, yağma ve gasp ile yükselen büyüme ekonomisi gezegenin sonunu hazırlıyor. Kısıtlı doğal kaynaklar yok ediliyor, insan yaşamı tehdit altında ve bu gidişat bir kırım. Buna karşı gedikler açmalıyız. İlle de her şeyi silip süpürecek büyük bir dalga şart değil. Kendi umut mekânlarımızı, paylaşım ekonomilerini kurmalıyız. Gezi ertesi, ömürleri uzun sürmese de birer deneyim olarak işgal evleri ve Don Kişot evini de burada zikretmeliyim. Öte yandan bostanlar devam ediyor. İnsanlar kendileri ekip biçiyor. Bunlar çok önemli deneyimler. Bahsettiğimiz örneklerle sistemde gedikler açılmaya devam edilmeli. Dayanışmayı ören, insanların yan yana duruşunu teşvik eden örneklerdir bunlar. Kapitalizmin bize dayattığı yaşam biçimlerine karşı alternatif yaşamlar, mekânlar üretmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Gezi Direnişi ve yatay örgütlülük tartışılmalı
– Küçük kentlerden verebileceğiniz örnekler var mı bu anlamda?
– Yeşil Yol’a karşı yürütülen mücadeleler tam da bahsettiğimiz örneğe uyuyor. İnsanlar hep birlikte, suları, toprakları, yeşil alanları elden gitmesin diye direniyor. Altını çizmeliyim Türkiye’de ilk mücadeleler kent merkezli olmaktan çok kırsaldan çıkmıştır. Madenlere (Bergama) ve HES’lere karşı mücadeleler. Gezi’de gördüğümüz yaratıcı taktikler bu direnişlerden çıktı. Bir diğer örnek: İspanya’da forumlardan örgütlenen ve Barcelona’da belediyeyi alan Barcelona en Comú. Çok önemli bir deneyimdir.
Biz Gezi sonrası dönemde Barselona’daki deneyim gibi bir aşamaya gelemedik. Örgütlenmeyi belki de tartışmamız gerek; çok mu yataydı? Aynı nedenle David Harvey, Occupy hareketinin yatay örgütlenmesini eleştiriyor. Her iki harekette de ne kadar lider yok dendiyse de, bir lider gubu bulunmaktaydı. Ancak yatay örgütlenmelerde bir merkez örülemiyor; dolayısıyla hareketi siyasi arenaya taşıyamıyorsunuz. Biz, bu direnişi gerçekleştirenler, eğer söz sahibi olmak istiyorsak siyaset alanında da var olmalıyız. Neden olamıyoruz? Bu soruların tartışılması gerektiği kanaatindeyim. Bu aşamada geriye dönük ciddi bir özeleştiriye de ihtiyacımız var.
– Yerel yönetimleri konuştuk; teatide bulunduğunuz, örnek olsun diye ismini söylemek istediğiniz bir yönetim var mı?
– Kadıköy Kent Dayanışması, Kadıköy Belediyesi’yle irtibatta. Burada Sarıyer Belediyesi’yle bizim az çok irtibatımız var. Ancak belirtmeliyim bu ilişki biz zorlarsak, gidip başlarına ekşirsek devam ediyor. Bir danışma, bir katılımcılık şeklinde olmuyor. Toplantı yapılsın ya da yerel yöneticilerden biri gelsin, bir meclis üyesi gelsin, değil mi? Kent Konseyleri var deniyor, onlar da kendi kafalarına göre kurdukları, neoliberal düzenin meşrulaştırıcı araçları sayılır. Onun için şu anda böyle bir şey yok maalesef.
– Son olarak Haydarpaşa’nın aslına uygun olarak restore edileceği öngörülüyor. Restorasyon Projesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
– Ben Haydarpaşa’nın çok kolaylıkla gar olarak kalabileceğini sanmıyorum. Bu iktidarın yaptığı en büyük kötülüklerden biri hukuku, elindeki bu ucube hukuku -kendi aracını- dahi saymamasıdır. Yürütmeyi durdurma kararları kâle alınmıyor; 3. Köprü için ÇED yapılması lazım, ama yapılmadı. Çıkan mahkeme kararlarının hiçe sayıldığı, hukukun yok sayıldığı başka türlü bir düzendeyiz. Böyle bir durumda meclisten hiç ses çıkmaması da çok enteresan… Her yer Sulukule olmuş vaziyette şimdi. Siyaset inşaat ve emlak şirketleriyle iç içe geçmiş durumda. Meclis’te mühendis-müteahhit kökenlilerin çokluğundan mıdır, böyle bir mantık var. Yerel yönetimlerde de böyle: Rant üzerinden bir tasavvurları var ve gerçekten olumlu şeyler yaptıklarını sanıyorlar! Ben Haydarpaşa’nın çok kolaylıkla eski fonksiyonunu kazanacağını düşünmüyorum. O direniş devam etmeli ve edecektir.
– Teşekkür ederiz.
– Ben teşekkür ederim.
DİPNOTLAR
1) Söyleşi ve deşifre sürecinde yardımını esirgemeyen Güner Or’a teşekkürlerimi sunuyorum.
2) Hub: (İng.) Merkez.