Ana Sayfa Bilim Gündemi Henüz keşfetmediğimiz sekiz milyon tür daha var!

Henüz keşfetmediğimiz sekiz milyon tür daha var!

1040
Jillian Tamaki.

Çeviri: Fıratcan Firik

Korumanın tarihi, kaybedilen savaştaki birçok zaferin öyküsüdür. Küresel koruma örgütlerinde 30 yıldan fazla bir süre görev yapmış biri olarak, kendilerini türleri kurtarmaya adamış insanlardan akan ter, gözyaşı ve hatta kanı bile gayet iyi biliyorum. Çabaları önemli ilerlemelere yol açsa da, sadece kısmi olarak başarılı olabildiler.

Türlerin tükenmesine neden olan insan davranışları, bu yüzyılın sonuna kadar tüm türlerin yarısının tükenmesine yeterli olacak şekilde hızla artmaktadır. Eğer insanlık yok edici olmazsa (ki, böyle bir olasılık mümkün) iklim değişikliği sorununu çözebiliriz. Evet, sorun çok büyük; ancak bunu çözebilmek için hem bilgiye hem de kaynaklara sahibiz ve tek ihtiyacımız olan şey azim.

Dünya genelindeki türlerin ve ekosistemlerin tükenmelerinin geri dönüşü yoktur. Bir tür yok oldu mu sonsuza dek yok olur. İklim dengelense bile, türlerin yok olması dünyanın yapıtaşı olan milyarlarca yıllık çevresel destek sistemini yok eder. Kendimin de dahil olduğu, sayıları artan araştırmacılar olarak inanıyoruz ki, türlerin yok olmasına dair olan krizi tersine çevirebilecek tek yolun problemi kökünden başarılı bir şekilde çözebilecek bir yol benimsememiz ile yani dünyadaki doğal yaşam alanlarını, içindeki yaşam çeşitliliğini korumaya yetecek şekilde genişletmemiz ile mümkün olacaktır.

Biliminsanlarınca genel olarak kabul edilen çözüm, gezegendeki kara ve denizlerin yarısını insan müdahalesinden ve eyleminden mümkün olduğunca korunmuş şekilde, yabani halde bırakmaktır. Bu koruma hedefi durup dururken ortaya çıkmadı. Yarı-Dünya (Half-Earth) projesi denilen kavram bir grup biyoçeşitlilik ve koruma uzmanları liderliğinde başlatılan bir girişimdir (ben de projeyi yöneten biliminsanlarından biri olarak görev yapıyorum). 1960’larda matematikçi Robert McArthur ile birlikte geliştirmiş olduğum Ada Biyocoğrafyası Teorisi’nin (Island biogeography theory) üzerine inşa edilmiştir.

Ada Biyocoğrafyası Teorisi, adanın boyutunu ve kendisine en yakın adaya olan uzaklığını veya orada yaşayan tür sayısını tahmin etmek için anakara ekosistemini de göz önünde bulundur; yani ada ne kadar ıssızsa, o kadar az tür barındırır. Bir sürü deneyden ve teorinin nasıl işlediğinin artarak anlaşılmasından sonra, koruma alanlarının planlanmasında uygulanmaya başlandı.

Peki , hangi yerlerin Yarı-Dünya’nın tanımı altında korunması gerektiğini nasıl bilebiliriz? Genel olarak, biliminsanları tarafından birbiriyle örtüşen üç kriter öne sürülmüştür. Bu kriterlerden ilki, alanında deneyimli biyologlar tarafından türlerin alanlardaki sayıları ve sıklıklarının değerlendirilmesi; ikincisi, “sıcak noktalar” olarak bilinen, kuşlar ve ağaçlar gibi çok sayıdaki özel tür grupları destekleyebildiği bilinen bölgeler ve üçüncüsü de ekolojik bölge adı verilen, coğrafya ve bitki örtüleri ile kabaca betimlenen bölgelerdir.

“Yarı-Dünya”ya uzun bir yol var

Kara ve deniz alanları artık koruma altında. © The New York Times, Sources: UNEP-WCMC and IUCN (2017); The World Database on Protected Areas (WDPA , Cambridge, UK: UNEP-WCMC and IUCN).

Üç yaklaşımın hepsi de olası, ancak bunları çabucak uygulamak da ölümcül hatalara yol açabilir. Biliminsanlarının çalışmak için önemli bir bileşene daha ihtiyaçları var: Dünya üzerinde yaşamakta olan tüm türlerin daha kapsamlı bir kaydı. Bu temel bilgi olmadan karasal bölgeyi korumak için alınan kararlar ilerisi için geri dönüşü olmayan yanlışlara sürükleyebilir.

Yaşayan çevre hakkındaki en çarpıcı gerçek, onun hakkında ne kadar az bilgi sahibi olduğumuz olabilir. Yaşayan canlı sayısı bile yalnızca yüzeysel olarak hesaplanmış durumda. Biliminsanları tarafından geniş çapta kabul edilen tahminlere göre bu sayı yaklaşık olarak 10 milyon civarındadır. Aksine, resmen tanımlanmış, sınıflandırılmış ve iki kelimelik Latince isimlerin (örneğin insanlar için Homo sapiens) sayıları 2 milyondan biraz fazladır. Bu türlerin ancak yüzde 20’si biliniyor ve yüzde 80’i keşfedilmemiş olmasından dolayı Dünya’ya hakkında çok az bilgi sahibi olduğumuz gezegen olarak tanımlamak aslında pek de yanlış olmaz.

Paleontologlar, insan türünün küresel olarak yayılmasından önce türlerin ortalama soy tükenmesi oranının 10 milyon yıllık zaman ölçeğinde milyonda bir tür olduğunu tahmin ediyor. İnsan etkinliğinin, küresel çapta türlerin yok olma oranını, temel oran ele alındığında 100 ile 1000 kat arası artırdığı söylenebilir. Bu trajedinin üstüne bir trajedi daha ortaya çıkıyor: Maalesef şu an hayatta olan birçok tür kayıt altına alınamadan yok olup gidecek. Bu felaketi en aza indirebilmek için karada ve denizde hangi alanların en fazla türe ev sahipliği yapıyor olduğuna odaklanmak zorundayız.

Yeni teknolojiler üzerine inşa ederek kendini doğaya adamış toplulukların ve bireylerin görüşlerine ve değerlendirmelerine bakarak, Yarı-Dünya Projesi’nin, küresel çaptaki tür dağılımını, en çok sayıda türü koruyabileceğimiz şekilde saptamamız için iyi bir şekilde haritalandırıyor olduğunu görebiliriz. Üst seviyede bir etki için kara ve denizdeki hangi blokları bir araya getirebileceğimizi saptayarak, insanlar tarafından cennet olarak da adlandırılan, Dünya üzerindeki en çok biyoçeşitliliğe sahip olan bölgeleri destekleme şansımız olabilir. Gezegenimizdeki biyoçeşitliliği dikkatle ve yakın zamanda haritalandırdığımız taktirde Dünya üzerindeki türlerin çoğu, ki insanlar da buna dahil, kurtarılabilir.

Gerek duyulduğunda, içerilerinde hangi türleri bulundurdukları üzerinden küresel koruma alanları seçilecektir, ancak bu, bu alanların içerisinde ve çevresinde yaşayan insanlar tarafından bazen desteklenecek bazen de katı bir şekilde hoş görülmeyecektir. Bu noktada, mülkiyet hakları dikkate alınmalıdır. Fiilen, asıl koruyucu olan yerli insanların kültürleri ve ekonomileri korunmalı ve desteklenmelidir. Bu açıdan, toplum temelli koruma alanları ve yönetim sistemleri olarak Ulusal Parklar Servisi (National Park Service) tarafından yönetilen Ulusal Doğal Alanlar Programı (National Natural Landmarks Program) örnek olarak gösterilebilir.

Korunan alanları etkili bir şekilde yönetmek için, ek olarak gezegenimizdeki tüm türler ve bu türlerin yaşadıkları ekosistemlerle etkileşimleri hakkında daha fazla bilgi sahibi olmalıyız. Bilim için hâlâ bilinmez olan, ancak var oldukları tahmin edilen 8 milyon türün her biri için doğa tarihi çalışmaları üzerine olan keşfetme, tanımlama ve yürütme çabalarını hızlandırarak, Yarı-Dünya Projesi haritasına eklemeler ve iyileştirmeler yapıp, korum hızımızı arttırarak hedefimizi gerçekleştirmek için koruma için etkin bir rehberlik sağlayarak amacımıza ulaşabiliriz.

Koruyacak çok şey var

Aşağıda Güney Afrika’nın renkli olarak gösterilen kısımları, birçok türdeki bitkilerin ve hayvanların yoğunluklarını göstermek için haritalanmıştır. Proje, türlerin nadirliğinin yanı sıra, gezegendeki korunmaya en çok ihtiyacı olan alanları tespit etmek için benzer bir şekilde haritalandırma yapılmasını amaçlıyor. © New York Times tarafından | Kaynaklar: for interactive maps explore the Half-Earth Project; for species maps and data sources see Map of Life.
* Güney Amerika çiçekli bitki grubu.

En çok keşfedilen organizma grupları, hayvanlarda omurgalılar (memeliler, kuşlar, sürüngenler, amfibiler, balıklar); bitkilerde ise, özellikle ağaçlar ve çalılardır. Bunlar, bariz bir şekilde bize tanıdık olan “vahşi yaşam” olarak adlandırılırlar. Yine de, diğer türlerin büyük bir çoğunluğu şimdiye kadar en bol olanlarıdır. Onlara “dünyayı var eden küçük şeyler” demeyi seviyorum. Her yerde bulunuyorlar: Tüm bitkilerin içlerinde ve üstlerinde, çok sayıda ve çeşitlilikle; ayağımızdaki toprakta ve etrafımızdaki havada. Onlar tekhücreliler, mantarlar, böcekler, kabuklular, örümcekler, kırkayaklar, çıyanlar, böcekçikler, solucanlar ve bilimsel isimleri insanların çoğunluğu tarafından nadiren duyulmuş olan diğer şeylerdir. Deniz ve kıyılar ise, deniz diyatomları, kabuklular, yumuşakçalar, deniz tavşanları, deniz solucanları, mercanlar, loriciferanslar ve hâlâ çoğunluğu hayat ansiklopedisinde bulunmayan “diğer yaşayan dünya” organizmaları ile kaynar.

Bu organizmalara “böcekler” veya “yaratıklar” demeyin. Onlar da yabani hayatın birer parçası. Onların asıl isimlerini biliminsanları olarak öğrenmemize ve güvenlikleriyle ilgilenmemize izin verin. Onların var oluşları bizim var oluşumuzu mümkün kılıyor. Biz tamamen onlara bağlıyız.

Yeni bilgi teknolojisi ve hızlı genom haritalandırması, Dünya üzerindeki türleri gitgide artan bir hız ile keşfetmemizi mümkün kılıyor. Dünyamızla ilgilenmek için ne yapmamız gerektiğine dair yeni bir anlayış yaratmak için uydu görüntülerini, türlerin dağılım analizlerini ve diğer yeni araç gereçleri kullanabiliriz. Ancak, bu çabanın elzem bir yanı daha var: “Türlerin keşfinin rönesansı ve alanda uzman biyologlar tarafından yürütülen taksonomi araştırmaları, ‘ayakları yere basacak şekilde’ desteklenmelidir.”

Önümüzdeki 10-30 yıl içerisinde, aday koruma alanları, belirli bir alandaki tüm tür çeşitliliğini listeleyen biyoçeşitlilik envanterlerinin oluşturulması ile birlikte güvenle seçilebilir hale gelecektir. Bu bilimsel faaliyetin büyümesi, küresel çapta korumayı mümkün kılmasının yanı sıra, biyolojiye başka bir yolla elde edemeyeceğimiz kadar muazzam miktarda bilgi edinmemizi sağlayacaktır. Gezegenimizi anlayarak onu koruma şansımız olabilir.

İklim değişikliğine odaklanırken, hâlâ zamanımız varken canlı dünyayı korumak için kararlı davranmalıyız. Bu, insanlığın en büyük başarısı olabilir.

* Edward O. Wilson emekli üniversite araştırma profesörü ve Harvard’da böcekbilimi onursal başkanıdır. Aynı zamanda, Yarı-Dünya projesinde biliminsanı olarak çalışmaktadır. “Yeryüzü Dünyası: Gezegenimizin Yaşam İçin Mücadelesi” dahil olmak üzere, birçok kitabın yazarıdır.

KaynakSpecıes Conservatıon Extınct
Önceki İçerikSosyalistler iyi satranç oynar
Sonraki İçerikDiyabet hastaları kendi insülinlerini üretebilecek