Ana Sayfa 154. Sayı Naziler iktidara yürürken bilimciler

Naziler iktidara yürürken bilimciler

2660

Ordudaki, devlet kademelerindeki, üniversite ve diğer yerlerdeki politik bakımdan deneyimsiz kişiler için Naziler, hiç kuşku yok ki, ileri derecede örgütlü ve güçlü devlet çarkını geçici olarak ele geçirmiş, tuhaf, kültürsüz zalimlerdi. Onların politikalarıyla ciddi anlaşmazlıklar içinde olsalar da insanların Nazilerle nasıl başa çıkacaklarını gösteren açık kılavuzları yoktu ellerinde. Yalnızca geriye bakıldığında açıkça görünmektedir ki, Nasyonal Sosyalizm karşısındaki tek gerçek onurlu tutum uzlaşmalara girmeden muhalefet etmekti.

Sunuş

Okuyacağınız yazı, Alan D. Beyerchen’in “Nazi Döneminde Bilim: 3. Reich’da Üniversite” adlı kitabından derlenmiştir. Bu değerli kitap, Türkiye’de, Haluk Tosun’un çevirisiyle ilk kez 1985’de Alan Yayıncılık’tan, ikinci kez 2015’te Say Yayıncılık’tan çıktı. Derlemenin başlık ve arabaşlıklarını biz koyduk.

NAZİLERİN İKTİDARA GELİŞİ

Hitler “Mein Kampf’da (“Kavgam”) kimya, fizik ve matematik gibi konuların, teknolojinin iyice maddiyatçı hale getirilmiş bir döneminde çok gerekli olabileceklerini açıklamış, ama bunların eğitimine artan ölçüde önem vermenin tehlikelerine de dikkat çekmişti. Almanya’nın ihtiyaç duyduğu şey, bilimlerce beslenen maddeci bir egoizm değil de toplum için yapılan bireysel fedakârlıklara dayanan bir eğitimdi. Tarih ve başka bazı konular bu işi başarabilmek için yardımcı olabilirdi ama bunlar yeterli değildi. Hitler’e göre eğitimde ön büyük öncelik sağlıklı bedenlere sahip olmaya verilmeliydi. Sonra, ikinci olarak, karakterin gelişimi geliyordu. En az önemli olan bilimsel öğrenimdi, çünkü Führer şunları iddia ediyordu:

“Az eğitilmiş ama kararlılık ve istenç gücüyle dolu, sağlam karakterli bir insan, bir bütün olarak, fiziksel yönden güçsüz, zayıf istençli, korkak ve edilgin bir bireyden daha değerlidir.”

‘Orta sınıflar bize hizmet edecektir’

Hitler’in entelektüellere karşı sevgi beslemediği açıktı. Gazeteci Joachim Fest’e göreyse “Nasyonal Sosyalizm esas olarak akla karşı duyulan nefretin politik örgütlülüğünü temsil ediyordu”. Hitler’in devlet memurluğu görevine karşı tutumu da yine aynı derecede aşağılayıcıydı. 1931’de milliyetçi bir gazetenin yayımcısıyla yaptığı özel bir konuşmada Hitler’e iktidarı aldığı zaman devlet çarkını ele alacak eğitilmiş kafaları nereden bulacağı sorulmuştu. Gerekli beyinleri nereden sağlayacaktı? Hitler bu soruya kendisinin beyin olacağını söyleyerek sert bir cevap verdi. Şöyle diyordu:

1930’larda Nazi Almanya’sında yaşamın tüm alanını etkileyen dehşet ve şiddet verici eylemler gerçekleşiyordu. Kitap yakmak da bunlardan biriydi. (10 Mayıs 1933)

“Belki de partimin çizgisi doğrultusunda başarılı bir devrimin gerçekleşmesi durumunda, beyinleri sürüden çekip alamayacağımızı düşünüyorsunuzdur. Alman orta sınıfının, aydın sınıfın bir süsünün, bize hizmet etmeyi, kafalarını bizim emrimize vermeyi reddedeceklerine mi inanıyorsunuz? Alman orta sınıfı başarıya ulaşanın yanında yerini alacak ve biz onunla istediğimizi yapacağız.”

Peki ya Yahudiler? İkinci bir konuşmada, Rishard Breiting bunlar arasında iyi ve yetenekli insanların, savaş sırasında nişanlarla ödüllendirilenlerin, Einstein gibi büyük kafaların olduğuna dikkat çekmiş, Hitler’in buna cevabı da şu olmuştu:

“Bunlar, yarattıkları her şeyi bizden çalmışlardır. Bildikleri her şeyi bize karşı kullanacaklardır. Çekip gitsinler ve huzursuzluklarıyla başkalarını kışkırtsınlar. Onlara ihtiyacımız yok.”

Yayımcı, Führer’in, Einstein’ı bile bir yabancı olarak kabul ettiğini ve onun da gitmesini istediğini görünce iyice şaşırmıştı.

Derinleşen ekonomik bunalım ve ona eşlik eden işsizlik ve umutsuzluk, gelişme gösteren Hitler hareketini daha da besliyordu. Hitler 30 Ocak 1933’te resmen başbakanlığa atandı ve bundan sonra Nasyonal Sosyalistler kısa sürede iktidarlarını pekiştirdiler.

Hitler: “Alman orta sınıfı başarıya ulaşanın yanında yerini alacak ve biz onunla istediğimizi yapacağız.”

Alman öğretim kadrosu da dahil, devlet memurlarının çok önemli buldukları bir nokta, Nazilerin iktidara gelişlerindeki açık yasallıktı. Teknik kadrolar rejime yönelik muhalefeti zayıflatırken, bir kez sorumluluk aldı mı, Hitler’in daha az radikal davranmayı öğreneceği yolundaki umuda da zemin hazırlıyorlardı. Yasallık örtüsüyle, Hitler, yasalara bağlı orta sınıf üzerinde muazzam bir psikolojik üstünlük sağlıyordu.

Anti-semitizmi yasallaştırmak

Nasyonal Sosyalizmin ana amaçlarından birisi, anti-semitizmi yasal hale getirmekti. “Irk düşmanı” düşüncesi, kuşku yok ki, Nazi hareketinin yaşamsal öğelerinden biriydi. Daha 1920’de, 25 maddelik programında, Nazi Partisi yalnızca ırkdaşların (volksgenossen) vatandaş olabileceğini ve Yahudilerin bu kategorinin dışında kaldığını ifade ediyordu. Bu programda ayrıca her düzeydeki kamu hizmetine yalnızca vatandaşların getirilebileceği yer almıştı. 1920’lerin ortalarında Naziler, Yahudileri devlet memurluğu yapmaktan alıkoyan Reichstag yasasını çıkarmakla bu konuda tutarlı ve ciddi olduklarını gösterdiler.

Prusya Eğitim Bakanı Bernhard Rust ve Hitler.

Almanların pek çoğu, Nazilerin anti-semitik politikalarındaki sürekliliği 1933 yılında, Hitler iktidarının ikinci ayının sonunda ilk kez açıkça gördüler. Kamu hizmetinde çalışan memurların yüzlercesi Nazi karşıtı oldukları için işlerini kaybetmişlerdi bile. Öte yandan, 31 Mart’ta Prusya’daki Yahudi yargıçlar, Yahudi olmaları nedeniyle görevlerinden uzaklaştırıldılar. Ertesi gün hükümetin desteklediği bir Ulusal Boykot yapıldı. Boykotun “oldukça barışçıl” geçeceği resmen açıklanmıştı, ama bu arada Yahudilere ait dükkânlara afişler asılıyor, kahverengi gömlekliler giriş kapılarının önüne dikiliyor, pencereler parçalanırken Yahudiler caddelerin ortasında dövülüyor, bürolarına, halk kütüphanelerine ve benzeri yerlere girmeleri engelleniyordu. Polis ya olaylara seyirci kalıyor ya da hiç ortalıkta gözükmüyordu. Ama Nazi polisinin takviye birlikleri her yerde devriye gezmekteydiler. Tüm operasyon, vahşi bir anti-semitizm içindeki Nazi Julius Streicher tarafından yönetilirken, Propaganda Bakanı Joseph Goebbels de olan biteni denetliyordu.

Einstein ‘hain’ oluyor

Nazilerin bu sırada güncel hale getirdikleri ve ısrarla kamuoyuna mal etmeye çalıştıkları bir hedef Einstein ile ilgiliydi. Gerçi o sıralar, Einstein dünyanın en tanınan ve saygı gören bilginiydi, ama açıkça savunduğu pasifist görüşleri, enternasyonalciliği ve Siyonistliği nedeniyle Almanya’da en nefret edilen kişilerin başında geliyordu. Hitler iktidarı aldığında Einstein Amerika’daydı. Nazi basınında kendisine yöneltilen hücumlara, Nazilerin iktidarda olduğu bir Almanya’ya dönmeyi reddettiğini açıklayarak karşılık veriyordu. Ayrıca, dünyanın Nasyonal Sosyalizmin tehlikelerine karşı uyarılması gerektiğini de savunuyordu. Mart’ın sonuna doğru, Avrupa kıtasına geldiğinde Almanya’ya uğramadı ve gelişmeleri beklemek üzere Belçika’da Ostende yakınındaki bir sayfiyeye yerleşti. Naziler, Einstein’ın açıklamalarına ve yürüttüğü eylemlere, onun mallarına el koyarak ve daha sonra da kellesine fiyat biçerek karşılık verdiler.

28 Mart 1933’te gemisinin rıhtıma yanaştığı gün, Einstein Almanya’nın en müstesna ve saygın kuruluşu olan Prusya Bilimler Akademisi’ne hitaben istifa mektubunu yazıyordu. Açıkçası, Alman hükümetiyle olan tüm bağlarını onurlu bir biçimde koparmak ve Akademi’deki arkadaşlarını, onu atmaları için maruz kalacakları baskılardan kurtarmak istemişti.

Gerekli beyinleri nereden sağlayacağı sorusuna Hitler, kendisinin beyin olacağını söyleyerek yanıt vermişti.

Ancak baskılar zaten büyümekteydi. Nazilerin atadığı ve Akademi’nin resmen kendisine karşı sorumlu olduğu Prusya Eğitim Bakanı Bernhard Rust 29 Mart’ta Akademi’den, Einstein’ın yeni Alman devletine karşı yürüttüğü “ajitasyon” nedeniyle cezalandırılmasını talep etti. Einstein’ın istifası alınıp ertesi gün de kabul edilince, bu konu artık kapanmış gibi göründü. Ancak, 31 Mart akşamında, Ulusal Boykot’un başlamasından yalnızca birkaç saat önce, bakan Akademi’ye Einstein için açık bir bildiri kaleme alması konusunda “acil bir istek” bulunduğunu bildirdi.

Einstein’ın arkadaşı olan ve onu destekleyen Max Planck o sırada Sicilya’da tatildeydi. Daimi sekreterlik görevi yapan hukuk danışmanı Ernst Heymann, Rust’un isteklerine uyarak, Akademi’nin yurtdışında durmadan kışkırtıcılık yapan Einstein’a karşı olduğunu ve “istifasından üzüntü duyulması için de bir neden bulunmadığını” duyuran bir basın açıklaması kaleme aldı. Bu, 1 Nisan’da açıklandı. Einstein’ın adı o gün Joseph Goebbels’in yaptığı bir propaganda konuşmasında da geçiyordu:

Uluslararası Yahudiliğe hiç de hak etmediği bir iyi niyetin gösterilmesine izin verdik. Peki, Yahudilerin buna cevabı ne oldu? İçeride pişmanlık gösterisinde bulunurken dışarıda dünya savaşı sırasındakini de geçen bir yalan ve alçaklık kampanyası başlattılar. Almanya’daki Yahudiler, Einstein gibi mültecilere, bugün -bütünüyle usulüne uygun ve yasal biçimde- sorguya çekilecekleri için teşekkür edebilirler.

Einstein’ın Nasyonal Sosyalizme yönelik açık muhalefeti, adının, 3. Reich boyunca Almanya’da hep hain sözcüğü ile eşanlamlı olarak anılmasına yol açmıştır.

Yeni Devlet Memurluğu Yasası: Ari olmayanlar dışarı!

1 Nisan’ da olup bitenlere rağmen, 7 Nisan 1933 tarihli Devlet Memurluğunu Yeniden Düzenleme Yasası beklenmiyordu. Bazı parti üyeleri bile yasa konusunda hazırlıksızdılar.

1933’de Einstein, Nazi Almanya’sını terk ederek ABD’ye gitmişti.

Bu yasa, devletin etkinliğine zarar vermeden bürokrasinin temel yapısını değiştirmek üzere, içişleri bakanınca (o sırada eski bir Nazi devlet memuru olan Wilhelm Frick bu görevdeydi) hazırlanmıştı. Yasada öngörülenler basit ama yıkıcı şeylerdi: devlet memurluğu mesleğinde “ulusallığı” geri getirmek ve yönetim çarkını basitleştirmek için bazı memurların görevden alınması gerekiyordu. Bu maddeden etkilenenler şunlardı: 1) 9 Kasım 1918’den beri görevde olup da uygun niteliklere sahip bulunmayanlar (yani, politik nedenlerle atananlar); 2) Önceki politik faaliyetleri göz önüne alındığında, yeni devlete çekinmeden hizmet edecekleri konusunda hiç de güvence vermeyenler. 3) “Ari olmayan” kökenliler. Yönetim çarkını basitleştirmek için daha hizmet verecek durumda olmalarına rağmen birçok memur emekli ediliyordu. Öte yandan, yeni bir mevkie getirilen bir memur, bu mevkii rütbece ve maaşça daha aşağı da olsa, onu kabul etmek zorundaydı. Yoksa emekliliğini istemesi gerekiyordu.

Yasa hazırlanırken bazı boşluklar olmuştu. Yasa geçici olacak, içerdiği koşullar 30 Eylül 1933 tarihine kadar geçerli sayılacaktı. Buna ek olarak, Ari olmayanlara uygulanacak bazı muafiyetler Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’un yetkisine bırakılmıştı. Cumhurbaşkanı savaş gönüllülerinin özel olarak ele alınmasında ısrar ediyordu. Ari olmayan bir memur; eğer 1) 1 Ağustos 1914’ten önce meslekteyse 2) savaşta cephede savaştıysa; 3) babası ya da oğlu savaşta öldüyse, görevinde kalabilecekti.

11 Nisan’da Ari olmayanın kim olduğu yolundaki anahtar soruyu cevaplayan ilk ek, yasaya konuldu. Annesi ve babası ya da büyükanne ve büyükbabası Yahudi olan bir memur Ari olmayan kategorisine konuluyordu. Ataların Yahudiliğine, bunların Museviliği kabul etmiş olup olmamasına bakılarak karar verilmekteydi.

Devlet Memurları Yasası’na yapılan pek çok ek ile yasanın nasıl uygulanacağına açıklık getiriliyordu. 6 Mayıs’ta yasaya yapılan ek ile, örneğin Privatdozent’ler gibi devletten para almayanlar da dahil, yükseköğrenim kurumlarındaki tüm öğretim görevlilerinin devlet memuru sayılacağı açıkça belirtildi. “Politik olarak güvenilmezlik” ölçütünün sınırları genişletildi. Komünist partisiyle ya da onun organlarıyla herhangi bir biçimde ilişkisi olsun ya da olmasın, komünist davranışları içinde görülenler işten uzaklaştırılmalıydı. Emekli olanların ya da uzaklaştırılanların yerine yenileri alınırken ilk gözetilecek olanlar “milliyetçi eğilimlerinden” ötürü geçmişte haksızlığa uğrayanlardı. Yasaya daha birçok kez eklemeler yapıldı. Bürokrasiyi yeniden oluşturma süreci de 1937’ye kadar tamamlanmadı.

Kısmen Yahudi olanlar sorunu ise bir türlü çözülemiyordu. Bunların Yahudi kabul edilmesini isteyen partiyle, onlara Alman muamelesi yapılmasından yana olan devlet (yani bürokrasi) arasında bir çelişki doğmuştu. 15 Eylül 1985 tarihli Nürnberg Yasaları ve 14 Kasım 1935’te bunlara yapılan ek, bir ölçüde bürokratların zaferiydi. En az üç kuşak öncesinden beri Yahudi olan (yani dedesinin dedesinin dedesi) ya da iki kuşak öncesinden beri Yahudi olup, kendisi de Musevi dinini benimsemiş ya da böyle biriyle evlenmiş olan melez bir kişi Yahudi kabul ediliyordu. Bu yasalar üniversite öğretim üyeleri de dahil Almanya’daki tüm Yahudileri etkiliyordu. Böylece, çeyrek Yahudi olanlar işten uzaklaştırılmıyorlardı. Ancak, Nürnberg Yasaları, savaştaki hizmetlere dayanan bir muafiyet ölçütüne yer vermiyordu.

1933 tarihli Devlet Memurları Yasası ile ona yapılan eklerin uygulanması tüm akademik topluluk üzerinde çok kısa süre içinde geniş çaplı sonuçlara yol açtı. Fizik, Almanya’daki en nitelikli bilimadamları da dahil 1932-1933 dönemindeki kadrosunun en az yüzde yirmi beşini kaybederek en fazla yara alan disiplin oldu. Weimar’ın “güzel yılları”na sahne olan Göttingen, işten uzaklaştırma politikasının fizik topluluğuna vurduğu darbeyi en açık biçimde gözler önüne seren bir örnek olmuştur.

Naziler tarafından yerinden edilen Nobel ödüllü biliminsanları

GÖTTINGEN’DE ÜÇ TÜR PROTESTO

Bilimadamları nadiren politik etkinlik içine girdiklerinden, Devlet Memurları Yasası’nın fizikçiler ve matematikçiler üzerindeki en büyük etkisi, esas itibariyle, bu yasada yer alan ‘Ari-olmayan’ ibaresi sonucunda oldu. Yeni yasanın darbesi özellikle Göttingen’de şiddetli hissedilmişti, çünkü buradaki dört fizik-matematik enstitüsünden üçünün başında Yahudiler bulunuyordu: James Franck, Max Born ve Richard Courant. Bu adamların izledikleri farklı eylem çizgileri ve karşılaştıkları ortak yazgı, işten uzaklaştırma politikasının Almanya’nın bütünü üzerinde nasıl uygulandığı konusunda ipuçları sağlamaktadır. Bu bilimadamlarının arkadaşlarının ve öğrencilerinin olup bitenler karşısındaki tutumları da yaygın bir tepki örneğini oluşturmuştur. Sonuç, yakın tarihte benzeri görülmeyen bir bilimsel yetenek göçü oldu. Frank, Born ve Courant kendi konularında en iyi oldukları gibi, o sırada Almanya’daki bilimin düzeyi de dünyanın en iyileri arasındaydı.

Açık protesto: James Franck

Alman üniversitelerinde dersler kasımdan şubata ve mayıstan temmuza kadar olan sürelerde yapıldığından, 7 Nisan tarihli Devlet Memurları Yasası’nın çıkışı Göttingen’de ilkbahar yarıyıl tatiline rastlamıştı. Öğrencilerin çoğunluğu ve pek çok öğretim elemanı tatile gitmişlerdi. Ancak, 2 nolu Fizik Enstitüsü’nün yöneticisi hâlâ kentteydi ve dolayısıyla da yasanın gereklerini derhal dikkate almak durumunda kalmıştı.

James Franck’ın bilimadamı olarak yetenekleriyle olduğu kadar, kibarlığı, tutarlılığı ve ilkelere derinden bağlılığıyla da adından çok söz edilirdi.

James Franck’ın bilimadamı olarak yetenekleriyle olduğu kadar, kibarlığı, tutarlılığı ve ilkelere derinden bağlılığıyla da adından çok söz edilirdi. Savaşın başında araştırmalarını bırakmış ve gönüllü olarak cephede savaşmaya talip olmuştu. Bu davranışının görev duygusuyla hiçbir ilişkisi yoktu, çünkü askerce düşünmek ona tamamıyla yabancıydı. Bir manga askere komuta ettiği bir sırada onlara “stillgestanden-bitte” (Hazır olunuz!) emrini verdiği yolunda bir öykü anlatılırdı Franck için. Emir verme türünden formaliteler onun doğasına yabancı olsa da cesaret hiç de öyle değildi. Madalyaları arasında demir haçlar vardı ve Yahudi olmasına rağmen subay rütbesi de almıştı.

Franck’ın ilkelere bağlılık duygusu 1933 ilkbaharında gelişen olaylarla ağır darbeler yedi. Milliyetçi eğilimli Göttinger Tageblatt’ın ön sayfasında yer alan bir yazıda, şimdi artık niteliksiz politik atamaların önüne geçilebileceği haberi sevinçle veriliyordu. Ancak Ulusal Boykot gününde olanlar, anti-semitizmin Devlet Memurları Yasası’nın esas öğesi olduğu konusunda kuşku bırakmamıştı. Franck, kuşkusuz, Nazilerce 1 Nisan’da Berlin’de uygulamaya geçirilen yasadan haberdardı, çünkü pek çok arkadaşı ve kızı Elizabeth o kentte yaşıyordu. Ayrıca, 1 Nisan tarihli gazeteler Einstein’ın Prusya Bilimler Akademisi’nden istifası ve Akademi’nin buna alelacele verdiği cevabı sayfalarına almışlardı. En yakın arkadaşlarıyla ve birlikte çalıştığı kişilerle yaptığı konuşmalardan sonra Franck, bir şeylerin yapılması gerektiği konusunda iyice ikna oldu. Yasadaki muafiyet ölçütleri sayesinde yerini koruyabilirdi. Ama muafiyet kapsamına alınmayı istemek hükümetin yaptıklarını onaylamak olmaz mıydı? Enstitünün yöneticisi olarak kendi kadrosundaki bazı insanları işten çıkarmak zorunda kalacağı gibi, başka enstitülerdeki meslektaşlarının atılmalarına da seyirci kalacaktı.

1923’te Franck adına yapılan bir törende (soldan sağa) Max Reich, Max Born, James Franck ve Robert Pohl.

Kararlılığı, Nazi egemenliğindeki öğrenci liderliğinin eylemleri sonucunda daha da kuvvetlenmişti. Öğrenciler, Nasyonal Sosyalist politikanın üniversitelerde sesi en çok çıkan güçlerinden biriydiler. 13 Nisan’da Alman Öğrenci Birliği “Almanlık ruhuna aykırı olana karşı” bir kampanya başlattı. Bu, 10 Mayıs’ta açıkça yapılan kitap yakma eylemiyle doruğuna ulaştı. On iki maddelik deklarasyonla dile getirilenler arasında şunlar vardı: Yahudi ancak Yahudice düşünebilir. Almanca yazdığı zaman yalan söylüyordur; öğrenciler Yahudileri yabancılar olarak görmelidir. Yahudi eserleri İbranice olmalıdır ya da eğer Almanca basılmışlarsa hiç olmazsa bunların çeviri olduğu belirtilmelidir. Öğrenciler ve profesörler Almanlık ruhuna uygun olarak düşüneceğinden emin olunanlardan seçilmelidirler.

Prusya eğitim bakanı tarafından aynı gün ilan edilen öğrenci yönetmeliği Weimar döneminde son verilmiş bir uygulamayı, yani öğrencilerin kendilerini yönetmelerine ilişkin uygulamayı geri getiriyor, öğrenci derneklerine yalnızca Ari olanların üye olabilecekleri yönünde bir kısıtlama konuluyordu. Bunu, Alman okullarında Ari olmayanlara uygulanacak kontenjanların belirlenmesi izledi.

Yıllar sonra Niels Bohr, James Franck, Albert Einstein ve Isidor Isaac Rabi aynı karede.

13 Nisan’da ayrıca, Devlet Memurluğu Yasası uyarınca yarım düzine üniversitede ilk işten çıkarmalar yapıldı. Franck’ın evinde akşamlar yoğun tartışmalarla geçerdi. Arkadaşlarının ve meslektaşlarının çoğu iyi niyetli gerekçelerle onu acele hareket etmekten vazgeçirmeye çalıştılar. Ancak, kendisine özgü bir önseziyle Franck, temel bir ilke sorunuyla karşı karşıya olduğunu hissediyordu. Paskalya tatiline rastlayan hafta sonunda protesto amacıyla görevinden istifa etmeye karar verdi. Bu yalnız başına, cesaretle atılmış bir adımdı. Ailesi bugün, nihai kararın “kendisi için ve kendisi tarafından alındığını” ve başka hiç kimsenin o kararda rol oynamadığını açık seçik hatırlamaktadır.

Protestonun arifesinde, çalışma odasının kapalı kapıları ardında küçük bir grup Franck’a istifa mektubunun metnini kaleme almasında yardım ediyordu. Franck’ın ailesi o akşam orada bulunan yakın arkadaşları ve asistanları arasında şu kişileri hatırlamaktadır: Franck’ın enstitüsündeki başasistan Hertha Sponer; Franck’ın kızı Dagmar’ın kocası olan bir asistan; Devlet Memurluğu Yasası’nın Ari olmayanlara yönelik hükümlerinden etkilenen Heinrick Kuhn adlı bir asistan.

Grup iki metin üzerinde çalıştı. Biri, Nazilerin atadığı Prusya eğitim bakanına hitaben yazılmıştı ve şöyleydi:

“17 Nisan

Bay Bakan

Bu satırlarla Bay Bakan, Göttingen Üniversitesi’ndeki profesörlük ve bu üniversitenin 2 nolu Fizik Enstitüsü’ndeki yöneticilik görevlerimden beni affetmenizi rica ediyorum.

Bu karar, hükümetin Alman Yahudilerine karşı takındığı tutum nedeniyle benim için kaçınılmaz vicdani bir zorunluluktur.”

Diğer metin rektöre yazılmıştı. Daha akşamdan, Franck kentin 2. büyük gazetesi olan Göttinger Zeitung’a telefon ederek bu mektubun bir bölümünü açıkladı. Geçmişe bakıldığında bu tür açık protestolar oldukça ılımlı görünebilir, ama o sırada, bu alışılmışın bir hayli dışında bir eylemdi ve çok büyük bir etki yaratacağı umuluyordu. Franck’ın ailesi “Olayın zamanlamasının dikkatlice yapıldığını, öyle ki mektupların ele geçmesiyle gazetede yayınlanmasının çakıştığını” hatırlamaktadır.

Ertesi gün gazetede Franck’ın rektöre yazdığı mektuptan şu satırlar yer alıyordu:

“Üst yöneticilerimden beni görevimden affetmelerini rica ettim. Bilimsel çalışmalarıma Almanya’da devam etmeye uğraşacağım.

“Biz Yahudi kökenli Almanlara, yabancı ve anavatan düşmanı muamelesi yapılıyor. Çocuklarımızı kendilerini Alman olarak kanıtlamalarına hiçbir zaman izin verilmeyeceği bilinciyle yetiştirmemiz isteniyor.

“Savaşa katılanların devlete hizmet etmeye devam edebilecekleri belirtiliyor. Bu ayrıcalıktan yararlanmayı reddediyorum, ama aynı zamanda bugün makamlarında kalmayı görev kabul edenlerin durumunu da anlıyorum.”

Gazete, deneysel araştırmalarını Almanya’da sürdürebileceği sürece Franck’ın yurtdışında bir iş arama niyetinde olmadığını da belirtiyordu. Yazı Franck’ın kazandığı onurları, savaştaki sicilini, Göttingen’e getirdiği saygınlığı ve kentin onun ünü sayesinde edindiği ekonomik yararları (öğrenci sayısındaki artış ve enstitü binalarına harcanmak üzere Rockefeller Vakfı’ndan sağlanan paralar) da sayıp dökmekteydi. Yazar şu sonuca varıyordu:

“Profesör Franck’ın kararı esas olarak ahlaki temellerde, hatta yalnızca bu temellerde değerlendirilmelidir. Umuyor ve istiyoruz ki, yaşamının eserini ve anlamını darmadağın eden Franck’ın bu adımı, yasal yaptırımlarla görevlerinden uzaklaştırılacak olan başka araştırmacıları bilimsel etkinliğimizin yararına koruyabilecek etkiyi yaratsın. Yoksa düzeltilmesi çok uzun zaman alacak ya da hiçbir zaman telafi edilemeyecek kayıplara uğrayacağız.”

Ne yazık ki bu uyarıya kulak asılmadı.

Göttinger Zeitung’daki hava aynı gün Berlin’de yayımlanan Vossiche Zeitung adlı liberal gazetenin akşam baskısında da vardı. Bu gazetedeki bir makalede de Franck’ın eyleminin son olayların gelecekteki etkilerinin göz önüne alınmasını sağlayacağı umudu ifade ediliyordu. Yabancı basın derhal dört elle bu öyküye sarılmıştı. Öte yandan Berliner Tageblatt, eğer Nazi politikalarını protesto etmek istiyorsa Franck’ın enstitüdeki yerinde kalmakla daha iyi yapacağı görüşünü ortaya atmıştı. Hatta Göttingen’den bazıları Franck’a işlerin aslında o kadar da kötü olmadığını söylemekteydiler. Rober Pohl’un baş asistanı Rudolf Hilsch, Franck herkese veda etmeye geldiğinde, profesöre bir halk deyişiyle şu uyarıyı yaptığını hatırlamaktadır: “Es wird nichts so heiss gegessen, wie es gekocht wird.” (Hiçbir şey pişirildiği andaki kadar sıcak yenilmez.) Hilsch yanıldığını çok geçmeden anlayacaktı.

Franck o sırada göç etmeyi düşünüyordu. Berlinli fizikçilerin liderleri olan Max Planck ve Max von Laue bu tutumunda onu destekliyorlardı. Heinrich Rubens 1922’de ölünce Franck’a Berlin’deki fizik kürsüsünün başkanlığı önerildi. Ancak o Göttingen’de kalmak için buna yanaşmadı. Onun yerine Walther Nernst atandı. 1931’de, Nernst emekli olmak üzere olduğundan, Franck’ı yeniden onun yerine atama planları yapıldı. Frizt Haber, Franck’a üniversitede Nernst’in yerine geçerse Kaiser Wilhelm Fizik Enstitüsü’nün başına da gelebileceğini söylüyordu. Daha sonra da Haber 1936’da emekli olunca onun enstitüsünü de yönetebilirdi. 1932 yılının sonunda Franck, Berlin’deki profesörlük için en önde gelen aday durumundaydı. 1933 Ocak’ında Franck, Eğitim Bakanlığı tarafından arandı ve ön görüşmeler için Berlin’e gelmesi istendi, ancak politik karışıklık bu gelişmeyi kesintiye uğrattı. Böyle olmakla birlikte, Franck’ın Almanya’daki bilimsel çalışmalarına, devlet memurluğu dışında bir yetkiyle devam edebilmesi imkânı hâlâ oldukça genişti ya da en azından ona öyle geliyordu.

Ancak, Franck’ın mektubu yayınlanır yayınlanmaz Göttingen’de söylentiler dolaşmaya başladı. Franck ve onunla birlikte tartışmalara katılanların ulusal devrimi engellemek için gizlice anlaşmaya vardıkları söyleniyordu. Yabancı basının Franck’ın protestosunu Almanya karşıtı propagandaya dönüştürmekte gecikmediğini ileri sürerek üniversitedeki kırk iki öğretim üyesi, eylemini kınayan bir bildiri kaleme aldılar. Tıp fakültesi ve tarım enstitüsünün bu grupta özellikle ağırlıkları varken, matematik ya da fizikten gelen imzacıların sayısı yalnızca birdi. Suçlama, Franck’ın istifasının yeni hükümetin hem iç hem de dış politikasına darbe vurduğu yolundaydı. İmzacılar şöyle diyorlardı:

“İstifa dilekçesinin bu biçimde verilmesinin bir sabotaj eylemine eşdeğer olduğunu ve bu nedenle hükümetin zorunlu temizlik önlemlerini artırarak sürdüreceğini umduğumuzu belirtmekte oybirliğiyle anlaşıyoruz.”

İki gün sonra, Göttingen basını, kısa bir haberle, 25 Nisan’da altı üniversite profesörüne Prusya Eğitim Bakanlığınca izin verildiğini duyurdu. Bunlar, Honig (ceza hukuku), Bondy (sosyal psikoloji), Bernstein (istatistik), Born, Courant ve Noether’di. Haberin alt başlığı ürkütücüydü: “Başkaları da sırada.”

Max Born (1882-1970).

Edilgin protesto: Max Born

Franck’ın tersine Born, Almanya’da kalmak istemiyordu. Daha sonra şunları yazmıştı: “İzinli sayıldıktan sonra Almanya’yı derhal terk etmeye karar verdik.” Mayıs’ın başında Born ve eşi oğullarıyla birlikte yaz tatillerini geçirmek için kiralamayı düşündükleri yere gitmek üzere Kuzey İtalya’daki dağlık bölgeye doğru yola çıktılar. Born’un apar topar gidişinin nedenleri onun kişilik yapısında, sağlık durumunda ve Weimar dönemindeki olaylarda bulunabilir.

Einstein ile Born arasındaki yazışmalar, Born’un, kendisini uzak tutmaya çaba göstermesine rağmen, çağının akımlarına karşı duyarlı bir insan olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Bu yazışmalar, politik görüşlerinde ve insan ilişkileri konusundaki tutumunda arkadaşı Einstein ile uyuştuğunu da göstermektedir. Ancak fazlaca ortalarda görünmekten ve herkesin gözü önünde tartışmalara girmekten iğrenmeye varan isteksizliği Einstein’ınkinden çok daha fazlaydı. Bu, asistanlarından birinin “soylu ve çekingen” diye nitelediği kişiliğinin bir sonucuydu. Born ise bu tutumunu “bilimin sessiz tapmağına” hâlâ bağlı oluşuyla açıklıyordu.

Weimar döneminin ilk yıllarında Born, Einstein’ı görecelik kuramının anti-semitik muhalifleri karşısında, özellikle de 1920’de Alman bilimadamları ve doktorlarının Nauheim toplantısı sırasında açıkça savunmaktan yanaydı. Ancak doğası böyle davranmasına aykırıydı. Nitekim 1922’de eski oda arkadaşı ve dostu Theodor von Karman’ın Göttingen’e gelmesi için bir fırsat çıktığında, Born onun adaylığını öne sürmemişti. Önceki yıl Franck’ın atanmasını sağlamak kolay olmamıştı. Born bir, matematik ve doğabilimi fakültelerindeki Yahudi profesörlerin sayısına (Courant, Edmund Landau, Felix Bernstein, Franck ve kendisi) bakıyor, bir de muhalefete göz atıyor (öncelikle tarım enstitüsündeki kişiler) ve kadroya bir Yahudi daha katmak için gereken mücadeleyi göğüsleyemeyeceğine karar veriyordu. Ayrıca sağlığı da iyi değildi. Her zaman nezleden ve astımdan ciddi şikâyetleri oluyordu. Brüksel’deki (Ekim 1927) Solvay Konferansı’na katılanların yer aldığı ünlü resimde Born, kendisinden oldukça yaşlı kişilerin arasında kalın bir palto ve atkıya sarılmış olarak görünmektedir. 1925-1927 yılları arasındaki yoğun çalışma döneminde iyice tükenmiş ve bunun sonucunda içine girdiği sinir yıpranmışlığı çalışmalarını 1928-29’da bir yıl aksatmıştı. Constance Gölü’nün kıyısındaki bir sanatoryumda bir süre dinlendi. Önce yatağa hapsolmuştu, ama sonra ayağa kalkıp çevrede dolaştıkça, hepsi de “iyi orta sınıf’ın temsilcileri olan diğer hastaların meraklı bir anti-semitik vıdı vıdı içinde Hitler ve ona duydukları umut dışında hemen hiçbir şey konuşmadıklarını gördü. “Bu, beni odama geri gitmeye zorluyordu” diye yazmıştır Born.

1931-1932’de fakültenin dekanı olarak geçireceği yıl onu korkutuyordu. Daha sömestr başlamadan, o, daha sonraki toparlanma dönemine ihtiyaç duyacağını düşünüyordu. Gerçi fizikteki durumun son beş yılda değiştiğini ve Amerikalılara “gerçekten yeni” herhangi bir şey öneremeyeceğini biliyordu, ama umudu, 1932-1933 kışında Pasadena’daki California Institute of Technology’e gitmekti.

Her zaman nezleden ve astımdan şikâyetçi olan Born, 1927’de Solvay Konferansı’na katılanların yer aldığı ünlü resimde, kendisinden oldukça yaşlı kişilerin arasında kalın bir palto ve atkıya sarılmış olarak görünüyor (orta sıra sağdan ikinci).

O yıl, onun en karanlık beklentilerini haklı çıkardı. En ciddi sorun, bunalımın altında ezilen hükümetin, asistanların bir kısmını işten çıkararak tasarruf yapmak istemesiydi. Born başarılı bir girişimle, doğabilimleri fakültesindeki her profesörün gelirinin yüzde onunu genç araştırmacıların geçimini sağlamak üzere gönüllü olarak fakülteye bırakmalarını önermişti. Fakültenin büyük bölümü bunu hemen kabul etti, ancak esas olarak tarım personelinden oluşan küçük bir grup, Born’un bir örneğini daha önce hiç görmediğini yazdığı derin bir nefretle buna karşı çıkıyorlardı. Hiç kuşku yok ki bunlar, ücretlerinin bir kısmını, matematik ve fizik enstitülerinde yerleşmiş bir Yahudi kliği için vermekten hoşnut olmayacaklardı.

Anti-semitizm konusundaki güçlü duyguları nedeniyle Born, Nazilerden hiç hoşlanmıyordu. 1932’de, kuramcı Friedrich Hund ile Born trenle Göttingen’in kuzeyine gidiyorlardı. Tren, Brunswick’in küçük kasabalarının birinde kısa bir sure durdu. Bu bölge, Nazileri oldukça erken bir tarihte desteklemeye başlamıştı. İstasyondaki bayrak direklerinde gamalı haç bayrakları dalgalanıyordu. Hund, Born’un bunlara bakıp başını salladığını ve bu bayraklar tüm Almanya’ya yayıldığında ülkeyi terk edeceğini söylediğini hatırlıyor. Bu genel durumla ve dekan olarak geçirdiği yılın ruhsal ve fiziksel sağlığı üzerindeki olumsuz etkileriyle, Born’un artık yerini korumak için açık bir mücadeleye giremeyeceği belliydi.

Gidişinden önceki haftaların gerginliğini ve heyecanının yol açtığı astım krizlerini bir ölçüde atlattıktan sonra, Born üniversitenin mütevelli heyeti başkanına, Franck ile aynı konumu paylaştığını ve özel hiçbir muamele istemediğini duyurdu. Her ne kadar mütevelli heyet başkanı Born’a yazdığı bir mektupta onun eski görevine geri dönebileceğini ima etmişse de, Franck’ın istifa nedenleri bir Alman Yahudisi olan Born için de geçerliydi. Bir hafta sonra Einstein’a yazdığı mektupta Born, daha önceden pek farkında olmadığı bir duyguyu, Yahudiliğini, şimdi çok kuvvetle duyduğunu yazmıştı. Baskı ve haksızlık onda öfkenin ve direncin doğmasına yol açmıştı.

Gerçi, Born kısa bir sure yerinde kalmayı düşünmüştü ama istifa etmeye karar verdiği anda bu kararı kesindi artık. Nazi Almanya’sına dönmeye ve Göttingen’de kalmak için mücadele etmeye hiçbir zaman girişmedi. Artık kendisinden hizmet beklemeyen anavatanına o da sırtını dönmüştü. Einstein’a, Franck’ın Göttingen’de kalarak Almanya’da bir şey bulmak gibi sonuçsuz bir çaba içinde olduğunu yazmıştı. Kendi tutumu için de şöyle diyordu: “Sinirlerim dayanmıyordu, ayrıca bunda bir anlam da bulmuyordum.”

Born yurtdışında, bilimsel çalışmalarını sürdürebileceği bir yer aramaya başlamıştı. Temmuz’da, İngiliz fizikçisi F. A. Lindemann (daha sonra Lord Cherwell, Churchill’in bilimsel danışmanı) onu Oxford’a kazanmak için İtalya’ya geldiğinde, Born Cambridge’deki bir görevi kabul etmişti bile.

Ekonomik bunalımın ortasında bile birçok okuldan teklif alacak kadar önde gelen bir bilimadamıydı Born. Onun kadar ünlü olmayanlar için ise gelecek kara bulutlarla örtülüydü. Duruma bakan Einstein, Born’a şunu yazmıştı: “Gençleri düşündükçe yüreğim sızlıyor.”

Richard Courant (1888-1972).

Sessiz protesto: Richard Courant

Franck istifasını alenen vermiş, Born da sessizce göç etmişti. Ama her iki durumda da sonuç esasta aynıydı: her iki adam da bir ölçüde Nazilerin oyununa gelmiş ve kendilerini sahneden çekmişlerdi. Öte yandan Courant çetin bir mücadele vermeden işinden ayrılmamaya kararlıydı. Dostlarının, öğrencilerinin ve meslektaşlarının çoğu tarafından destekleniyordu. Kitaplarını yayımlayan Ferdinand Springer, Courant’ın sabretme niyetini hemen onaylamıştı.

Adı gazetede göründükten iki sün sonra, yani 28 Nisan 1933’te, Courant eski asistanı

Hellmuth Kneser’e bir mektup yazdı. Bu çok anlamlı belge açıkça ortaya koyuyordu ki, Courant neler olup bittiğini ve bunların nedenlerini anlamaya çalışırken hâlâ şaşkın bir durumdaydı. Franck’ın istifasıyla ilişkili olarak şunları söylüyordu:

“Ben tatilden dönmeden önce Franck istifa etmesi gerektiği sonucuna varmıştı kesinlikle. Neugebauer [Courant’ın başasistanı] ve ben, ayrıca diğer dostları, onu tekrar tekrar caydırmaya ve istifasını erteletmeye çalıştık. Sanırım Paskalya Tatili’nin pazar günüydü, Franck bizim isteklerimize rağmen kararını vermişti. Biz, yani Born ve ben, kısa bir sure, Franck’ı izlememizin vicdanen gerekip gerekmediğini düşündük. Ancak, onu izlemek yerine, kalmaya ve kurumlarımızı bütün gücümüzle savunmaya karar verdik.

“Bu olayın bütünüyle çarpıtılmış bir öyküsü dedikodularla ve bir sürü saçmalıkla birlikte çevreye yayılmıştı. Örneğin, Franck’ın istifasının birlikte varılan bir sabotaj kararının sonucu olduğu ve Franck’ı taktik nedenlerle yalnız başına öne sürdüğümüz söyleniyordu. Bu gülünç, garip öykü Göttingenli oldukça küçük bir grubu harekete geçirdi. Bunlar, Franck’ın istifasına karşı çıkan ve üniversitenin vakit geçirilmeden temizlenmesini isteyen bir bildiri yayınladılar. Bizim zorla ayrılmamız bu bildirinin yayınlanmasının ertesi günü oldu.

“Anlattığım bu durumun bakanlıkça atılan adımları çocuklaştırdığını anlayabiliyorum.”

Courant öğrencileriyle bir deney sırasında.

Courant’ın enstitüsünün üyeleri topluca istifa gibi bir imkânın doğduğunu hatırlamaktadırlar. Otto Neugebauer’e göre toplu bir eylem Franck’ın evinde yapılan tartışmalar sırasında Franck, Born, Courant ve Weyl tarafından düşünülmüştü (Weyl Yahudi değildi, ama karısı Yahudi’ydi). Böyle dramatik bir eylem ünlü “Göttingen Yedilisi”nin anısını canlandırabilirdi. Bunlar 19. yüzyılda, akademik ayrıcalıkları devlete karşı savunan bir grup profesördüler. Tartışmalara doğrudan katılmamış olan Herbert Busemann’a göre, toplu istifanın gerçekleşmemesinin bir nedeni, bu hareketin başını çekenlerin, protestolarının odak noktasında özgül tek bir eylemin olması konusunda anlaşamamalarıydı. Bu kararsızlık Nazilerin yasal görünme taktiklerinin vahim sonuçlarından biriydi. Naziler, muhalefeti hem yasadışı ve hem de ahlaken yanlış bir role girmeye zorluyorlar ve Göttingenli profesörler arasında birliği imkânsız hale getiriyorlardı. Ve Nazilerin kararlılığı karşısında bir araya gelememek tam anlamıyla bir felaketti.

Courant’daki tersi izlenime rağmen, Born ile Courant’ın işten uzaklaştırılmasında Franck’ın istifasının doğrudan rolü olduğu savı kuşkulu görünmektedir. Bu istifa, olsa olsa, zaten planlanmış olan hareketleri ateşlemiş olabilirdi. Kurt Daluege’ye (Nazilerin atadığı Prusya polis bakanı), Mart’ın 12’sinde Yahudi kökenli profesörlerin bir listesi verilmişti bile. Bu, muhtemelen, Göttingen’de 25 Nisan tarihli işten çıkarma duyurusunun da esasını oluşturuyordu. Listede Born, Courant ve Noether vardı, ama Franck yoktu. Nazilerin onu yerinde tutmaya niyetli oldukları açıkça anlaşılıyordu.

Courant, Kneser’e yazdığı 28 Nisan tarihli mektupta henüz durumuna ilişkin yazılı resmi bir bilgi edinmediğini söylüyordu. Ancak savaşa etkin biçimde katılan ve cephede ciddi biçimde yaralanan bir topçu subayı olarak Devlet Memurları Yasası’ndan olumsuz etkileneceğini gösteren bir nedeni olmadığını da ekliyordu. Belki ona karşı bazı politik suçlamalar yöneltilebilirdi, çünkü savaştan sonra, kısa bir sure, Göttingen’de Sosyal Demokrat partiden belediye meclis üyeliği yapmıştı. Ama görüşleri gerçekte Marksizmle hiç uyuşmuyordu ve kısa süre sonra da partiden ayrılmıştı. Belki de ona yöneltilen suçlamalar savaşın hemen sonunda, küçük müfrezesinin üyelerince bir asker konseyine (Rus Devrimi’ndekilere benzer bir model) seçilmiş olmasıyla ilgiliydi. Ama yaptığı iş yalnızca adamlarının terhis işlemlerini düzenli bir biçimde yürütmek olmuştu.

“Son aylarda” diye devam ediyordu Courant, “bu konular geçmişime ilişkin tümüyle çarpıtılmış söylentiler çıkarmak amacıyla eşelenmekteydi.” Buna ek olarak, Göttingenli birçok grup temel bilim fakültesinden -özellikle de matematik enstitüsünden- “tamamen içgüdüsel” nedenlerle tiksiniyorlardı. Öte yandan, Courant’ın matematik ve fizik enstitülerini yabancı parayla oldukça göze çarpan biçimde genişletmesi de çevrede kıskançlık yaratıyordu. Bu tür davranışları ve uydurulan masalları göğüslemek ve geriletmek güçtü. “Bir söylenti ortamı yaratılmıştı” diyerek şöyle devam ediyordu Courant: “birtakım iddialar hiçbir zaman açıkça, yüzümüze karşı ifade edilmiyor, her şey ‘Marksizmin Kalesi’ ibaresinde özetleniyordu.”

Ne yapacaktı Courant? Acılara yenilmemesi gerektiğini biliyordu. Kalabildiği sürece kalmalı, bilimsel çalışmalarını sürdürmeye çaba göstermeliydi. Kendisine yönelik suçlamalara -bunlar her neyse- cevap vermek için kendisine bir şans tanınacağına hâlâ inancı vardı.

Olaylar hızla gelişti ve hemen ertesi gün, yani 29 Nisan’da, Courant, Kneser’e yine yazdı. Alman Öğrenci Birliği Landau’yu ve Hilbert’in Yahudi asistanı Paul Bernays’ı ders vermekten alıkoymakla kalmamış, yürüttüğü kampanyayı komünist olmakla suçlanan Neugebauer’i de içine alacak biçimde genişletmişti. Boykot yapacağı tehdidini savuruyordu öğrenci birliği. Courant, bu tehdit savuşturulsa bile, Neugebauer’in enstitünün yöneticiliğini bırakmasından korkuyordu. Weyl, Neugebauer’in yerine geçmeye eğilimli görünmüyordu. Böylece geriye yalnızca uygulamalı matematik profesörü Gustav Herglotz kalıyordu. Enstitü’nün içinde kişisel çekişme ve sürtüşmeler giderek büyümekteydi. Söylentiler de katlanarak artıyordu. Courant şimdi, devrim sırasında elinde kızıl bayrakla yürüyüşe katılmakla, savaşın sonunda ülkesine askerleri silahsızlandırmakla ve Bağımsız Sosyalist partinin üyesi olmakla suçlanmaktaydı. Geçen onlarca yılın tüm eseri darmadağın olmuştu. Courant acıyla şu gözlemi yapmaktaydı: “Kendimi düşündüğüm için değil, ama çok korkuyorum. Dönüşü olmayan şeyler oluyor.”

2 Mayıs’ta Courant, İleri Araştırmalar Enstitüsü’nde Abraham Flexner’e, Göttingen Enstitüsü’nün geleceği için duyduğu korkuları dile getiren bir mektup yolladı. Neugebauer kendisine yol veren yazıyı almıştı bile. Bunu bakanlık değil de dekanlık vermişti. Courant kendisi ve asistanı için Amerika’da bir yer bulabilirdi belki de? Bu arada her ikisi de bilimsel çalışmalarını sürdürmeye çabalıyorlardı.

Başka ne yapılabilirdi? 5 Mayıs’ta gönderilen resmi yazılı duyuruda bile Courant’ın görevden alınmasının nedenleri açıklanmıyordu. Yalnızca 7 Nisan yasası uyarınca 2 Mayıs’tan geçerli olmak üzere izinli sayıldığı, bu izinin üniversite ile ilgili her tür etkinliği kapsadığı ve daha ileriki bir duyuruya kadar ücretinin ödeneceği bildiriliyordu.

Kneser, Prusya Eğitim Bakanlığı’na bağlı bilim bölümünün başkanı, matematikçi Theodor Vahlen ile konuşurken, Vahlen’in Courant’ın her şeyden önce bir Siyonist olduğuna ilişkin bir izlenim taşıdığını görmüş ve korkmuştu. Bu da bir başka söylentiydi. Courant’ın eski öğrencilerinden bazıları bu tür belaların savuşturulmasına yardımcı olmak için, kendi girişimleriyle, bakanlığa mektup yazmaya çalıştılar. Onun enstitüsünde özellikle Yahudileri tercih etmediğini (bu da başka bir suçlamaydı), son derece yurtsever olduğunu, zor zamanlarda Almanya’ya maddi yararlar sağladığını ve daha başka şeyleri özellikle belirtiyorlardı.

Diğer bazıları, özellikle Neugebauer ve o sırada Brunswick Teknoloji Enstitüsü’nde bulunan Kurt Friedricks, Courant için bir dilekçe vermeyi kararlaştırdılar. Dilekçenin metninde, Courant’ın Göttingen ve Almanya için sağladığı maddi yararlar, onun bilimadamı olarak saygınlığı, hoca olarak gösterdiği olağanüstü başarı ve Göttingen’deki söylentiler karşısında açıkça meydan okuma tutumuna girerek kendisini alçaltmayı reddedişindeki doğruluk vurgulanıyordu. Bu sonuncusu önemliydi, çünkü “Eski Prusya devlet memurluğu yasasına gerçekten bağlı olan bir memur, kendisini dışarıdan gelen söylentilere ve yapılan suçlamalara karşı sözle değil davranışlarındaki ölçülülükle savunmalıydı.” Dilekçeyi imzalayanlar arasında Berlin’den Planck, von Laue ve Schrödinger; Münih’ten Sommerfeld; Leipzig’ten Heisenberg ve Hund ile eski asistanları ve meslektaşları Emil Artin, Erich Bessel-Hagen, Franz Rellich ve Helmut Hasse vardı. Toplam imza sayısı 28’di. Dilekçe Haziran’ın ortasında teslim edildi. Belgeyi mütevelli heyet başkanına vermesi istenen kişinin bir temel bilimci ya da matematikçi değil de Göttingenli aerodinamik uzmanı Ludwig Prandtl olması önem taşıyordu.

Aerodinamik uzmanı Ludwig Prandtl (1875-1953).

Prandtl’ın Uygulamalı Mekanik Enstitüsü, ünlü rüzgâr tüneliyle, Bunsen Caddesi’ndeki matematik ve fizik enstitülerinden oldukça farklıydı. Bu temel bilim enstitülerinde Prandtl’ın enstitüsünden hiç hoşlanmayanlar vardı. Oysa herkes Prandtl’ın aerodinamikte ve akışkanlar mekaniğinde yaptığı öncü çalışmaların öneminin farkındaydı. Örneğin Courant, Landau’ya ilişkin olarak anlattığı bir öyküde, onun çok az da olsa uygulama yönü bulunan her şeye karşı değişmez bir hoşnutsuzluğu olduğunu söyler. Prandtl bir defasında yağ ve petrolün bazı mühendislik problemlerindeki işlevleri üzerine bir makale yazmıştı. Landau daima karışık işlerden özenle sakınır ve ona uygulamayı hatırlatan bir şey söylendiğinde, cevabı “Aman, Schmieröll” (yağ!) olurdu. Ama şimdi ve 3. Reich boyunca, kuramcıların bu pratik işlerde çalışan adamların desteğine dehşetli ihtiyaçları vardı.

Courant’ın dilekçesini daha teslim etmeden önce, Prandtl mütevelli heyet başkanıyla Göttingenli bilimadamlarının işten uzaklaştırılmaları konusunu resmen konuşmuştu. Kendi enstitüsünde de Nasyonal Sosyalistlerle karşı karşıya gelmişti. 1934’te onun için yazılan politik bir raporda, birlikte çalıştığı kişilerden birine sırf Nazi ve anti-semitik görüşlere sahip olduğu için kötü davranmakla kalmadığı, bir Yahudi’yi 1933 yılı Nisan ayında, onunla aynı niteliklere sahip Nasyonal Sosyalist bir aday daha olduğu halde asistanlığa getirdiği iddia ediliyordu. Ancak en önde gelen Nazi liderleri havacılığın öneminin farkındaydılar ve Prandtl da bu alanda çok yetkiliydi. Göttingen’deki konumu oldukça kuvvetliydi. Göttingen Tageblatt’ta Haziran 1933’te yazılan bir makalede Prandtl’ın 1922’de Münih’e gitmesi için yapılan çağrıyı kabul etmemesinin ne büyük şans olduğu yorumu yer alıyordu. Sonunda, 1934 tarihli politik raporu kaleme alanlar geri çekilmek zorunda kaldılar. Oysa raporda Prandtl’a yöneltilen suçlamalar tartışma götürmez değildi.

Prandtl’ın çabaları bile boşa gitmişti. Prandtl, Friedrichs ve Kneser’in doğrudan Berlin’e yazarak, Courant’ın yanında olduklarının bilinmesini istemeleri de bir yarar sağlamadı. Her ne kadar Courant’ın eski asistanları yaz boyunca, çıkan söylentileri reddettiklerini söyleyebilecekleri birini aramaya devam ettilerse de Courant mücadeleden yorulmaya başlamıştı. Yurtdışından gelen önerileri önce geri çevirdi. Bu davranışını mütevelli heyet başkanına, işten atılan bir Alman profesör bahane edilerek herhangi bir politik gösteri yapılmasını istemediği biçiminde açıklıyordu. Her şey, dilekçe yazmak bile, sessizce ve usulüne uygun yapılmalıydı. Friedrichs şunları hatırlamaktadır:

“Dilekçe sunulduğu zaman -Courant’ın kendisi de dahil- onunla ilgili olan herkes, eğer görevine geri getirilirse Courant’ın ülkede kalacağını umuyordu. Oysa o, göreve iadesinin hiçbir anlam taşımadığını, çünkü Yahudi olduğu için önünde sonunda Almanya’yı terk edeceğini anlamaya başlamıştı.”

Caurant bir keresinde içinde bir şeylerin değiştiğini şu dokunaklı sözlerle anlatmıştı: “Şimdi göç etmekten başka anlamlı hiçbir şeyin olmadığını gördüm. En küçük oğlum, neden Hitler’in gençleri arasında kendisinin de olamadığını anlayabilmiş görünmüyor.” 1933 yılı Ağustos ayı sonunda Courant Cambridge’deki bir görevi kabul etti. İlk olarak 1931’de ekonomik bunalım sırasında markın Almanya dışına akışını önlemek için konulan göç vergisinden kurtulmak amacıyla, yazışma kâğıtları üzerinde türlü yollar denedi, öyle ki “izinde olduğu” sürede “Alman çıkarları için” yurtdışında çalışıyor kabul edilecekti. Böylece parasının ve mallarının bir kısmını koruyabilmeyi umuyordu. 20 Ekim’de Courant’a Devlet Memurluğu Yasası’ndan etkilenmeyeceği duyurulunca durum karıştı. İzinli statüsü kaldırıldı. O sırada Courant İngiltere’ye gitmek üzere toparlanıyordu ve bu kez, Kasım’ın ilk haftası içinde bir gün gemiye binebilmek için alelacele gönüllü izine başvurması gerekiyordu.

Born’un izinli statüsü de tam Cambridge’e gitmek üzere olduğu bir sırada kaldırıldı. Açıkça görülüyordu ki hükümetin politikası, Devlet Memurluğu Yasası’ndan etkilenecek durumda olan herkesi önce izinli saymak, bundan muaf tutulacakları daha sonra ayırmaktı. Ancak o sırada Born gibi birçok kişi gitmişti bile ya da Courant gibi gitmeye hazırlanıyordu. Böyle bir göç baştan beri Nazilerin amaçladığı bir şey olarak görünüyordu. Bu nedenle Courant’ın değerlendirmesi doğruydu. Ancak, görevde kalabilmek onun düşündüğünden inanılmaz derecede daha zordu. Bürokrasinin sessiz, anlaşılmaz işleyişi katlanılmaz bir dert haline gelmişti. Açıkça istifa etmek belki de en etkili eylem biçimiydi.

Prandtl bir deney gerçekleştirirken (1904).

Nazi devriminin yasallığı yaygın kabul gördüğü için, devlet hizmetinde bulunanların protestoları kendi kendilerini mahkûm eder bir nitelik taşıyordu. İnsanlar yasaların gayrimeşruluğuna karşı çıkmak gibi çelişkili bir konuma düşüyorlardı. Bu kavram Anglo-Saxon ülkelerinde bir anlam ifade edebilirdi, ama Almanya’da bu mümkün değildi. İşten uzaklaştırma politikasının uygulanmasında anahtar kişiler bizzat devlet memurlarının kendileriydi. Örneğin, Göttingen mütevellisinin başındaki kişi bunlardan biriydi. Onunla Franck, Born ve Courant arasındaki yazışmalar şu izlenimi açıkça vermektedir: Mütevelli heyetinin başkanı duygusal olarak atılanların yanındaydı ve onların iyiliğini de istiyordu. Bununla birlikte mesleki kaygılarını her zaman koruyor ve Nazilerin yanında nasyonal sosyalist devrime hizmet ediyordu. “Alman orta sınıfının bize hizmet etmeyi ve kafalarını emrimize vermeyi reddedeceklerine mi inanıyorsunuz?” dememiş miydi Hitler 1931’de, haklıydı!

Franck’ın Born’un ve Courant’ın yokluğu Göttingen için bir felaketti. Ancak bu maliyet çok ağır da olsa, orada bitmiyordu. Enstitülerde çalışan pek çok kişi daha görevlerinden alındılar. Diğer bazıları ise kendi istekleriyle ayrılmışlardı. Yöneticinin rolü yaşamsal olduğundan, personelin bir kısmı yerinde kaldığı halde başsız enstitülerde çok az iş çıkarılabiliyordu. Ve tüm işten çıkarma süreci müthiş bir umutsuzluk yaratmıştı. Born’un asistanı Lothar Nordheim’a göre işten çıkarılanlar Almanya’yı terk etmek zorunda kalacaklardı ve bunların ana kaygıları da bunu nasıl yapacaklarıydı. “Özgürlüğün sonu ve 1920’ler Almanya’sında yaşanan entelektüel ve sanatsal canlılığın bitişi ile doğan umutsuzluk bununla iç içe yaşanıyordu” der Nordheim. “Güzel Yıllar”ın sonu gelmişti.

ALBERT EINSTEIN VE FRITZ HABER

1933’te Göttingen’de olanlar, Nasyonal Sosyalistlerin Almanya’nın her yanındaki üniversitelerde ve teknoloji enstitülerinde giriştikleri tasfiye hareketinin hayata geçirilen bir örneğiydi. Bunun yanı sıra, gelişmelerden diğer akademik enstitüler de etkilenmekten kurtulamadı. Berlin’de, beyin göçüne katılan bilimadamları arasında en ünlüleri Prusya Bilimler Akademisi’nden dışlanan Albert ile Kaiser Wilhelm Araştırma Enstitüsü’nden istifa eden Fritz Haber’di.

Fritz Haber ve Albert Einstein.

1935’e gelindiğinde her beş bilimadamından biri işinden edilmişti. Bu oran fizikçiler arasında daha büyüktü ve her dört kişiden birini buluyordu. Araştırmacıları görevlerinden uzaklaşmaya zorlayan devlet baskısı savaşın ilanına kadar sürdü. Bununla, birlikte, 1930’ların ortalarında ve sonlarında yaşanan göç, 1933’teki selin yanında bir damla gibi kalıyordu. Avusturya’nın ilhakı, 1938’de, hem bizzat Avusturya’dan hem de Avusturyalı Yahudilerin çalışmalarını sürdürebildikleri Almanya’dan yeni bir göç dalgası başlatmıştı. Alman akademik yaşamını terke zorlanan bilimadamlarının sayıları kadar önemli olan bir başka nokta da çok yüksek nitelikleriydi.

Einstein, Newton çapındaydı ama…

Prusya Bilimler Akademisi’nin Einstein’ın istifasından üzüntü duymak için bir neden bulamadığını duyuran 1 Nisan 1933 tarihli basın açıklamasını takiben, fizikçilerle Akademinin temsilcileri arasında sert yazışmalar yapıldı. Bazı üyeler güçlü biçimde Einstein’ı desteklediler. Berlin Üniversitesi’nde fizik emeritus profesörü olan Walther Nernst alaylı bir ifadeyle; Akademi üyeliği için hem büyük bir matematikçi hem de milliyetçi eğilimler taşıyan bir Alman olmanın gerekliliği için hiçbir neden bulunmadığını söylemişti. Maupertuis, d’Alembert ve Voltaire akademiye üyeydiler ve üstelik de Fransız’dılar. Max von Laue Nisan’da, 1 Nisan tarihli duyuru konusunda Akademi’nin matematik-fizik bölümünden tek bir kişiye bile danışılmadığını belirterek bir karşı çıkış yaptı. Ancak, von Laue’nin konuşmasını yaptığı oturumda, sekretaryanın girişimi onaylandı.

Sonunda, Mayıs başında, Planck İtalya’dan tatilden döndü. Einstein’ın kitaplarının diğerleriyle birlikte “Almanlık ruhuna karşı” oldukları için açıkça yakıldıkları günden bir gün sonraki, yani 11 Mayıs tarihli Akademi oturumunda, Planck, Einstein’ın büyüklüğünü Kepler ve Newton’unkiyle karşılaştırmaktan çekinmemişti. Gelecek kuşakların, Akademi’deki arkadaşlarının büyük düşünürün bilimsel önemini kavrayamadığını düşünmemeleri gereğinin önemine değindi. Ancak 1933 yılının ilkbaharı boyunca Planck, dikkati çeker biçimde, birbirleriyle çatışanların tepkilerini denetim altına almaya ve tarafları uzlaştırmaya çalıştı. Bu nedenle, Einstein’ın büyüklüğüne ilişkin olarak söylediklerini, Einstein’ın politik çıkışlarıyla Akademi’nin kendisini kazanmasını imkânsız hale getirdiğini belirterek dengeliyordu.

Bununla birlikte Alman fizikçilerinin önderi, Akademi’nin sorumluluklarının neler olduğu konusunda hiç de yanılgı içinde değildi. Daha İtalya’dan dönmeden önce Planck şunları yazmıştı: “Einstein sorunu Akademi’nin tarihinde zafer sayfaları arasında yer almayacaktır.”

Einstein, Amerikan vatandaşlığına kabul edilirken (1940).

Bir devlet kurumu olan Prusya Akademisi’nin “gönüllü” istifaları kabul ederek ve yeni Yahudi üyelerin seçilmesini önleyerek anti-semitik yaptırımları yerine getirmesi gerekiyordu. Einstein istifa etmeseydi, hiç kuşku yok ki, Devlet Memurları Yasası’nın “politik olarak güvenilmez” nitelemesi esas alınarak atılacaktı. Aslında, Akademi’den 7 Nisan’da Einstein’a gönderilen bir notta, kendisinin yalnızca yeni Alman devletinin değil bir bütün olarak Alman ulusunun düşmanlarınca kullanılmakta olduğu yazılmıştı. Not şöyle son buluyordu: “Bu, bizim için acı verici bir hayal kırıklığı olmuştur. İstifanızı almamış da olsak, öyle görünüyor ki yollarımız artık ayrılmıştır.”

Haber’in savaş hizmeti vardı ama…

Haber’in durumu oldukça farklıydı. Kimse onu pasifizmle ya da ulusuna sadakatsizlikle suçlamıyordu, çünkü onun 1. Dünya Savaşı sırasındaki enerjik çabaları, gaz bombalarının yapımına ve geliştirilmesine yol açmış, bu yüzden de müttefik kuvvetlerce savaş suçluları arasına konulmuştu. Ayrıca, havadaki azottan amonyak elde etmek için geliştirdiği yöntem savaş mühimmatı için esas olan nitratların elde edilmesinde kullanıldı. Haber’in Berlin-Dahlem’deki Kaiser Wilhelm Fiziksel Kimya ve Elektrokimya Enstitüsü, aslında tamamıyla savaş amaçları yönünde çaba gösteren tek Kaiser Wilhelm Enstitüsüydü. Haber Yahudi’ydi ama 7 Nisan tarihli yasanın kapsamına alınmamıştı. Çünkü hem savaş hizmeti vardı, hem de 1914’ten önce akademide yer edinmişti.

F. Haber’in 1. Dünya Savaşı sırasındaki çalışmaları, gaz bombalarının yapımına yol açmış, bu yüzden de müttefik kuvvetlerce savaş suçluları arasına konulmuştu (fotoğrafta parmağıyla işaret eden kişi Haber).

Kaiser Wilhelm enstitüleri çoğu fonlarını endüstriden ve özel kaynaklardan alıyorlardı. Bununla birlikte enstitülerin kadrolarında bulunanlar çoğu kez üniversitede ders verme ve doktora öğrencisi yetiştirme hakkını (ama genellikle görevini değil) da içeren akademik konumları ellerinde tutuluyorlardı. Bu nedenle az sayıda Kaiser Wilhelm enstitüsü, Devlet Memurları Yasası’ndan doğrudan etkilendi. Ancak Haber’in enstitüsü devletten aldığı fonlarla iş görüyor, kadrodaki elemanlar da devlet memurları konumunda bulunuyorlardı. Buna ek olarak kadronun önemli bir bölümü Yahudi’ydi. O sırada KWG’nin (Kaiser Wilhelm Gesellschaft/Enstitüsü) genel müdürü olan Friedrich Glum bu konuda Haber’e gereken uyarıyı yapmıştı bile. KWG’nin yöneticileri enstitü yöneticilerinin yetkilerine karışmadıklarından Glum yalnızca Haber’e enstitüsündeki Yahudi elemanların yüzdesini azaltmasını önermişti. Genel müdür, öte yandan, bu yönde çok az şey yapılabileceğini, çünkü önyargılar sonucunda üniversitelerin önde gelen Yahudi kimyacıları bile çalıştırmayı reddettiklerine dikkat çekiyordu. Gidecek başka yeri olmayan yetenekli Yahudi araştırmacılar bu nedenle KWG’ye yöneliyorlardı. İşte bu yüzden Haber’in enstitüsü 1933’teki işten çıkarma politikasından ağır biçimde etkilendi.

30 Nisan’da (1 Ekim’den geçerli olmak üzere) Haber, Prusya Eğitim Bakanlığı’na yazdığı bir protesto mektubuyla istifasını verdi. Yetenekli çalışma arkadaşlarının kaybına mal olan işten çıkarma politikalarına karşı çıktı ve Devlet Memurları Yasası önünde ayrıcalıklı bir konuma sahip olmayı da reddetti. Mektubunun sonuç bölümü bakanlıkta öfkeyle karşılanmıştı:

“Bilimsel bir yetkiyle söylemek isterim ki, benim göreneğim, birlikte çalışacağım kişileri seçerken yalnızca mesleki ve kişisel nitelikleri göz önüne almamı ve onların ırk durumlarıyla ilgilenmememi zorunlu kılmaktadır. 65 yaşındaki birinin, yükseköğrenimde geçirdiği son otuz dokuz yıl boyunca onu yönlendirmiş olan düşünce ve davranış biçimini değiştirmesini bekleyemezsiniz. Alman anavatanına yaşamı boyunca hizmet etmekten duyduğu gururun, şimdi emekli olması için ona bu talebi yaptırdığını da anlamalısınız.”

Bir hafta sonra Berlin’deki bir konuşmada Rust, enstitü yöneticilerinin yetkilerinin dokunulmaz olmadığını kızgın bir üslupla ifade ederken, Alman akademik yapısına esas darbeyi indiriyordu. Birkaç gün sonra Haber istifasının kabul edildiği haberini aldı.

‘Birkaç yıl bilimsiz yaparız’

Planck’ın KWG’nin başkanı sıfatıyla Hitler’i ziyaret etmesinden sonra durum daha da ciddileşti. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra Planck, Hitler ile yaptığı konuşma sırasında Haber için bir-iki şey söylemeye çalıştığını ifade etmiştir. 1931’de Breiting ile yaptığı söyleşideki cevabını hatırlatırcasına Hitler, Planck’a şunları söylemişti: “Yahudilere sırf Yahudi oldukları için hiçbir biçimde karşı değilim Ama Yahudilerin hepsi komünist ve bunlar da benim düşmanlarım.” Planck, Yahudiler arasında ayrımlar yapma gerektiği yolundaki görüşünü söyleyince Hitler’in buna karşılığı şu olmuştu: “Bu doğru değil. Yahudi Yahudi’dir. Bütün Yahudiler kene gibi birbirlerine yapışırlar. Bir yerde bir Yahudi varsa diğer bütün Yahudiler hemen orada toplanırlar.” Yahudiler bizzat kendileri aralarında ayrımlar yapmış olmalıydılar. Mademki böyle bir şey yoktu ortada, o halde hepsinin üzerine ayrım gözetilmeden gidilmeliydi. Planck bir şeyler daha anlatmaya çalışırken, Hitler aniden konuyu değiştirdi ve sesini gitgide yükselterek öfkelendi. Saygın bilimadamı “Benim için susmaktan ve çekip gitmekten başka yapacak bir şey kalmamıştı” diyecekti.7

Hitler: “Yahudilerin hepsi komünist ve bunlar da benim düşmanlarım.”

Hitler Yahudiler arasında ayrım gözetmediği için, işten çıkarmalar konusunda ona ulaşmak imkânsızdı. Karl Schleunes’in belirttiği gibi, Nazi hiyerarşisi “Yahudi” ile Nazi propagandasının ona verdiği biçimde uğraşma eğilimi gösteriyordu. Görünüş bakımından Einstein ve Haber kadar zıt olan Yahudiler bile aralarında ayrım gözetilmez bir düşmanlar topluluğunun üyeleri olarak aynı kefeye konuluyorlardı.

1930’ların ortalarında Hitler’in artık Planck ile yaptığı konuşmadan daha da dobra bir dil kullanıyor olması hiç kimseye şaşırtıcı gelmiyordu. Örneğin, şunları söylediğine inanılmaktaydı:

“Ulusal politikamızda, bilimadamları için bile olsa, bir yeniden düzenleme ya da değişiklik yapılamaz. Eğer Yahudi bilimadamlarının işten atılması çağdaş Alman biliminin yok olması anlamına gelecekse, o halde biz de birkaç yıl bilimsiz yapacağız demektir!”

MAX PLANCK VE WERNER HEISENBERG

Alman fizikçilerinin büyük çoğunluğu ne REB (Reich Eğitim Bakanlığı) içindeki ne de bakanlıkla ideologlar arasındaki çatışmalarda yer alıyorlardı. Yine de akademik yaşamdaki karışıklıkların ve gerilimlerin yansımaları bilimadamlarını çok fazla etkiliyordu. Onların başlangıçtaki uysallıkları ve olayları kabullenen tutumları kısa süre sonra yönetimden sessizce soğumaya dönüştü. Dahası, uluslararası bilim ortamından artan ölçüde yalıtıldılar. İçeride soğuma ve yabancılaşma, uluslararası planda da yalıtılma biçimindeki bu ikili etki, Almanya’da kalan bilimadamlarını kuşatan sorunları yoğunlaştırıyordu.

Max Planck Nazilerin iktidar sorumlulukları altında akıllarını başlarına toplayacaklarına inanıyordu.

Mayıs 1933’te KWG’nin önünde yaptığı konuşmada Frick, bilimsel düşüncede bulunduğunu ve araştırmacının tüm varlığını oluşturduğunu iddia ettiği “bağımsız bir şey”den söz etmişti. Gerçekten de bir bilimadamının, özellikle de yetenekli ve kendini çalışmalarına adamış bir bilimadamının kendi çalışmalarını gerçekten önemli ve kalıcı bulan, öte yandan da bilimsel dünyanın dışında olup bitenlerle çok daha az ilgilenen bir tutum içinde olduğu bilinir. Weimar döneminde pek çok bilimadamı diğer mesleklerde çalışanlar gibi yaklaşmakta olan politik karışıklık karşısında hemen hemen umursamazdılar. Werner Heisenberg anılarında 1930’ların başındaki politik havayı anlamaya çalışmaktaki isteksizliğinin (pek çok meslektaşında olduğu gibi) nereden kaynaklandığını araştırmıştı:

“‘Atom fiziğinin altın çağı’ şimdi hızla sonuna yaklaşıyordu. Almanya’da politik huzursuzluk artıyordu. Sağın ve solun radikal grupları caddelerde gösteriler yapıyor, kentin fakir semtlerinin arka mahallelerinde birbirleriyle vuruşuyor ve açık toplantılarda karşılıklı ajitasyon yapıyorlardı. Huzursuzluk ve onunla birlikte de endişe, hemen hemen fark edilmez biçimde üniversite yaşamına ve fakülte toplantılarına yayılıyordu. Bir süre, tehlikeyi kendimden uzak tutmaya ve caddelerdeki olayları göz ardı etmeye çalıştım. Ama gerçek, sonuçta arzularımızdan daha güçlüdür…”

İktidar sorumluluğunun Nazileri yola getireceği hayali

Bu hayal dünyasında yaşayan bir başka önemli kişi de kuantum devrimini başlatan Max Planck’tı. Başka birçok kişiyle birlikte Max Planck da, açıkça, Nazilerin iktidar sorumlulukları altında akıllarını başlarına toplayacaklarına ve koalisyon ortakları muhafazakârlarca hizaya getirileceklerine inanıyordu. İlk aylardaki talihsiz aşırılıklar kısa sürede geçip gidecekti. Planck’ın seçkin meslektaşlarından birinin gelecek için duyduğu korkulardan söz etmesi üzerine, Planck’ın cevabının şu olduğu söylenmiştir:

“Ah, aziz meslektaşım, aşırı şeyler düşünüyorsunuz. Eğer şu anda üniversite ortamı sizi memnun etmiyorsa, bir yıllık bir izin alın. Yurtdışına şöyle güzel bir araştırma gezisi yapın. Döndüğünüzde, şu anda yaşanan tesadüfî tatsız olayların yok olduğunu göreceksiniz.”

Max Planck ve Albert Einstein.

Bu görüş, Nazilerin büyük amaçlarının çoğuna sempati duyanlar arasında yaygındı. Bu amaçlar şunlardı: Versailles antlaşmasının getirdiği yüke bir son verilmesi, ortak çıkarlar için kişisel isteklerden vazgeçilmesinde özveri gösterilmesi, milyonlarca işsize iş bulunması vb. Mandarin inancı taşıyan Alman akademi üyelerinin, bilimi politikanın üstünde ve dolayısıyla onun ulaşamayacağı bir yerde görmeleri de oldukça dikkat çekiciydi.

Olayların gelecekte izleyeceği gelişmeyi göremeyen Planck ve onunla birlikte olanlar, 1933 yazının sonlarına doğru yanıldıklarını anladılar. Bir kısım yetenekli insanlar işten çıkarmalar sonuçlanmadan ülkeyi terk etmeye başlamışlardı. Planck’ın Haber konusunda Hitler ile yaptığı tatsız konuşma bu dönemde olmuştu. Yine de Planck hâlâ çatışmayı önlemekten yanaydı. Meslektaşları dilekçe yazmak türünden protesto biçimleri önerdiklerinde onları caydırmaya çalışmıştı. Yazın sonunda tatilini geçirmek için Tirol’a gelen Planck’ı ziyaret ettiğinde Max Born şuna dikkat çekiyordu:

“Devlete hizmet ve hükümete bağlılık biçimindeki Prusya geleneği onda derinden yer etmişti. Sanırım, şiddetin ve baskının zamanla azalacağına ve her şeyin normale döneceğine inanıyordu. Geri dönmesi imkânsız bir sürecin geliştiğini görmüyordu.”

Heisenberg: ‘Bilim adına ülkede kalalım’

Heisenberg, anılarında, başkaları göçe zorlanırken Almanya’da kalan bilimadamlarının tereddütlerini anlatmaya çalışmıştı. Onun için yurtdışına göçenleri izlemekle, yerinde kalıp yapılabileceklerin en iyisini yapmaya çalışmak arasındaki seçim belirsiz değildi. “Almanya’da yaşama imkânları zorla ellerinden alınan ve dolayısıyla yurdumuzdan ayrılmak zorunda olduklarını bilen arkadaşlarıma neredeyse gıpta ediyordum” diye yazar.

Heisenberg’e göre kalmanın gerekliliği yönünde ileri sürülenler daha ikna ediciydi.

Heisenberg’in bu soruna ilişkin görüşleri 1933 yazında Planck ile arasında geçen bir konuşmada bulunabilir. Ancak ana gerekçeler tüm Nazi dönemi için geçerlidir ve bunlar Heisenberg’in Planck dışında başkalarıyla yaptığı konuşmaları da yansıtır. Ahlaki tepki temelinde, protesto, istifa ve göç yönünde ileri sürülen gerekçeler ve yönetimin politikalarına karşı yapılacak bir gösteriden iyi bir şeyler elde edilebileceği umudu Heisenberg’e inandırıcı gelmiyordu.

Kalmanın gerekliliği yönünde ileri sürülenler daha ikna ediciydi. Heisenberg’in değerlendirmelerinden şöyle bir izlenime kapılmak mümkündür: Heisenberg’in (ya da Planck’ın) inancını taşıyan bir kişi için kendi isteğiyle göç etmek cesur bir protesto eyleminden çok görevden kaçmak demekti. Onların kaygısı, Nazilerin yol açtıklarının ötesindeki kayıpları artık kaldırması mümkün olmayan Alman biliminin durumuydu. Heisenberg, Planck’a 1933 yılında olanlara ilişkin pragmatik görüşler sunmaktaydı: İstifalar yönetimin bazı uygulamalardan vazgeçmesini sağlayamazdı; hatta bunlardan halkın haberi bile olmaz, gereksiz yere yurtdışında iş arayanların yer aldığı uzun listeye bir bilimadamının daha eklenmesine yol açardı. Hatta belki de göç eden başka birinin mevcut birkaç işten birini garantilemesini de önleyebilirdi. Geriye bakıldığında, bu gerekçelerin biraz bunu ileri sürenin işine yaradığı görülebilir, ancak bunların pratik olmadıkları söylenemez. Haber’in istifası örneği, Rust’un buna gösterdiği olumsuz tepki ve ardından Haber’in enstitüsünün yağma edilişi açıkça göstermişti ki, işten çıkarmalar karşısında istifa etmek özellikle etkisi olan bir yol değildi. Bunun yanı sıra, sonuç, Nazilerin diğer alanlardaki politikalarına karşı çıkarken gerekli olan enerjinin burada boşuna harcanmasıydı.

Heisenberg için, onun yeniden inşa düşüncesine uygun en inandırıcı gerekçe şuydu: olaylar önlenmesi mümkün olmayan bir biçimde felakete doğru gitmekteydi ve önde gelen bilimadamlarının Almanya’da kalmalarına -bu ahlaki planda tavizler vermeyi gerektirse bile- ve genç kuşakları yetiştirerek geleneksel bilimsel değerleri korumalarına şiddetle ihtiyaç vardı. Başka bir deyişle, “öğrenim”e Rust’un ve Schemm’in anladığı anlamda önem verilmeliydi. Bu, sınıfta ya da laboratuvarda belirli bir değerler bütünü adına liderlik yapmaktı. Naziler için olduğu kadar Planck ve Heisenberg için de üniversiteleri ilgilendiren ana sorun profesör atamalarıydı. Bu konu kişisel saygınlık endişesinin çok ötesinde bir önem kazanmıştı.

Almanya’da kalmaya karar vermek tam Heisenberg’e özgü bir tutumdu. Protesto amacıyla serbestçe istifa etmeyi ya da göçü seçen az sayıdaki bilimadamı hemen hemen hep Yahudi’ydi (örneğin James Franck ve Otto Stern) ya da yabancı ülkede doğmuştu (örneğin Erwin Schrödinger). Diğer mesleki grupların, örneğin ordu mensuplarının yaptığı gibi bilimadamları da Almanya’ya bağlılığı Alman hükümetinin üstündeki bir şeye olan bağlılık olarak anlıyorlardı. Bu tutum 1918’den beri hep geçerli olmuştu. Bilimadamları için Almanya’ya bağlılık Alman biliminin geleneklerini ve kurumlarını benimseme ve bunları koruma çabasıyla aynı şeydi. Bu çabalar, Nazi devletiyle görünürde ya da gerçekte bazı uzlaşmaları gerektirse de bu tutum değişmiyordu.

BOYUN EĞMEYENLERDEN: MAX VON LAUE

Ancak işbirliğini görünüşte bile olsa reddeden birkaç bilimadamı bulunmaktaydı. Bunların arasında en önde gelenler Planck’ın Berlin’den meslektaşları Otto Hahn ile Max von Laue’ydi. Bu iki bilimadamı da Planck kadar derinden Prusya’ya görev duygusuyla doluydular. 1933 yılının ilkbaharında ve yaz başlarında von Laue, zoraki izinleri geçici gören ve fırtına dininceye kadar beklemeyi telkin eden iyimserler arasında göze çarpıyordu. Yazın olayların gelişim yönünü gördü ve tutumunu değiştirdi. 18 Eylül 1933’teki yıllık Fizikçiler Konferansını yönetirken yaptığı konuşmada, Nazi hükümetinin Einstein’a ve görecelik kuramına karşı takındığı tutumu Engizisyon’un Galile karşısındaki tavrıyla karşılaştıran imalarda bulundu. Konuşmasını bitirirken ünlü İtalyan’ın efsanevi sözcükleri döküldü ağzından “ve o hâlâ dönüyor!” ve dinleyicilerin alkışlarıyla selamlandı. Fritz Haber Ocak 1934’te ölünce von Laue yaygın olarak okunan iki saygın bilimsel dergide, eski meslektaşı için, onu öven ve Almanya’nın kaybından duyulan üzüntüyü dile getiren bir başsağlığı yazısı yayımladı. Yaptığı konuşma ve yazdığı yazı von Laue’nin Prusya Eğitim Bakanınca kınanmasına yol açtı.

Von Laue’nin kişisel olarak gerçekleştirdiği eylemler onun genel tutumunun pratik sonuçlarıydı. 1937’de oğlunu Nazi etkisinden uzaklaştırma amacıyla Amerika’ya okumaya gönderdi. Von Laue Almanya’dan ayrılmak ve yeni bir iş bulmak isteyen meslektaşlarının isteklerini yurtdışına iletiyor ya da başka yollarla bir bilgi iletme kanalı gibi çalışıyordu.

W. Nernst, A. Einstein, M. Planck, R. A. Millikan ve Von Laue 11 Kasım 1931’de Berlin’de bir akşam yemeğinde.

‘Sadece Laue’ye selamımı söyleyin’

Almanya’dan göç etmeyen Yahudi meslektaşları için de epey zaman harcadığı açıkça görülüyordu. Bu doğrultuda en dikkati çeken girişimi, Die Naturwissenschaften adlı derginin kurucusu ve yayımcısı Arnold Berliner’i sık sık ziyaret etmesiydi. Berliner, Ağustos 1935’te işinden uzaklaştırılmıştı. Yahudilerin durumu gittikçe kötüleşince Berliner de iyice bir köşeye çekilmişti. Von Laue savaştan sonra şunları yazmıştı: “Sonunda, 1942’de onu, o son göçmeni, apartmanından dışarı atmak istedikleri zaman, bu olaydan çok önce vardığı bir kararı yerine getirdi ve bu yaşamdan ayrıldı.” Berliner’in Berlin’de Yahudi mezarlığındaki cenazesine katılan az kişiden biri de von Laue idi.

Von Laue’nin uzlaşmaya yanaşmayan tutumu Almanya’da olduğu kadar yurtdışında da iyi biliniyordu. Aslında Nazilerle işbirliğini reddeden tavrın sembolü olmuştu. Örneğin, P. P. Ewald, 1930’ların ortalarında Einstein’a yaptığı bir ziyaretin sonunda, ayrılırken, ona Almanya’ya iletmek istediği bir şeyin olup olmadığını sormuş, Einstein da cevap olarak “Laue’ye selamımı söyleyin” demişti. Ewald, başkalarının adlarını da verip selam söyleyecekleri arasına bunları da katıp katmayacağını bilmek istediğinde, Einstein’ın buna cevabı yine basit olmuş, “Laue’ye selamımı söyleyin”i tekrarlamıştı.

Max von Laue savaş boyunca eğilmeden kaldı. 3. Reich’ın çöküşünden sonra, amaçlarına bağlı kalarak, Alman kültürel yaşamının yeniden kuruluşuna katıldı.

Daha sonraki bir özyaşamöyküsünde von Laue Almanya’da bazı nedenlerden ötürü kaldığını belirtmişti. Bunlardan biri yurtdışındaki yerlerden birini buna şiddetle ihtiyacı olan başkaları varken işgal etmeyi istememesiydi. Ama “her şeyden önce, orada kalmak istedim, çünkü ‘3. Reich’ çöker çökmez -ki her zaman bunu bekledim ve umdum- onun enkazı üzerinde yeni bir kültürel yapının yaratılması olanağı doğacaktı.” Bir keresinde Amerika’da, savaşın patlak vermesinden kısa süre önce, Einstein’a şunları söylediği hikâye edilir: “Onlardan öyle çok nefret ediyorum ki, onlara yakın olmalıyım. Geri dönmem gerekiyor.”

Zaman zaman insan, yönetimi böylesine sözünü sakınmadan eleştiren birinin Nazi Almanya’sında kalmasına nasıl izin verildiğine şaşırmadan edemez. Bunun bir ölçüde nedeni hiç kuşku yok ki, von Laue’nin Nobel Ödüllü bir bilimadamı olarak sahip olduğu ündü. Yaşı da ayrıca etmendi, çünkü yaşlı ve tutucu eleştirmenleri göz ardı ederek baskıyı genç öğretim üyeleri üzerinde yoğunlaştırmak Nazilerin genel politikasıydı. Aynı zamanda, fizikçinin orduyla bağları olan tutucu çevrelerde koruyucularının bulunması da kuvvetle muhtemeldi.

‘Laue ayaktaysa her şey yitirilmemiştir’

Von Laue’nin Almanya’da kalmak, ama uzlaşmaya da yanaşmamak biçimindeki kararlılığı, onu Alman profesörleri arasında gerçekten takdir edilen bir istisna durumuna sokmuştu. Ewald’in yazdığı gibi,

“Birçok saygıdeğer bilimadamı önce görünüşte kendilerini yönetimle ‘aynı çizgide göstererek’ ve sonunda da manevi bağımsızlıklarını yitirerek politik baskıya teslim olurlarken, Laue ne tehditlere pabuç bırakıyor, ne de boyun eğiyordu… Laue büyük bir yurtseverdi ve son derece iyi eğitilmiş bunca bilimadamının işinden atılmasıyla Almanya’nın uğradığı kaybın farkındaydı. Ancak insana olan bağlılığı yurtseverlik duygularından daha da güçlüydü.”

Bunun başkaları için ne ifade ettiğini de yine Ewald’dan dinleyelim:

“Daha alt düzeyde olan bizlere, Laue çapındaki bir insanın bizzat varlığı ve dayanıklılığı muazzam bir rahatlık sağlıyordu. Bu, savaş sırasında varlığıyla benzer bir rahatlığı sağlayan Churchill örneğiyle karşılaştırılabilir. O ayakta olduğu sürece, her şeyin yitirilmediğini düşünürsünüz.”

Von Laue savaş boyunca eğilmeden kaldı. Üçüncü Reich’ın çöküşünden sonra, amaçlarına bağlı kalarak, Alman kültürel yaşamının yeniden kuruluşuna katıldı. Nazi karşıtı davalarda tanık olarak bulundu, Alman bilim kurumlarının yeniden canlandırılmasına yardım etti ve İmparatorluk Fizik ve Teknoloji Enstitüsü’nün laboratuvarlarının yeniden kuruluşunda sorumluluk üstlendi. Öte yandan, Alman bilimadamlarının Almanya’da nükleer silah yapımına karşı yürüttükleri muhalefete de katıldı.

BİLİMİNSANLARI NEDEN DAHA BÜYÜK BİR DİRENÇ GÖSTEREMEDİLER?

Can alıcı soru şudur: Bilimadamları Nazilere neden daha büyük bir dirençle karşı çıkmamışlardı? Bilimadamlarına özgü davranış biçiminin onları politika ile ilgilenmekten alıkoyduğunu söylemek yeterli değildir. Mesleki davranış kalıplarının dışına neden çıkamamış, politik eylemlerdeki riskleri neden göze alamamışlardı?

Çoğu bilimci Nazi yönetimini, devlete hizmet etmeye devam ederken birlikte iş yapmaları gereken bir başka hükümet biçimi gibi görüyorlardı.

Savaştan sonra oğluna yazdığı bir mektupta von Laue ülkede kalmış olanların direnişleri sorununu ele almıştı. Özellikle İngilizlerin ve daha şiddetli olarak da Amerikalıların tutumları von Laue’yi altüst etmişti. Bunlar Hitler’e karşı çıkışta Almanların görevlerini hakkıyla yerine getirmediklerini, hâlâ hayatta olmalarının bunu gösterdiğini savunmaktaydılar. Von Laue için bu mantık saçmaydı. Açık protesto intihar etmek demek diyordu, dolayısıyla da yararsızdı. Alman ulusu için eğer bir umut olacaksa, bunu “patlamadan, sessiz olmayı öğren” özdeyişine uygun olarak pragmatik davrananlar sağlayacaktı. Bunun kolay bir şey olmadığını kabul ediyor, bazen kendisi de tedbirsiz davranıyordu. Ancak ülkede kalanlar bakımından vicdanen doğru davranış biçimi buydu. Bu değerlendirmeler uzlaşmaya hiçbir zaman yanaşmayan, her türlüsünü reddeden bir kişiden geldiği için ağırlık taşımaktadır.

Ancak pratik sorunlara önem verilmesi Nazilere karşı çıkmak için gereken gücü tüketiyor ve bilimadamlarını bir gözlemcinin değişiyle “akıllı, basiretli bir uysallığa” doğru götürüyordu. Geniş ölçüde doğru olmakla birlikte bu değerlendirmenin zayıflığı onun, Planck ve Heisenberg gibilerin yargılarının hiçbir şey yapmamalarının mazeretinden biraz daha fazla bir şey olduğunu ima etmesidir. Bu değerlendirmeye göre bu adamların inançları ya çok azdı ya da hiç yoktu. Ama durum böyle değildi. Nasıl politik kahraman olacaklarını bilmiyorlardı bunlar. Hareketleri bizlerin çok sığ bulduğumuz bir dizi standartla tam olarak uyuşuyordu. Kendilerini açıktan açığa Nazilere adasalar mesleklerine ne kadar zarar verirlerse, direnerek de ilkelerini o kadar zedeleyeceklerini düşünüyorlardı.

Bilimadamları -büyük ölçüde kendi tercihleri nedeniyle- Hitler 1933’te iktidara geldiğinde politikanın acemisiydiler. Başlangıçta Nazi yönetimini, devlete hizmet etmeye devam ederken birlikte iş yapmaları gereken bir başka hükümet biçimi gibi görüyorlardı. Devlete hizmetin, hükümete hizmetten farklı olduğu yolundaki temelsiz görüş 1919’dan beri Alman toplumunun geniş kesimlerinde egemendi. Alman akademik ortamı bu kesimlerden biriydi. Aslında şu görüş ileri sürülebilirdi: Bilimadamlarının kendi çalışmalarına ve mesleki zorunluluklara kapanıp kalmaları öyle bir yoğunlukta olmuştu ki bu, Weimar dönemi boyunca yaşanan “içsel göç”ün bir biçimiydi zaten. Dolayısıyla, fizik topluluğunun önderleri olarak Planck, von Laue, Sommerfeld ve Heisenberg’in karşı karşıya kaldığı temel sorun bir algılama sorunuydu.

Yaşlı Planck 1946’da piyano başında.

Hemen hemen aynı önemdeki bir başka gerçek de akademik fizikçilerin hiçbir politik manivela güçlerinin olmamasıydı. Mühendisler, kimyacılar ve hatta sanayici ve teknik fizikçiler (Ludwig Prandtl gibileri) çalışmalarının ekonomik ya da savaşla ilgili önemine dikkat çekebiliyorlardı. Atom fiziği, pratik sorunlardan çok bilimkurguya ya da felsefeye yakın bir konu olarak görünüyordu genellikle. Bu, atom bombasının ve güdümlü füzelerin keşfiyle gölgelenmiş önemli bir gerçektir. Bu gerçek, Hitler’in Planck’a söylediği iddia edilen “o halde biz de birkaç yıl bilimsiz yaparız” sözünü daha anlaşılabilir ve belki de daha inanılır kılmaktadır.

Bu koşullar altında ana seçim, göç etmekle kalmak arasındaydı. Kalanlar için rejimle bir biçimde uyuşmak gerekecekti. Çok kişi için, özellikle de Finkelnburg gibi gençler bakımından bu uyuşma parti ya da hükümetle birlikte çalışırken, kendini onların çizgisine getirmekti. Planck ve Ramsauer gibi özellikle daha yaşlı ve saygın kişiler akıllı bir suskunluk içindeydiler. Pek çok başkaları politikadan uzaklaşıp iç dünyalarına kapanmışlardı. Çok az sayıdaki bazıları ise direnmeyi seçmişlerdi. Hahn ve von Laue’nin rejimle uzlaşmaya gösterişli biçimde karşı çıkışlarında ve Yahudilere dönük kıyımı önlemek için yapabilecekleri her şeyi yapmaya devam edişlerinde bunun örnekleri görülüyordu.

Nazi yetkililerinin çoğulculuğa verdikleri prim, bir ölçüde direnişi mümkün kılsa bile, fizik topluluğu içinde bunun izine rastlanmıyordu. Fizikçilerin politikadaki acemilikleri onları karşı karşıya geldikleri tehlikeleri ve güçlükleri aşırı abartmaya yöneltiyordu (Fritz Haber’i anma toplantısına katılmaktan, bir atom bombası için malzeme ve insan gücü bulmaya kadar bir sürü güçlük sayılabilir). Gerçi belli bazı mesleki çıkarlar hükümeti partiye muhatap kılarak elde ediliyordu, ama şöyle doğru dürüst bir plan olmaksızın fizikçilerinki gibi oldukça birbirine bağlı bir topluluk bile şaşkınlığa düşebiliyordu. Yapılabilecek en iyi şey Alman Fizik Derneği’nin rejimin dümen suyuna girmesini önlemek, nükleer füzyon keşfedildiğinde ve savaşın gidişi Göring ile Speer’in önemli destek vermesini mümkün kıldığında durumdan yararlanmaktı.

Otto Hahn ve von Laue’nin böyle azınlıkta kalmalarının ana nedenlerinden biri çoğu bilimadamının eylemlerini tahmin edilebilir sonuçlara göre yapmaya eğilimli olmasıydı. Kuşku yok ki, bu davranış yalnızca bilimadamlarına özgü değildi. Ancak bunun Hitler’e karşı muhalefeti nasıl etkilediğini fizikçi Leo Szilard şu sözlerle çok güzel anlatır:

“Almanların her zaman yararcı bir bakış açısını benimsediklerine dikkat etmişimdir. Sorarlardı, ‘Pekâlâ, diyelim ki buna karşı çıkacağım, bununla ne yararım dokunacak? Pek bir yararım olacağını sanmam, olsa olsa etki gücüm azalır. O halde neden karşı çıkayım?’ gördüğünüz gibi, işin vicdani, ahlaki yönü ya bütünüyle yoktu ya da çok zayıftı ve düşünülen tek şey ‘eylemimin pratik sonucu ne olur’du. İşte, bu temelde, 1931’de, Hitler’in iktidara, Naziler güçlü oldukları için değil, hiçbir direnişin olmayacağını düşündüğüm için geleceği sonucuna varmıştım.”

Szilard’ın gözlemi işin özüne dokunuyordu. Bilimsel araştırmanın temel ilkesi onun sonuçlarını önceden kestirebilmektir. Ancak çoğu kez bu çaba politikada köstekleyicidir, çünkü bir eylemin sonuçları önceden görülemez. Böyle durumlarda, eylemin temelinde ahlaki, vicdani ve toplumsal sorumluluk bulunmalıdır. Von Laue bu gerçeği zamanla ve tedricen kabul etmişti. Einstein bunu 1944’te Born’a şöyle anlatmıştı:

“Bilimadamlarının istisnalar olmadıklarını (büyük çoğunluğu bakımından) öğrenince şaşırmamalıyız. Eğer bir farklılıkları varsa bu, entelektüel yeteneklerine değil, Laue’de olduğu gibi insani özelliklerine bağlanmalıdır. Onun örneğinde, güçlü bir adalet duygusunun etkisiyle sürünün geleneklerinden kendisini nasıl adım adım sıyırdığını gözlemek özellikle ilginçtir.”

Von Laue’nin uzlaşmaz ve cesur kişiliği onu Almanya’da Ewald, yurtdışında da Einstein ve Born gibi insanların gözünde önemli bir simge yapmıştı.

Von Laue örneğine rağmen, direnme gösterebilen bilimadamlarının böylesine az sayıda oluşunun asıl nedeni, bunların amaçları olan mesleki özerkliğin kapsamında direniş motifinin bulunmayışıydı. Bağımsızlıklarını mesleki temellerde tehdit edebilecek girişimlere karşı durabiliyorlardı, ama sonuçların olumsuz olabileceği tahmin ediliyorsa çok az kişi mesleki alanda yürütülen muhalefetten politik plandakine geçmeye cesaret edebiliyordu.

Hitler rejiminde yaşayan bilimadamlarının çoğu Almanya’da kalmaya karar verdikleri zaman bu gerçeğin vicdani sonuçlarından çekinmekteydiler. Bunların kaygıları çalışmalarının politik önemi olduğunu yadsımaktı. Bu, fizik topluluğunu Lenard ve Stark’a karşı birleştiren ana noktaydı. Savaş sırasında fizikçilerin özerkliklerine yeniden kavuşmaları için Ramsauer ve diğerlerinin gösterdiği çabalar, artık bütünüyle göz ardı edemeyecekleri bir politik gerçeklikten kaçmak ve mesleki çalışmalara sığınmaktı aslında.

Einstein’ın “sadece ona selamımı söyleyin” dediği Max von Laue’nun mezarı.

Dolayısıyla Nasyonal Sosyalizmin Alman fizik topluluğu üzerindeki başlıca etkisi, Hitler rejiminde çalışan bilimadamlarını, yaptıkları çalışmaların politika ile bir ilgisi bulunmadığını daha güçlü biçimde ifade etmeye sürüklemek olmuştu. Aynı zamanda, emeklerinin savaş çabaları bakımından ne kadar önemli olduğunu da daha kuvvetli olarak vurguluyorlardı. Alman fizik topluluğunda iç çelişkiler, Nazi liderlerince değil, atom bombasının Japonya’ya karşı kullanıldığını duyuran haberlerle oluşmuştu. Artık açıktı ki bilimadamları temel bilimin teknolojiden ve politik iktidardan ayrı bir şey olduğunu savunamazlardı.

Son olarak, Hitler rejiminde yaşayan bilimadamları, profesyonel fiziği politikanın istilasından uzak tutan etmenin, onu savunanların gücü değil, ona saldıranların zayıflıkları ve politik ustalıktan yoksun bulunmaları olduğunu anlayamıyorlardı. Verdikleri emeklerin sonucu dünyamızı dönüştürmüş olsa da, bilimadamlarının diğer inanlar gibi aynı baskılara uğradıkları ve aynı zaafları gösterdikleri unutulmamalıdır.

Max Planck’tan zoraki ‘Heil Hitler!’

3. Reich’ın ilk yıllarında saygın bir devlet araştırma kuruluşu olan Kaiser Wilhelm Derneği’nin başkanı ve Alman fizikçilerinin saygıdeğer kıdemlisi Max Planck, Hitler rejimi altında çalışan bilim adamlarının karşı karşıya kaldıkları sorunları gözler önüne seren bir olayın kahramanı olmuştu. Ünlü bir fizikçi olan P. P. Ewald bu olayın öyküsünü şöyle dile getiriyor:

“…Sanırım Stuttgart’da Kaiser Wilhelm Enstitüsü’nün açılışındaydı. Planck, Kaiser Wilhelm Gesellschaft’ın başkanı olarak açılışa gelmişti. Bir konuşma yapması gerekiyordu. 1934 yılı içindeydik. Hepimiz Planck’a bakıyor, açılışta ne yapacağını görmek istiyorduk. Çünkü o sıralarda bu tür açılışlara ‘Heil Hitler!’ ile başlamak resmi bir tutum haline getirilmişti. Planck kürsüde ayakta duruyordu. Elini yarım yukarı kaldırdı ve sonra indirdi. Bunu ikinci bir kez daha yaptı. Sonra, nihayet, eli tamamen kalktı ve ‘Heil Hitler!’ dediği duyuldu. Geriye baktığımda, bunun yapılabilecek tek şey olduğunu görüyorum. Yoksa tüm Kaiser Wilhelm Gesellschaft tehlikeye atılabilirdi.”

Heidegger, Nasyonal Sosyalizmin ortaya çıkışını kendi düşüncelerini doğrulayan, Alman halkına tekrar ruh kazandıracak bir hareket olarak görmüştü başlarda.

Heidegger ve Nazizm

Martin Heidegger (1889-1976) ile Nazizm arasındaki ilişki neredeyse kendi başına bir alan haline gelmiş, çetrefilli bir konu. Bunun temel sebebi, Heidegger’in 1933 yılında Freiburg Üniversitesi rektörü olarak atanmasıyla başlayan resmi Nazi kimliğinin kendi felsefesiyle doğrudan bağlantılı olması. Çok kabaca özetlemek gerekirse, Heidegger felsefesi genelde moderniteyle bir hesaplaşmadır ama özelde Alman felsefesinin köklerine çok derinden bağlı, Almanya’nın aydınlanma geleneğiyle hesaplaşmasının tezahürüdür. Tıpkı Nazizmin kendisi gibi. “Bu yüzden, Heidegger’in Nasyonal Sosyalizme bağlanması, kısmen, yalnızca korporatist, faşist bir komünitenin Alman işçi sınıfını bir taraftan kapitalizmdeki ücretli köleliğin ve atomistik bireyciliğin kötülüklerinden, diğer taraftan komünizmdeki materyalizmin ve yığınlaşmanın kötülüklerinden koruyabileceği inancına göre anlaşılabilir.” Kısaca Heidegger, Nasyonal Sosyalizmin ortaya çıkışını kendi düşüncelerini doğrulayan, Alman halkına tekrar ruh kazandıracak bir hareket olarak görmüştür başta. Bu erken Nazi döneminin tutarlı bir doktrinler yapısından yoksun olduğunu ve genç Goebbels dahil, hareketin içinde kendilerini “Nasyonal Bolşevikler” olarak sunan “sol-nazilerin” bile olduğunu hatırlamak gerekiyor. Nasyonal Sosyalistler büyük sermayenin kötülükleriyle mücadele söylemi üzerinden geniş ve farklı kitleleri kendilerine çekiyordu.

Felsefi boyutunun kaba özetini bu şekilde bir kenara koyduktan sonra ilişkinin somut yönüne bakabiliriz. Heidegger, Freiburg Üniversitesi’nin rektörü olarak atandığında anti-semitizmin ve partinin kaba ideolojisinin üniversiteye girişini engelleyecek eylemlerde bulunur. Üç Yahudi öğretim görevlisini ve Nazi partisine üye olmayan öğretim görevlilerini korur ama mesela Aryan olmayan öğrenci derneklerinin de ödeneklerini keser. Eylemlerinde hem taraf hem de üniversite kimliğini koruyucu çelişkili eylemler bir aradadır. Bu dönemde birçok Nazi ideologu tarafından da hedef gösterilerek sürekli eleştirilir ve nihayetinde 1934 yılında rektörlükten ayrılır, yerine “nihayet gerçek bir Nasyonal Sosyalist rektör” diye tanıtılan yeni bir rektör atanır. O tarihten itibaren Heidegger kendisini çalışmalarına verir ama 1945 yılına kadar partinin aidat ödeyen bir üyesi olarak kalır. Bu dönem boyunca sınıfları izlenmiş, Gestapo tarafından ders vermesi engellenmiş, 1944 yılında ise “en harcanabilir” profesörlerden biri olduğu ilan edilmiş ve Ren bentlerinin onarımı çalışmasına yollanmıştır. Savaş sonrası sunduğu savunmada “naif”liğinin toplam on ay sürdüğünü, sonrasında bir “iç göç” yaşayarak Nasyonal Sosyalizme muhalif olduğunu söylemiştir. 1950’ye kadar ders vermesi yasaklanır ama resmi bir şekilde itham edilmez ve üniversiteden dışlanmaz. 1964 yılında da Der Spiegel’e verdiği uzun bir mülakatta Nazizm ile olan ilişkisinin idari görevlerinden kaynaklandığına dair detaylı bir özeleştiri vermiştir. Kendisini en yakından tanıyanlardan Hannah Arendt de Heidegger’in bu dönemini “hayatının en büyük aptallığı” olarak andığını söyler. Vasiyeti gereği 1983 yılında ölümünden sonra kitap olarak yayınlanan bir savunması daha vardır.

Ama 1980’lerden sonra Heidegger’in felsefesinde Nazizm ve anti-semitizm izlerini süren birçok kitap yayınlanır Batı’da. Bu tartışmaların özeti ise yine çetrefillidir: “Varlık ve Zaman’ın hem sol hem sağ-kanat hareketlerine teorik destek olarak kullanılabilmesi Heidegger’in felsefesinin özü itibariyle faşist olduğu iddiasını çökertir. Fakat bu savunma manevrası Heidegger’in yazılarını farklı bir suçlamaya açar; bu yüzyılın büyük totaliteryen akımlarının her ikisine de elverişli oldukları suçlamasına.” 1933-45 arası dönemdeki eylemleri, konuşmaları ve yazdıkları bir araya getirildiğinde Heidegger’in Nasyonal Sosyalizm ile olan bağı didik didik edilmiştir denebilir. Başta da dediğimiz gibi kendi felsefesinin gereği Nasyonal Sosyalizmle buluştuğu yerler kadar ayrıldığı yerler de vardır ama ne Nasyonal Sosyalistlere ne de muhaliflere yaranabildiği söylenebilir.

Not: Alıntılar; Heidegger, Moderniteyle Hesaplaşma (Teknoloji, Politika, Sanat), Michael E. Zimmerman, Paradigma Yayıncılık, 2011.

Max Planck’ın oğlu Erwin Planck Nazi mahkemesinde idamla yargılanırken.

Max Planck’ın trajedisi

Ya biat ya oğlunun idamı!

Max Planck (1858-1947): 20. yüzyılın başında öncülük ettiği kuantum kuramıyla fizikte devrim başlatan büyük bilim insanı. Kendi adıyla anılan “Planck sabiti”ni ve “Planck ışınım yasası”nı bulan, 1918 Nobel Fizik Ödülü’nün sahibi Alman fizikçi.

20. yüzyılın ilk yarısında sadece Almanya’da değil tüm dünyada fizikçilerin saygın öncüsü, bilim topluluğunun tartışılmaz otoritesi…

Max Planck’ın 70’li yaşları, Almanya’nın kritik bir dönemine denk düşer: Hitler önderliğindeki Nazi partisinin politik iktidara yürüdüğü ve ele geçirdiği 1930’lu yıllar.

Planck muhafazakâr bir dünya görüşüne sahiptir. Daha doğrusu katıksız bir devletçidir; Alman milliyetçisidir. Alman devletinin Alman bilimindeki timsalidir bir anlamda.

Planck, Nazizme karşıdır. Hitler’in “uçuk” fikirlerinin ve uygulamalarının Almanya’ya ve Alman bilimine zarar verdiğini düşünmektedir. Fakat Nazilerin iktidara geldiklerinde ister istemez köklü Alman devlet gelenekleri tarafından dizginlenecekleri ve aşırılıklarından vazgeçecekleri görüşündedir. Dolayısıyla “uzlaşarak dizginlemek” biçiminde formüle edilebilecek bir muhalefet çizgisini benimser.

Bu büyük bilim insanı ömrünün sonlarına doğru büyük bir trajedi yaşar. Yedi çocuğundan yaşamda kalan tek oğlu 1944’te Hitler’e suikast suçlamasıyla yakalananlar arasındadır. Naziler yaşlı Planck’a şu “basit” öneriyi getirirler: “Nazizme inanç ve bağlılık duyurusunu imzala, oğlun idamdan kurtulsun!”

Max Planck duyuruyu imzalamayı reddeder. Oğlu idam edilir. Fakat bu olayı kaldıramaz, büyük acılarla geçen birkaç yılın sonunda o da yaşama veda eder (1947).

Nazi bilimcilerden Ari Fizik kuramcıları Philipp Lenard

Nazi bilimcilere ne oldu?

Nazilerin eğitim bakanlarından Bernhard Rust 1945’te intihar etti. Mentzel daha sonra yargılandı. Becker, Dingler, Führer, Glaser, Müller, Thüring, Tomaschek ve Wesch gibi ari fizikçiler akademik görevlerini bıraktılar. Bunların bir kısım da Nazi karşıtı mahkemelerde yargılandılar.

Ari fiziğin önde gelenlerinden Philipp Lenard (1905 yılında Nobel almıştı) başlangıçta Heidelberg yakınındaki bir köye çekildi ama sonunda teslim oldu. Yetkililer onu Nazi karşıtı bir mahkemede yargılamayı istiyorlardı ama üniversitenin fiili rektörü kimyacı Karl Freudenberg onları bu yaşlı fizikçiyi aşağılayarak bir şey elde edemeyeceklerine inandırmıştı. 20 Mayıs 1947’de Bad Mergentheim yakınındaki Messelhausen’de öldü.

Johannes Stark

Ancak bir diğer Ari fizik kuramcısı Johannes Stark (daha 1930’da Nazi partisine katılmıştı) cezasız bırakılmadı. Oysa daha savaş çıkmadan emekliye ayrılmıştı. Bavyera’daki yargılanmasında von Laue, Sommerfeld ve Heisenberg onun aleyhinde tanıklık ettiler. 20 Temmuz 1947’de Nazilikte esas suçlulardan (Hauptschuldiger) olduğuna hükmedilerek dört yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Temyiz hakkını kullanarak cezasını indirmeyi ve tecil ettirmeyi başardı ama bu sorunu muhaliflerinin son intikam eylemi olarak görmekten de vazgeçmedi. 21 Haziran 1957’de kendisine ait malikânede öldü.

Önceki İçerikGoogle Çeviri’ye sinirsel makine çevirisi* teknolojisi getirildi
Sonraki İçerikCanan Dağdeviren 2016 Science & SciLifeLab Ödülünü de kazandı!