“3, Teşrinisani, 1334”. Ziya Bey’in not defterine attığı tarihle başlıyor zaman içinde yolculuk. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının üzerinden henüz üç gün geçmiş. Yıllardır idareyi bilfiil ellerinde tuttukları için iyisiyle kötüsüyle yaşanan her şeyin müsebbibi olarak görüldükleri gibi, “Cihan Harbi” felaketinden ve memleketin bu ateşe atılmasından da sorumlu tutulan İttihat ve Terakki liderleri bir gün evvel yurdu terk etmiş. Yıllardır iktidardan uzak tutulan Saray’ın etkisizliği, savaş yorgunu mağlup bir ordunun kalanını da tasfiye çabaları, “Cemiyet”in elinde adeta yeniden şekil verilmiş olan bürokrasinin, sırtını yasladığı zor gücü ortadan kalkınca korku ve endişeyle sinerek dirayetini bir anda kaybetmesi, deyim yerindeyse Dersaadet’i yetim bırakmış. Asırlardır kâh kerim, kâh ceberrut yüzüyle beliren, fakat soluğunu tebaasının ensesinden hiç eksik etmeyen Devlet-i Al-i Osman’ın akıbeti kestirilemiyor, yetmiş iki millete kucak açmış koca şehirse meçhule doğru sürüklenmekte.
İstanbul Emniyeti’nin Galata bölgesinden sorumlu İkinci Şube’sinin tecrübeli müdürü Ziya Bey, yakında İtilaf Devletleri’nin şehrin yönetimini devralmasıyla evvela bir başı boşluk, akabinde bu boşluğu fırsata dönüştürmeye çalışanların yol açabilecekleri başıbozukluğu hissetmektedir. Gelecek günler için tedbir almak, elini çabuk tutmak ister. Kabiliyetine güvendiği komiserlerinden Hayri ile birlikte resmi kanalların dışında, sivillerden mürekkep bir istihbarat şebekesi oluşturmaya niyetlenir. Hayri’nin sahte bir direniş örgütü kurup, bazı provokasyonlara girişme önerisini, gönülsüzce de olsa, kabul etmek zorunda kalır. Hayri alelade bir komiser değildir. Sosyete arasında Batılı hayat tarzına eğilimiyle, feministliğiyle, dolayısıyla “pervasızlığıyla” da nam salmış ve aynı zamanda Emniyet Umum Müdürü Esad Paşa’nın kızı Asude’nin nişanlısıdır. Avrupa görmüş, modern hayatı tanımış, birkaç dil bilen, buna karşılık Ziya Bey’in onu teşkilata almasıyla İstanbul batakhanelerine girip çıkmakta da hiç zorlanmadığı anlaşılan, doğuştan hafiye yetenekleriyle donatılmış ve bütün hayatı onu bu görev için hazırlamış gibi görünen ilginç bir kişiliktir.
Ogan Güner’in ilk romanı Hercümerç bu uzay-zamanda başlayıp gelişiyor. Sonrası Galata’nın arka sokaklarında, Pera’nın pastanelerinde, Şişli’nin randevuevlerinde, meyhanelerde, işgal kuvvetlerinin verdiği balolarda, bekâr odalarında hayatları kesişen insanların hikâyeleri. Ekim Devrimi’nden kaçarak İstanbul’a sığınmış Ruslar, onların peşindeki Bolşevik casusları, şehri zapt etmeye hevesli işgal kuvveti subayları, yeni düzende kendine istikbal arayan yüksek bürokratlar, savaş müteahhidi tüccarlar ve bunlar arasında hayatlarına biraz daha yakından bakabildiğimiz Hayri, Asude, Ziya Bey, Esad Paşa, Baha, Parvus, Marişka, Tahir, Karabet, diğerleri… Hikâye zaman zaman 1910`lara, Parvus’un İstanbul’a ayak bastığı yıllara, zaman zaman 30`larda, yine İstanbul’un yüksel tahsil gençliğinin az narkotikli, çok cazlı eğlence hayatına uzanıyor. Niyetim bu anlatıyı özetlemek veya başka bir anlatı olarak yeniden yazmak değil. Bir edebiyat kritiği bekleyenleri de daha baştan “ne haddime” diyerek terslemekten çekinmeyeceğim. Bu sayfada daha evvel de ifade ettiğim gibi kitapların konuşulup, tartışılmasının, satılmasından, tanıtılmasından daha önemli olduğunu düşünüyorum. Okurun da yazara karşı eğer biraz olsun sorumluluğu varsa, bu sorumluluk belki okuduğu kitabı tartışma çabasından ibaret olabilir. Dolayısıyla Hercümerç üzerine de bir okur olarak söz almak isterim.
Olaylar tarihsel olarak pek de aydınlatılamayan, aydınlatılmış kısımları üzerinde de pek durulmayan bir dönemde, mütareke sonrasındaki ilk birkaç ayda geçiyor. Edebiyatımızda bu dönemin hiç konu edilmediğini söyleyemeyiz. Kemal Tahir, Attilâ İlhan, Yakup Kadri, Halide Edip, Mithat Cemal Kuntay’ın romanları ilk aklıma gelenler. Döneme eğilen anlatılar konu itibariyle genellikle milli mücadele sırasında Ankara-İstanbul arasındaki gerilimli ilişkiye odaklanır, yazıldıkları dönemin politik iklimine göre bu ilişkiye karşı belli bir tutum sergiler. Hercümerç başlıca karakterlerini subaylar arasından seçmemiş olmasından ve milli mücadelenin henüz başlamadığı bir tarihsel aralığa denk gelmesinden dolayı, son yılların revaçta deyimiyle “daha sivil” bir hava yakalayabilmiş. Yazarın dönemi isabetle sınırladıktan sonra gündelik hayatın, atmosferin zenginliğini yansıtmaya yönelmesi, sahnede boy gösterdikçe arzularını, tutkularını, zaaflarını kuvvetli ipuçlarıyla ele veren karakterlerine karşı bir kompleks veya kibir sahibi olmaması, “insan”ı yakalama bakımından Hercümerç’i farklı bir noktaya taşımış.
Esad Paşa’nın kariyerinden ve ailesinin geleceğinden gayrı pek bir hesabının olmaması, afyon tiryakiliğine ara vermeyen Ziya Bey’in bu maceraya aslında “vukuat” istemediği için girişmesi, önüne çıkan olaylara uğraşılması ve aşılması gereken birer bilmece olarak bakan, bir ölçüde narkotik vaka Hayri’nin ideolojik ve ahlaki motivasyonunun zayıflığı da bu yansızlığı güçlendiriyor sanırım. Kadın dergisi çıkaran “fevri” Asude ve Bolşevik Lobanov dahi zaman zaman yüksek ideallerden, büyük fikirlerden bahsetseler de, tutumlarıyla yaşam biçimleri ve sunmak istedikleri kişilikleri arasındaki kaygan zemini sezmek güç değil.
Hercümerç sanki duvarları puslu aynalarla kaplı bir oda içinde cereyan ediyormuş gibi gerçeğin sonsuz sayıda sahteliğe karışıp ayırt edilemez hale geldiği, gölgelerin gölgeleri kovaladığı, kim vurduya gidenlerin sayılabilir olmaktan çıktığı bir başka “esir şehir” hikâyesi. Görsel ve işitsel açıdan müzik listelerine, fotoğraf albümlerine sahip olacak düzeyde iyi kotarılmış bu anlatının, bende bıraktığı mekân duygusunun da oldukça kuvvetli olduğunu söylemeliyim.