Ana Sayfa Dergi Sayıları 154. Sayı ‘Babamın Kanatları’ filminin yönetmeni Kıvanç Sezer ile: İnşaat işçileri, sınıf bakışıyla beyaz perdede

‘Babamın Kanatları’ filminin yönetmeni Kıvanç Sezer ile: İnşaat işçileri, sınıf bakışıyla beyaz perdede

819
0

“Ken Loach’un yönettiği ‘Ben, Daniel Blake’ ile ‘Babamın Kanatları’ arasında ciddi paralellikler var. Bence bu iki film, emek sömürüsünün ‘gelişmiş’ dünyada da ‘gelişmekte olan’  ülkeler kadar, ama farklı veçheleriyle devam ettiğini gösteriyor.  Sistemin dışına attığı ya da her an atabilecek durumda tuttuğu milyonlarca insanın dertlerinin ne kadar ortak olduğunu gösteriyor. Neoliberalizm öyle bir dereceye geldi ki, dünyada işçiler açısından korunaklı neredeyse hiçbir ülke kalmadı.”

Babamın Kanatları, gerçek bir inşaat şantiyesinde çekildi. İnşaattaki çalışma ortamını ve kimi koşullarını, film ekibi de deneyimledi. Kıvanç Sezer, çekimler sırasında.

Kıvanç “Babamın Kanatları” ilk uzun metrajlı filmin. Öncesinde neler var yaşamında, kısaca söz eder misin?

– Esasen mühendislik okudum. Ancak üniversite yıllarımın başından itibaren sinema kulüplerinde film gösterimleri yapıyor, hatta kısa filmler çekiyordum. Sinema benim için tutkuydu. Mesleğim olmasına karar vermem ise yıllar sürdü. İtalya-Bologna’ya bir bursla gitmiştim ve orada bu işin okulunu okuma imkânı buldum. Sonrasında mühendisliği bırakıp İstanbul’a yerleştim ve uzun yıllar televizyon işlerinde kurguculuk ve asistanlık yaptım. Bu sırada da iki kısa film ve bir belgesel çektim.

– Babamın Kanatları, yurtiçindeki ve yurtdışındaki festivallerde çok sayıda ödül aldı. Altın Koza’da 7 dalda, Altın Portakal’da 6 dalda ödül almasının yanı sıra, Duhok Film Festivali’nde Yılmaz Güney Uluslararası En İyi Film Ödülü ve en son Kolkata Film Festivalinde En İyi Yönetmen Ödülü aldı. Bu kadar ilgi görmesini bekliyor muydun?

– Umuyordum tabii, ama beklediğimin ötesinde bir yankı uyandırdı. Filmi ödülleri amaçlayarak yapmadık, ama her bir ödül bir nevi tasdik edilme duygusu yaratan ve filmin duyulurluğunu arttıran birer araç oldu. Mutluluk verici. Özellikle ödüllerin oyunculuk, film, kurgu, müzik gibi alanlarda gelmesi ekip olarak iyi iş çıkardığımızı gösteriyor.

“Sadece işçilerin ölümüne değil, yaşamına, yaşadıkları zorluklara ve mücadeleye de dokunmalıydı.”

– Filmde, işçileri, sömürüyü, örgütsüzlüğü, taşeronlaşmayı, ağır ve güvencesiz çalışma koşullarını beyaz perdeye taşıyorsun. Genel rüzgâra kapılıp, bireyin sıkıntılarına odaklanmak yerine, neden sınıf meselesini anlatmaya yöneldin?

– Bizi ayıran bazı konular var: Dinsel, etnik, cinsiyet meseleleri gibi. Bu konuların sinemada üzerine gittiğinizde seyircinin halihazırda bölündüğü bir meselede ve oldukça zor bir çerçevede film yapmış oluyorsunuz. Bir de tabii bireyin sıkıntıları gibi popüler postmodern temalar var. Bunların hepsini yaparak iyi bir film ortaya koyan birçok yönetmen de var. Buna bir seyirci olarak önyargım yok. Ancak ben hepimizi birleştiren bir damar buldum bu öyküde. Emekçi olmak, hayatını emeğiyle kazanmak bu ülkenin yüzde 99’unu ilgilendiriyor. Tam da ortaklaşmamız gereken hat. Üstelik sadece bu toplumda değil, Hindistan’da, İtalya’da, Latin Amerika’da, dünyanın pek çok yerinde benzer şeylerin yaşandığını biliyor, duyuyoruz. O yüzden bu ortaklık üzerine kurmak istedim.

– Senaryonun çıkış fikri, inşaatta çalışırken iş kazasında ölen bir üniversite öğrencisi…

– Evet, filmin çıkış noktası Ömer Çetin adında üniversite öğrencisi bir gencin İstanbul’da okul inşaatında çalışırken düşüp ölmesi haberiydi. Ailesiyle röportaj yapmışlardı. Onların yaşadığı çaresizlik duygusu bir yumru gibi boğazıma oturmuştu. İlk başta bundan bir film yapma düşüncem yoktu. Fakat konuyu araştırdıkça, işçilerin, yoksulların ve madunların dünyasına girmeye başladıkça, giderek bununla ilgili bir film yapma fikri oluştu. İşçi ölümlerinde dünya üçüncüsü olduğumuzu, bu ölümlerin basitçe kaza deyip geçilemeyecek cinayetler olduğunu fark ettikçe, tam da yapmam gereken şeyin bu olduğunu düşünmeye başladım. Üstelik film sadece işçilerin ölümüne değil, yaşamına, yaşadığı zorluklara ve mücadeleye de bir yanıyla dokunmalıydı. Senaryo geliştikçe üniversite öğrencisi bir yan karaktere, İbrahim de filmin ana karakterine dönüştü. 3 yıllık bir senaryo sürecinden sonra çekimlere başladık ve filmi böylece ortaya çıkardık.

– Filmin kimi sahneleri, insafsızca büyüyen, içinde nefessiz kaldığımız devasa beton ormanlarına dönüşen, koca bir inşaat şantiyesi halindeki şehri bir belgesel tadında gösteriyor. Asla bir dairesinde oturamayacakları, edinemeyecekleri o binaları yaparken, dibine kadar sömürülen, hatta canından olan emekçiler; “nezih sitelerde” bir daire sahibi olabilmek için bankalara borçlanan, böylece düzenin çarklarına daha da mecbur hale gelecek olan “orta sınıf” çift, Van depreminde evi yıkılan insanları cenderesine almış “deprem rantiyesi”. Ana karakter İbrahim’in dramının arka planında, “inşaat ya resulallah” düzeninin pek çok çarpıklığını da işlemişsin…

– Yaşadığımız bir insafsızlık çağı. Hele Türkiye’de ve İstanbul gibi dev bir metropolde bunu daha çok hissediyoruz. Sömürüldükçe sömürülen işçiler, kazandıkça fakirleşen bir orta sınıf ve tüm bunların kaymağını yiyen az sayıda insan. Filmimiz, çok küçük bir çerçevede bu insafsızlığı, insan düzeyinde, vicdan düzeyinde göz önüne serme girişimi. Oysaki çok daha geniş çerçevede, makro ölçekte, tıpkı dediğin gibi bir büyük sömürü düzeni var. Ben küçük bir ölçeğinde hikâyemi anlatmaya çalıştım. Çünkü biliyorum ki sinemada ölçeği ne kadar küçültürsem, hikâyeyi o kadar kristalize edebilirim. Aksi halde onu da anlatayım, bunu da anlatayım durumuna düşebilirdim. Tüm bu dev çarkın küçük bir dişlisi olan İbrahim’e ve onun yeğeni Yusuf’a odaklanmaya çalıştım.

– İnşaat, içinden çekilmiş kimi sahnelerde bir gerilim unsuru, korku yaratan bir atmosfer gibiydi. İnşaatı böyle işlemenin nedeni ne?

– Benim için inşaatın kendisi atmosfer yaratacağım müthiş bir mekândı. Sinemada atmosfer çok önemli. Görsellik, mekân, kamera kullanımı, ışık ve ses gibi unsurlarla bunu ortaya koyabilmek gerekir. Şantiye aynı zamanda gerilim yaratıyor, çünkü işleyiş anlamında güvenlik önlemlerinin iyi alınmadığı, “Allah’a emanet” bir inşaat bizim ele aldığımız. O yüzden her an birinin düşebileceğini hissediyor ve tedirgin oluyor seyirci. Bu bilinçli bir tercihti.

– Filmi bizzat bir inşaatta çektiniz. Kurgulanmış bir set yerine bu zorluğu neden seçtin?

– İnşaat işçilerinin hikâyesini inşaatta anlatmaktı niyetim. Oranın yaşantısını, zorluklarını göstermekti. Önünden geçerken bariyerlerle kapatılmış olarak gördüğümüz bu çalışma alanının iç yüzünü göstererek, hikâyemi bu gerçeklik üzerine bina etmek istedim. Şantiyeyi bulmak gerçekten zor oldu. Esenyurt’ta çektik filmi. Başta belediye olmak üzere, oradaki şirketleri şantiyede çekim yapmaya ikna etmek kolay olmadı, ama sonunda başardık. Bir de ekibin güvenliğini sağlamak önemli bir meseleydi; gerek iş güvenlik eğitimi alarak, gerekse çalışma saatlerini uzun tutmayarak tehlikeleri bertaraf ettik.

– Filmin asıl karakterlerinde Kürt emekçileri seçmenin nedeni, sınıf meselesinin, çarpık kentleşmenin yanı sıra, kimlik sorunlarına da bir biçimde değinmek miydi?

– Yaptığım araştırma ve görüşmelerde inşaat işçilerinin çoğunluğunun Kürt olduğunu gördüm. Onlarla beraber Karadenizli, İç Anadolulular da vardı. Ama örneğin İzmirli bir inşaat işçisine rastlamadım. Bu, ülkedeki emek rejiminin coğrafi dağılımı gereği böyle. Benim ele aldığım ekip Vanlı bir ekipti, formen de Karadenizliydi. Ayrıca göçmen birçok işçi de var inşaatlarda. Özbek, Türkmen ve son zamanlarda Suriyeli. Tüm bunlar hikâyemin gerçekliğini doğru bir zeminde kurmak için gerekli şeylerdi. Bu gerçekliğin sınıfsal boyutuna eğilmeye çalıştım. Taşeron çalışma rejimini, örgütsüz işçilerin ne kadar güçsüz olduğunu, işçilerin hayatlarının patronlar açısından basitçe tazminatla ödenebilecek kadar değersiz görüldüğünü anlatmak istedim.

Senaryoda “din” olgusunun şöyle bir yeri var: Patron vekilleri ve formen, ölenlerin ardından, “kader, fıtrat” gibi yorumlarda bulunup, dini kendi sorumluluklarını azaltmak için kullanırken; İbrahim’in acısına dua ederek, namaz kılarak dayanmaya çalıştığını görüyoruz. Bu bana Marx’ın, “Din halkın afyonudur” sözünü anımsatıyor. Afyonun ikili işlevi gibi: Yönetenler açısından uyuşturma, yönetilenler açısından ağrısını dindirme anlamına gelmesi… Ne dersin?

– Bu konuda çeşitli yorumlar yapılabilir. Marx’ın bu sözüne de katılıyorum ayrıca. Ancak benim için önemli olan karakterimin hayata bakışına kendi bakışımı empoze etmemekti. O yüzden İbrahim namaz kılarak yakarışta bulunuyor, dini tüm saflığıyla yaşıyor. Ancak yarasına merhem olamıyor din. Çünkü çelişkisi sınıfsal ve derin. Tam olarak o noktaya bakmak istedim.

– Dostumuz Ahmet Doğan, Soma’da madende eşini kaybetmemiş olan kimi kadınların, “Keşke ölseydi, hiç değilse kan parası alırdık” dediklerinden; yoksulluğun ve çaresizliğin insanları bunu söyleme noktasına getirdiğinden söz etmişti. Babamın Kanatları’nda da temel meselelerden biri  “kan parası.” Bu nasıl bir uygulama? Hukukta nasıl bir yeri var?

– Ölen bir işçinin hukuki olarak bir tazminat hakkı var yasalarımızda. Ancak bu tür davalar özellikle ceza davası olarak ailenin üstüne gitmesi durumunda uzun zaman alabiliyor. Haliyle bu durum şirketlerin ailelere karşı bir argümanı olarak kullanılabiliyor. Aile parayı kabul edip davanın takipçisi olmama yönünde baskı altına alınabiliyor. Kan parası bence insanlık onurunun müthiş ölçüde ayaklar altına alındığı, ölen kişinin sanki “eder”inin dışında bir anlamı yokmuş noktasına getirildiği ve ailelere dayatıldığı bir uygulama. Soma’daki o sözü ben de duymuştum. Gerçekten yoksulluğun insanları ne noktaya getirdiğine dair çok acı bir örnek.

Ken Loach’ın “Ben, Daniel Blake” filmi de, “gelişmiş” ülkelerdeki işçi sınıfının tarihsel kazanımlarının bile, küresel sermayenin saldırılarının tehdidi altında olduğunu tüm çıplaklığıyla gösteriyor.

– Ken Loach’un Altın Palmiye kazanan son filmi “Ben, Daniel Blake”i “Babamın Kanatları” ile peşi peşine izledik. İki film arasında, temel izlekleri açısından şaşırtıcı benzerlikler var. Filmin ana karakteri, “Ben Daniel Blake, bir rakam değilim, insanım” diye haykırırken, Babamın Kanatları’nı düşündüm, bir emekçinin ölümünün, işverenler içinde yaratabildiği sorgulamanın, “kan parası” pazarlığından en az parayla nasıl yırtarız olmasını…

– Bu konu gerçekten ilginç: Ken Loach’un yönettiği Ben, Daniel Blake ile Babamın Kanatları arasında ciddi paralellikler var. Bence bu iki film emek sömürüsünün “gelişmiş” dünyada da “gelişmekte olan” ülkeler kadar, ama farklı veçheleriyle devam ettiğini gösteriyor. Sistemin dışına attığı ya da her an atabilecek durumda tuttuğu milyonlarca insanın dertlerinin ne kadar da ortak olduğunu gösteriyor. Neoliberalizm öyle bir dereceye geldi ki, dünyada işçiler açısından korunaklı neredeyse hiçbir ülke kalmadı. Elbette “gelişmiş” ülkelerdeki işçi sınıfının tarihsel kazanımları ölçeğinde hâlâ örgütlülük ve temel haklar düzeyinde bizden daha iyi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak yine de bu kazanımlar her an kaybedilme tehlikesiyle karşı karşıya. Çünkü özellikle 2000’li yıllarla birlikte sermaye küresel ölçekte müthiş bir karşı saldırı başlattı. O yüzden dünyanın her yerinde sınıfsal mücadelenin de yükseldiğini görmeye başladık. Güney Kore’de, Fransa’da işçi sendikaları büyük direniş ve grevlere gitmeye başladı.

– Her iki filmde de gençler, görmüş geçirmiş yaşlı kuşağa göre, giderek vahşileşen yeni düzene daha iyi uyum sağlamış gibiler. Daniel Blake, “vatandaş olarak hakları olduğunu” düşünüyor, sorunlarının aslında toplumsal olduğunun bilincinde. Keza, İbrahim de işçi ve patronların çıkarlarının asla uyuşmayacağının farkında; Yusuf’u bu konuda uyarıyor. Gençler ise sistemden “bireysel” çıkışlar arıyorlar. Sence bu fark, yaşlı insan (deneyim) – genç insan (toyluk) farkı mı kaynaklı temelde; yoksa tüm dünyada genç kuşakların eski kuşaklara göre, daha az toplumcu, daha az politik ve daha çok bireyci olmaya yönlendirildiklerinden söz edebilir miyiz?

– Benim için önemli olan Yusuf’taki yükselme hırsıyla, amcasının bilgeliği arasındaki zıtlıktı. Yusuf’un bu arzusu çağımızın insanlara umut olarak sunduğu ve “başarı” olarak ambalajladığı bir hırs. Hatta bence kapitalizmin özü. Oysa diğer tarafta genç sayılabilecek kuşaktan başka işçiler kendi bireysel çıkarları için değil, ortak çıkarları için mücadele etmenin tartışmalarını yapıyor. Bir kuşağı külliyen bu şekilde etiketleyebileceğimizi düşünmüyorum. Bence daha önemli olan o kuşağın önüne sunulan “iyi yaşam” projlerinin/gelecek duygusunun ne kadar sahici olduğu. Bence hiç de sahici değil.

Dardanne Kardeşler’in, “İki Gün, Bir Gece” filmi, emekçiler için “bireysel çıkar” ile “ortak çıkar” arasındaki ince çizgiyi tartışma açmıştı.

– Emekçiler açısından sömürü düzenine değinen son dönem filmleri arasında Dardanne Kardeşler’in “İki Gün, Bir Gece”si de var. İşinden atılma tehdidi altındaki Sandra’nın sorunu, işçilerin kendi aralarındaki dayanışmasıyla, bir anlamda vicdani seçimleriyle çözüme ulaşıyordu. Sandra’nın ve Babamın Kanatları’nın karakterlerinin yaşadığı sıkıntıları, örgütsüzlükle ilintilendirebilir miyiz? Emekçilerin çıkışı örgütlenmekte mi?

– Biraz önce anlatmaya çalıştığım “bireysel çıkar” ve “ortak çıkar” arasındaki o çok ince farkta gizli olduğunu düşünüyorum meselenin. İki Gün Bir Gece filminin gücü de bu konuyu tartışmaya açmasından geliyor. O işçilerin hepsi aynı zorlukta hayat mücadelesi verirken aralarından birini feda etme durumu ortaya çıkıyor. Bütün film bunun üzerine kurulu ve çok güçlü bir tema. O filmde hâlâ unutamadığım bir sahne vardır: Sandra depresyondan tam olarak çıkamadığı için mücadele azmi çok kırılgandır ve kocası ona güç vermeye, onu ikna etmeye çalışır. Bir parkta otururlar. Sandra bir kuşa bir süre bakar. Onun yerinde olmak istediğini söyler. Evet, tıpkı böyledir. Sınıftan kopan ve yalnız kalan her birey için özgürlük, mutluluk, ağaçtaki bir kuşu kıskanacak kadar uzak görünebilir.

–  “Sınıf” ne kadar görünüyor Dünya ve Türkiye sinemasında?

– Aslında çok görünüyor. Her filmde görebiliriz. Ama bu konuyu sorunsallaştıran Ken Loach, Dardenne Kardeşler, Laurent Cantet, Robert Guedigian gibi yönetmenler nispeten az. Türkiye sinemasında da öyle. İşçilerin çalışırken göründüğü kurmaca tarz filmler, iki elin parmaklarını geçmez. Daha da önemlisi, bu konuda bir söz söylemeye çalışan filmlerin çok daha az olması. Daha çok yapmamız gerekiyor. Ama maden, tersaneler, inşaat ve genel anlamda konuyu anlatan iyi belgeseller ve kısa filmler üretiliyor.

– Festivallerde izleyicilerle film ekibini buluşturan oturumlar oldu. Nasıl tepkiler aldın? “Babamın Kanatları” insanlara nasıl sorular sordurdu?

– Filmden etkilendiklerini ve filmin gerçek olduğunu söylüyorlar. Sanki bir belgeselmişçesine yorumlar yapıyorlar. Sonuyla ilgili sorular geliyor. Özellikle Adana ve Antalya’da gelen tepkilerde, sanki bir grup izleyici yıllardır böyle bir filmi bekliyormuş ve nihayet onu bulmuşçasına duygusal tepkiler verdi. Filmi seven kadar sevmeyen de vardır tabii. Bazı seyirciler boğazlarına bir yumru oturduğunu söyledi örneğin, ki bu benim tam da yapmak istediğim şeydi. Ne çok ajite etmek ne de çok soğuk durmak, ikisi arasında bir yeri hedeflemiştim. Ama genel olarak filmi, oyunculukları ve müziği sevdiklerini söylüyorlar. Antalya’da aldığımız seyirci ödülü de bununla ilgili bir veridir diye düşünüyorum. Bir de Menderes Abiye özel bir ilgi var, ki bu sadece filmdeki rolüyle ilgili değil, bir figür olarak toplumun Menderes Abiyi özümsemesinden kaynaklanıyor.

– Babamın Kanatları 2 Aralıkta vizyona giriyor. Emekçiler ve aileleri bu filmle buluşabilse çok yerinde olur, bunu sağlamaya dönük çabalar var mı?

– Aslında var. DİSK, KESK, TMMOB VE TTB ile ilk haftalar bazı seansları kapatmalar ve işçilere izletme gibi bir çalışma içindeyiz. Ama ülkenin gündemi o kadar yoğun ve bunaltıcı ki, yer yer akamete de uğruyor bu çalışmalar. Bir gösterimi de Adalet Arayan İşçi Aileleri ile yapacağız. O gösterimi iple çekiyorum.

– Babamın Kanatları’nın ilk kez uzun metrajlı film çekmiş iki yardımcı oyuncusu, Kübra Kip ve Musap Ekici,en iyi  yardımcı oyuncu ödülleri aldı. Keza Menderes Samancılar, iki ayrı festivalde de en iyi erkek oyuncu ödülü aldı. Karakterlere birlikte mi hazırlandınız? Tiyatro ile ilgilenmiş olmanın, oyunculukları yönetmekte etkisi olduğunu düşünüyor musun?

– Tiyatroyla amatör olarak iki yıl ilgilendim. Ama baştan beri benden oyuncu olmayacağını biliyordum. Ama içinden geçmek, oyunculuğun doğası ve dinamikleri üzerine düşünmemi sağladı. Bu filmden kazandığım deneyim de şu oldu; sinemada iyi casting ve iyi reji, oyunculukta iyi sonuç veriyor. Bir de yoğun çalışma. Bu çalışmanın rolden role ve oyuncudan oyuncuya değiştiğini düşünüyorum. Örneğin Musab ve Kübra’yla çok fazla prova ve doğaçlama çalışması yaptık. Setten önce bir yıl aralıklı olarak farklı zamanlarda defalarca karakterin ayrıntıları üzerine çalıştık. Menderes Abiyle daha içsel ve karakterin çerçevesi üzerine çalıştık. Kürtçe dersi aldık. Menderes Abi iki ay devam edebildi, ama bu kadarı bile role girmesine etki etti. Bir de beraber Van’a gittik. Orada depremzede aileler, inşaat işçiliği yapan insanlar, bu insanların çocuklarıyla çalıştık ve gözlemler yaptık. Ben birçok konuda olduğu gibi oyunculukta da en önemli olanın karaktere emek vermek ve yönetmenle beraber oyuncunun o karakteri içinde yaşatması olduğuna inanıyorum.

– Filmin senaryosu da sana ait, üzerinde yılları bulan çalışman oldu. Senaryoya nasıl hazırlandın?

– Filme hazırlandığım süreçte Özcan Alper’in çok önemli katkısı oldu. Deneyiminden ve senaryoya bakışından çok şey öğrendim. Araştırma ve gözlemlerin yanı sıra karakteri derinleştirecek çalışmalar yaptım. Almanya’da bir senaryo danışmanıyla 3-4 kez her yeni versiyon üzerinde çalıştık. Bunun dışında da çok fazla okuma ve izleme yaptım. Tüm bu süreç sadece bu senaryoyu değil, genel olarak senaryo yazma konusuna bakışımı da değiştirdi. İlk başlarda kendimden çok uzak karakterlerdi yazdığım. Sonra giderek onlar bana ben onlara yaklaştım. Benim kuklam değil, kendi gerçekliği olan karakterler olarak yaratıp serbest bırakmam gerektiğini öğrendim ve oyuncularla çalışırken de bu bilgiler benim için çok faydalı oldu.

– Biyomühendislik okudun, bu alanda yüksek lisansın da var. Temel bilimler alanında eğitim almış olmanın yaptığın işlere katkı yaptığını düşünüyor musun? Yoksa “boşuna mı okudum” mu diyorsun?

– Yurtdışından bir internet portalıyla röportaj yaptığımda, bu konu çok ilgisini çekmişti yapan arkadaşın. Herhalde tam anlam da verememişti. Oysa Türkiye’de sinema yapan kuşağa bakın, çoğu başka alanlardan geliyorlar. Neden böyle bilmiyorum.

Benim özelimde ise gerçekten mühendislik okumanın bana kattığı çok şey var. Hiç boşuna okuduğumu düşünmüyorum. Biyomühendisliğe başlarken kansere çare bulmak gibi bir amacım vardı. Sonradan bu amaç yön değiştirdi. Ama sinemayı da bir anlamda insanlığa yararlı bir şeyler yapma aracı olarak görüyorum. Üstelik sinema bilimle sanatın çok iç içe geçtiği bir sanat. Bunun haricinde analitik düşünme yeteneğinin de bana filmi planlarken ve çekerken çok katkısı oldu. Önüme engeller çıktığında bu engelleri nasıl aşarım, arkasından nasıl dolaşırım diye düşündüm hep. Ya da koca bir süreci planlarken nasıl optimize ederiz diye düşündüm. Bunlar hep mühendislikten kalan şeyler.

– Bir hayalden, projeden somut, ete kemiğe bürünmüş bir ürün haline geldi Babamın Kanatları. Bundan sonra, bir anlamda izleyicilerinin. Yeni projeler üstüne düşünmeye başladın mı?

– Yeni proje var tabii ki. Hatta şunu söyleyeyim, Babamın Kanatları bir üçlemenin ilk filmiydi. İkinci filmde yine konut ekseninde ve ilk hikâyenin geçtiği siteden bu kez bir beyaz yakalı çiftin hikâyesini anlatacağım. Daha fazla spoiler vermeyelim ki, heyecanı kaçmasın…

– Bir bilim dergisi olarak, sanatla her zaman yolumuz kesişmiyor. Son soru olarak, sayfalarımızda bir yönetmeni konuk etmişken, okurlarımıza izlemesini önerdiğin son yılların örnekleri neler Türk ve Dünya sinemasından?

-Teşekkür ederim sayfalarınızda yer verdiğiniz için. Asghar Farhadi’nin Satıcı, Cristi Puiu’nun Siera Nevada Maren Ade’nin Toni Erdmann bu yılın iyi filmlerindendi. Yukarıda bahsettiğimiz Ken Loach’un Ben, Daniel Blake filmi de zaten çok üst düzey bir işti. Türkiye sinemasında son yılların izlenmesi gereken filmleri de benim açımdan Sivas, Abluka, Ana Yurdu ve Sarmaşık filmleriydi. Bu senenin filmleri içinde Tereddüt ve Albüm filmlerini görmelerini tavsiye edebilirim.

– Biz teşekkür ederiz Kıvanç.

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz