“ABD başkanının açıklamalarını nasıl okuyorsunuz?” diye soruyor sunucu uzman konuğuna. Biyoteknolojideki son gelişmeleri veya sıcaklıkların mevsim normallerinin üzerinde seyretmesini nasıl okumak gerektiği soruluyor alâkalı, alâkasız başka uzmanlara bir şeyler söylemesi beklenerek. Oscar ödüllü yönetmenin yeni filminin eleştirmenlerce nasıl okunduğundan bahsediliyor bir yerlerde. Burnuna doğru mikrofon uzatılan konuşmacılar da soruya konu olayı kabaca bir asıl nedene bağlayarak fakat sonraki vakitlerde yanılmış görünmemek adına ortaya çıkabilecek muhtemel daha küçük nedenleri de göz ardı etmemeye çalışarak yuvarlak laflar ediyorlar. “Okumak” sanki giderek daha sık, mevcut bilgi birikimine dayanarak sınırlı bir algılama, anlamlandırma biçimi olarak da karşımıza çıkıyor. Mana olarak “görmek”le yakınlaştırılıp, bir olayı belli bir bakış açısıyla irdelemenin adı olarak kullanılıyor. Sanki belli bir çeşit gözlükle bakılarak karşılaşılan her şey hakkında edinilen anlık ilk izlenim oluveriyor.
Bu kullanımda rahatsız eden, kulağı tırmalayan, göze batan bir şeyler var. Aslında varlık da değil, yokluk rahatsız edici olan. Okuyan açısından “öğrenmek” yok örneğin, görmek ve anlatmak var yalnızca. Bildiğimiz okumak, görmekten önce bakmak, belki daha da çok dinlemekle ilişkili oysa. Okumak için raftan bir kitap alıp tenha bir yer ararız kendimize yazarla baş başa kalmak, anlatılana dikkatle yakından bakabilmek, anlatıcıyı daha bir can kulağıyla dinleyebilmek için. Bir metni ve yazarını sanık sandalyesine oturtarak belli kriterlere göre ölçüp, biçip yargılamak, puanlamak değildir okumanın önde gelen itkisi. Merak etmek, anlamaya çalışmak, öğrenirken şaşırmak, işimize gelmese bile yeni şeyler duyarken keyif almaktır bundan.
Eskiden daha kuvvetliydi bu düşüncem. Daha doğrusu herkes böyle okuyor sanırdım. Sonra bazılarının ilk kez karşılaştıkları metinler hakkında dahi çok hazır, yıllarca evvel düşünülüp belli başlı kesinliklere bağlanmış gibi görünen kanaatleri bulunduğunu fark ettim. Yanıltıcı olmasın, evvelce düşünülmesi imkânsız, henüz ortaya çıkmış durumlar hakkında da sarsılmaz kanaatlerdi bunların çoğu. Filanca yazardan bahsederken “evet, son zamanlarda yazdıklarına bakılınca olayı anlamaya başlamış görünüyor,” diyorlardı. “Eskiden iyiydi, sonradan sapıttı, tırlattı,” deniyordu bazıları için. “Daha o zamanlarda öngörebilmiş” deniyor hayatta olmayanlardan veya hayatta olan kimilerinin gençliğinden bahsedilirken. Böyle hallerle karşılaşınca insan üzülüyor ister istemez kolay aferin alamayan, okurunun gözüne giremeyen yazarların haline.
Öğrenmek, fark etmek, şaşırmak yok bu okuma biçimlerinde. Aydınlanmak, etkilenmek, karşılaşmak, değişmek, anlama merakı da yok. “Bakalım bu sefer ne diyor bizimki”, “adam olmaya başlamış mı, hele görelim,” ilgisi var olsa olsa. Her gün karşı tarafa yine nasıl “çaktığı” gözümüze sokulan gazete köşesi goygoycularıyla kurmaya zorlandığımız ilişki biçimi fazla üzerimize sindi belki. Amigoya katılıp alkışlamak, tezahüratını hemen ardından hatasız tekrar edebilmek için pürdikkat bekleyen tribün seyircilerine dönüştü çoğumuz. Ne olursa olsun karşı takım lehine slogan attırmayacağından eminiz ne de olsa. Diğer takımların taraftarları da aynı rahatlığı yaşıyor, herkes memnun, endişe yok.
İnsanı, toplumu, tarihi, gerçeği dert edinen yazarlardan, sanatçılardan da aynısını yapmalarını bekliyoruz. Siyasette veya gündelik hayatımızdaki pozisyonumuzu, tutumlarımızı meşrulaştırsınlar, bizim adımıza savunsunlar, hatta biz susalım da yerimize onlar konuşsun istiyoruz. Tartışmalarımızda kullanabilmemiz için bizi destekleyecek yeni kanıtlar ortaya çıkarmalarını, hazır haldeki kanaatlerimizi tahkim etmelerini bekliyoruz. Her gün, her an bizimle birlikte tavır alabiliyor, hem hücuma, hem defansa destek verebiliyorlarsa kahraman, heyecanımızın hızına yetişemiyorlarsa hain belliyoruz. İşi gücü düşünmek olan, nereye varılmışsa daha ilerisine gitmeye çalışması gerekenleri sürekli tavır almaya zorlayarak gündelik olanın içine, ortalamanın hizasına çekiyoruz bir bakıma.
Çok da zengin sayılamayacak fikir hayatımıza baktığımızda da görebiliyoruz bunu. Kendine özgü parıltıları olan nice düşünce insanımız, edebiyatçımız, sanatçımız toplumun kendisinden görev beklediği endişesiyle telef olmuş meclis koridorlarında ve günlük gazetelerin köşelerinde. İnsanlığı birleştirebilecek değerler üzerine kafa yorabilecek nadir yetişen zekâlar gündelik siyasetin labirentlerinde kaybolmuş.
Vakit varsa dönüp tekrar bakalım nicedir doğruluğundan şüphe etmediğimiz kerameti kendinden menkul kanaatlerimize. Aslında “okumak” istiyor muyuz? Öğrenmek, anlamak, dinlemek istiyor muyuz? Tecessüs sahibi miyiz? Mevcut merakımız bize yetiyor mu? Her şeyi ve herkesi yüzeyselleştirmeye, ortalamalaştırmaya, benzeştirmeye, kendimize ve birbirimize bunu yapmaya hakkımız var mı? Siz nasıl okuyorsunuz?