“Dediğini dinle de yaptığını yapma” denir bazıları için. Gerçekten de herkes tarafından kulak kabartılan, sözü merak edilen fakat peşinden gidilmeyenler vardır. Herkesi dinle, sen kendi bildiğini yap derdi dedem kararsızlığın endişesiyle kendisine akıl danışıldığı zaman. Belki tek başına sorumluluk üstlenmekten kaçınmak için başvurulan bir tedbir olarak da görülebilir fakat kişinin kendini tanımasına, kendi yolunu çizmesine verilen payın daha fazla olduğunu düşünüyorum bu sözde.
Yıl sonu yaklaşırken burnumuzun dibinde bitiverdi yine geçen yılın güya “en okunası” kitaplarına dair listeler. Muhtemelen yeni yılın ilk ayı olması nedeniyle Ocak içinde daha da sık karşılaşacağız. Kitapların çoğu da romanlardan ibaret. Yoksa öykü ve şiirin, siyasetin, tarihin, sosyal bilimlerin, felsefenin, hele hele doğa bilimleri kitaplarının listelerinin dahi okuru ürküteceği mi düşünülüyor bu kılavuzluk çabalarında? Bilindiği gibi “çok satan” listelerine romanlar haricinde ancak meşhur gazetecilerin köşe yazısı derlemeleri veya toplumda tanınırlığı çok başka nedenlere dayanan şahsiyetlerle yapılmış röportaj kitapları girebiliyor ancak.
Sıralanan kitap sayısı da az değil. “Yılın 50 romanı,” “geçen yılın en iyi 100 kitabı,” vs. Bir yılda basılan nitelikli kitap sayısı çok daha fazla olmalı ki biz en iyi 50 tanesini seçiyoruz. Gerçekten hal böyleyse sevinmemek elde değil. Sanıyorum yazarların ve dahil oldukları bazı edebiyat çevrelerinin, özellikle de yayınevlerinin tepkisini çekmek istemiyor kimse. Bu nedenle olabildiğince geniş tutuluyor listeler. Meselâ 10 kitap seçmek çok riskli. “Siz kim oluyorsunuz?” la başlayan çıkışların devamında nerelere varılabileceğini düşünmek bile istemiyor insan.
Okumak yurttaşlık vazifesi değildir
Okumak da bir yurttaşlık vazifesi değildir aslında. Her şeyin listesini hazırlayıp, yayımlayan internet sitelerine ilgi sürüyor hâlâ. Yazılı sınavlarda bazı sorular yanıtlarının hikaye edilmesi zor, ezberi kolay olduğu için “maddeler halinde yazınız” diye sonlandırılırdı. Tatmamız gereken lezzetler, şehirde keşfetmemiz gereken mekânlar, görmemiz gereken ülkeler gibi seyretmemiz gereken filmler, okumamız gereken kitaplar da bize sık sık hatırlatılıyor bu listelerle. Hem de “ölmeden önce yapmanız gerekenler“ başlıklı büyük listedeki alt başlıklardan biri olarak. Her ne kadar kutsal kitabı “oku” diye başlayan kavimlerden biri olduğumuzdan dem vurulursa vurulsun okumak farz da değildir. Cennetin anahtarı verilmez okura. Dolayısıyla, ne eleştirmenim, ne yazarım, ne editörüm ama ne de salt müşteriyim diyeni pek de ilgilendirmez listeler. Göz ucuyla tarayıp geçer olsa olsa. O kitaplar belirli bir seçiciler heyetinin, “ne şiş yansın, ne kebap” diyerek zaten en bilinenler arasından seçtikleridir. Yıl içinde takip ettiği dergilerde, gazetelerin kitap eklerinde, radyo programlarında bu kitapların çoğuyla, yazarlarıyla karşılaşmıştır defalarca.
Halbuki önüne doğru iteleneni değil de gözden kaçırdığını arar meraklı okur. Onun kitaba ulaşma yolları çok farklıdır ve kendine özgüdür. Kitabevi ve sahaflar kitaplarla başlıca karşılaşma yerlerinden yalnızca biridir belki. Bir koca gününü bir semtin kitapçılarına, sahaflarına ayırdığı olur da yetinmez, ertesi gün de kütüphanede alır soluğu. 68 Parisi’nden anımsadığı, kendisini heyecanlandıran bir afişten bahsetmişti Server Tanilli: “hiç bilmediğin sokaklara gir, hiç bilmediğin fikirlerle tanış” gibi bir söz yazıyormuş üzerinde. “Çok satanlar”a ayrılmış olanlar haricindeki raflar genellikle benzer bir hissi yaşatır okura.
İyi kitaplara çoğu zaman başka iyi kitapların içinde rastlanır. Sıkı yazar hikmetinin kaynaklarını kendisine saklamaya çalışmaz, sık sık anarak borcunu ödemeye çalışır yolculuğunda rastlamış olduklarına. Böyle ipuçlarına dikkat edilirse kimi zaman bir dipnottan, cümle içinde geçen bir isimden, gönderme yapılan bir sözden hareketle düşülür bir başka kitabın, hiç bilinmeyen bir yazarın peşine. Belki henüz dilinize bile çevrilmemiştir. Eski kuşağın ilk gençlik hikayelerinde ne sık rastlarız Tünel’deki “Haşet Kitabevi”nden alıp dilini çözmeye, anlam dünyasına girmeye çalıştıkları kitaplara. Kimi kitabı aramaktan vazgeçersiniz de aylar, yıllar sonra bambaşka bir şeyin peşindeyken tesadüfen karşılaşırsınız. “Serendipçe” der Selçuk Altun böyle keyifli buluşlar için.
Rastgele okumaya övgü düzmek değil niyetim. Kimileri kaderinin peşinden gider, kimileri de sürüklenir, diyordu Seneca. Başkaları takip edilerek, birilerinin rehberliğinde, onların hazırladıkları listelere, ödevlere göre yürünebilecek yolların sınırları vardır, demeye çalışıyorum. Öyle görünmüyor olsa da bu da başka çeşit bir sürüklenmedir. Her konuda olduğu gibi okurluk mesleğinde de görev duygusuyla, ödev ahlakıyla yapılan işlerde potansiyelin tamamen gerçekleştirilemeyeceğine inanırım. Kendi kendine meselesini doğru tarif edemedikçe okudukları da, seyrettikleri, yaşadıkları gibi tam olarak değmiyor kişiye; duyamıyor, düşünemiyor, anlayamıyor. Borges’in “yaşadıklarım okuduklarımdır,” demesine bir de bu açıdan kafa yormalı belki.