Kitabı yayına hazırlayan, dolayısıyla, en erken okuyan Uğur Erözkan’ın bir değerlendirme yazısı, Cumhuriyet Kitap ekinin 23 Mart Perşembe günlü sayısında yayımlandı.
Önce kitaba verdiği emek ve eleştirisi nedeniyle sevgili Uğur Erözkan’a içtenlikle teşekkürü borç sayıyorum.
Erözkan, kitabın tanıtımını yaptıktan sonra diyor ki:
“Ömer Tuncer’in devrim anlatısı alışılmadık ölçüde ‘farklı’. Bunun nedeni yalnızca öznelere yüklediği dönüştürücü rol değil. Aynı zamanda kullandığı bazı kavramlar da 13. yüzyıla hiç uygun olmayan, Avrupa ortaçağını yıkan devrimler çağını hazırlayan toplumsal dönüşümü çözümlerken kullanageldiğimiz ‘Rönesans’, ‘aydınlanma’, ‘demokrasi’, ‘burjuva kültürü’ gibi kavramlar. Tuncer, örneklerini bazı anti-Batımerkezci (Doğucu da diyebileceğimiz) yaklaşımlarda gördüğümüz üzere, aslında Doğu’nun, Batı’dan yüzyıllar önce bu kavramların tanımladığı toplumsal değerlerin benzerlerini kendi meşrebince inşa ettiğini öne sürüyor. Doğu’da, Batı’dan çok daha eşitlikçi, akılcı, bilimsel değerlerin kabul gördüğü bir dönemin yaşandığı, hatta Avrupa’da Rönesans atılımının Arapçadan tercüme eserlerle gerçekleştirilebildiği bugün bilinen bir bilimsel gerçektir. Ancak 13. yüzyıldaki bazı düşünürlerin ve tasavvuf şairlerinin eserlerinde yazdıklarını aydınlanma ile ilişkilendirmek biraz zorlama bir yorum olarak değerlendirilebilir. Aynı zamanda merkezi otorite boşluğunun olduğu bir dönemde yöneticisiz kalmış olan bir kenti yöneten esnaf teşkilatını burjuvaziyle kıyaslamak da tartışmalı bir yaklaşımdır. Nitekim sosyal sınıfları ekonomik olarak değil de bazı kültürel kodlarla tanımlamak eksik ve hatalı olur.”
Önce söylemeliyim ki Erözkan’ın bu sözlerine neredeyse bütünüyle katılıyorum.
İki kavram ve birkaç söz
“Devrim” kavramının benim gözümde, kısa bir “iktidarı ele geçirme” süreci değil, yüzyıllar alan çok uzun süreli sınıfsal politik ve kültürel hazırlık, olgunlaşma ve oturtulma sürecini anlattığına ilişkin düşüncemi bu yazının sınırları dışında tutuyor ve kitabın kendisine bırakıyorum.
“Doğucu” kavramının ise anlatmak istediğim yapı için yeterli olmadığını söylemek isterim. Benim gözümde dünya, dolayısıyla insanlık tek bir koca nehirdir. Zaman zaman, akış içinde bir bölümü öne çıkar, zaman zaman da bir başka bölümü önde görünür. Gerçekte bütünüyle birbirini etkileyen gelişimler gösterir. En olmadık minicik bir kabilenin sosyokültürel yapısı, zaman olur bütün toplumu etkisi altına alır.
Bunlardan herhangi birini önde tutmak, egemen saymak, o koca nehrin akışını gözden yitirmek olur. Batı (ya da Doğu) merkezci düşünsel yapılar, bütünü, o koca nehri gözden yitiren, yalnızca o düşünceyi üreten kişinin kendi yaşadığı bölümü göz önünde tutan yarışmacı yapılardır. Amacım, Doğu-merkezci bir düşünceyle değil, insanlığın gelişiminde Batı-merkezcilerin eksik bıraktığı, belki de görmezden geldiği bir bölümün göz önüne alınarak tartışılmaya açılmasıdır.
Erözkan’ın yazısında, sosyal sınıfların “ekonomik değil, kültürel kodlarla tanımlandığı” görüşü üzerine söylemek istediğim, önemli saydığım birkaç söz var. Sosyal sınıflar, ekonomik koşulların değişmesi ile oluşma aşamasında, önce kültürel kodlarda görünür olur. Anadolu ahiliği de Selçuklu toprak düzeni sırasında oluşmuş bir esnaf hareketidir. Ama unutulmamalı ki, esnaf, feodal yapının içinde oluşmuş, küçük de olsa, bir sermaye hareketidir! Altını çizmeye çalıştığım, bu hareketin, ilk kez Anadolu’da, Hallaç, İbn Sina, Hayyam gibi tekillerden gelen kültürü toplumsallaştırmış olmasıdır! Sosyal Sınıflar, Kültürler ve 13.yy Anadolu Devrimi kitabı da, tarih ve sosyoloji biliminin verilerine dayanarak, bu hareketin sosyokültürel kodlarını yakalamaya çalışma denemesidir.
Bugüne kadar insanlığın düştüğü yanlışların, akışı gözden yitirerek, feodal kültürün etkisiyle “statik doğru(!)”lara düşmekle ortaya çıkmakta olduğunu düşünüyorum.
Özellikle 20. yüzyılda uygulanmış olan ve bugün hâlâ üzerinde durulan Marxçı politikaların da “akış”ı kaçırmakta ve geleceği doğru tahmin etmeye çalışırken, akış içinde gelişmekte olan kültürel kodları gözden yitirmekte olduğunu düşünüyorum. Uygulamanın (pratiğin) önümüze getirdiği “Gezi Direnişi”nin kültürel yapısının, “dayanışma” ve “silahsız savaşım”ın gelecek “emek toplumu”nun kültürel kodları olduğu olgusunun tartışılması gerektiğini düşünüyorum. “Dün” ve “bugün” noktalarının oluşturduğu doğrultuyu izleyerek, gelecek emek toplumunun, burjuva sınıfının elinde tuttuğu “sermaye”nin kâr ölçütüyle çalışan yarışmacı çizgisini aşacak politikaları oluşturabileceği ve geliştirebileceği kanısındayım.
Amacım, ancak bu kültürel yapıyı doğru değerlendirerek, geleceğin toplumlarına dönük akışın yakalanabileceği tartışmasını açmak ve akışı gözden yitirmeden geleceği doğru tahmin etmek, kültürü göz ardı etmeden, geleceğe dönük doğru politikalar bulmaya çalışmanın, oluşturmanın ve uygulamanın önünün açılmasına katkıda bulunmaktır.
13. Yüzyıl Anadolu Devrimi kitabının asıl ereği, Ephesoslu Herakleitos’un “diyalektik akış”ını 2500 yıl sonra artık kavramak, ona göre yaşamak, ona göre düşünmek ve düşüncemizi bütünüyle “akış” üzerine oturtmak gerektiğini, gözden kaçmış ya da kaçırılmış önemli bir örnekle anlama çabasıdır.
– Sınıflar, Kültürler ve 13. Yüzyıl Anadolu Devrimi –Osmanlı’da Karşıdevrim Süreci-, Ömer Tuncer, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, Ocak 2017, 174 s.