Spekülatif kurgu ile gerçek araştırmalar, uzun süredir birbirini besliyor. Alanında önde gelen beş araştırmacı, onlara ilham veren kitap ve filmleri anlatıyor.
Sunuş
Guardian gazetesi, beş biliminsanına ilham aldıkları film ve kitapları sormuş. Okurlarımızın ilgisini çekeceğini düşündüğümüz bu soruşturmayı, https://goo.gl/yKxgzp adresinden çevirdik.
Jan Zalasiewicz
Paleobiyolog, Leicester Üniv. profesörü.
Nausicaä’nın Rüzgârlı Vadisi (Nausicaä of the Valley of the Wind)
(Hayao Miyazaki, 1984)
Çocukluğumda sevdiğim, Asimov, Clarke, Heinlein gibi bilimkurgucuları yeniden okuduğumda, genellikle hayal kırıklığı yaşıyorum. Bazıları harika konular barındırmasına rağmen bana biraz hantal geliyor. Bir ebeveyn olarak keşfettiğim Hayao Miyazaki’de ise bu hantallıktan eser yok. Miyazaki, çocukların da benim gibi yaşını başını almış bireylerin de aynı seviyede özümseyebileceği fimler yapıyor. Tarihsel, politik ve çevresel konularla ilgili son derece derin ve biraz da karamsal analizler yapan Miyazaki, benim gibi antroposen (İnsanların Dünya’nın jeolojisini üzerindeki olumsuz etkilerinin araştırılması) alanında çalışan biri için son derece ilgi çekici.
Nausicaä’nın Rüzgârlı Vadisi, asit denizlerinin, zehirli ormanların ve devasa boyuttaki böceklerin bulunduğu kıyamet sonrası(post apokaliptik) bir manzara sunuyor. Nausicaä, yaşam mücadelesi veren küçük insan topluluklarından birine aittir. Herhangi bir filmde canavar olarak gösterilebilecek dev böcekleri koruyan Nausicaä, zehirli ormanların ekolojisini düzenlemek için çaba sarf ediyor. Dev böceklerin doğanın bir hatası değil, ekolojinin bir parçası olduğunu anlıyor.
Bana öyle geliyor ki Miyazaki, antroposenin gerçekliğine ve insanın yaratabileceği sonuçlara ayna tutan birkaç çağdaş popüler sanatçıdan biridir. Tüm olumsuzluklarla yüzleşiyor ve yine de insanlığın bununla yaşaması gerektiğinin farkına varıyor. Hayat devam ediyor ve bu zarar görmüş Dünya’da yaşayıp elimizden geleni yapmamızdan başka çaremiz yok.
David Eagleman
Nörobilimci, Stanford Üniv.’nde konuk profesör.
Westworld
(TV dizisi, 2016)
Nörobilimin en büyük sorunlarından biri, zekânın temel prensiplerini anlamak ve onu taklit edebilmektir. Bununla bağlantılı bir soru da hemen ortaya çıkıyor: Bilgisayara bilinç yüklenebilir mi? Sorunun cevabı bilinmese de bilinçli beyinlerimizin 100 milyar hücre ağı kullanarak ortaya çıktığı göz önüne alındığında yapılabilir gibi gözüküyor.
Bilimsel danışman olarak görev aldığım Westworld dizisi tam da bu soruyu temel alıyor. Görüntü, konuşma ve davranış olarak insanlardan ayırt edilemeyecek androidlerin yapılabildiği yakın gelecekte geçen dizide, bir firmanın açtığı vahşi batı temalı eğlence parkında androidleri vurabiliyor, onlarla birlikte olabiliyor ve türlü maceralara atılabiliyorsunuz. Dizi ilerledikçe, androidlerin öz-farkındalık geliştirdiğini görüyoruz. Bir önceki vücutlarında yaşadıkları anıları hatırlayan robotlar, daha sonra insanlara sorun çıkarmaya başlıyor.
Robotların bilinç kazanıp kazanamayacakları hakkında şu anda bir cevap veremiyoruz ancak bu kesinlikle olasılık dahilinde. Yapay zekânın dahil olduğu birçok alan var. Fiziksel iş yapmaktansa yazılım üretip bunu yapay zekâya yaptırmak çok daha kolay. Ancak insan zekâsına benzer bir yapay zekâ henüz yapılamadı.
Çalışma arkadaşlarım ve ben bu problemler hakkında yıllardır yazıyoruz. Ancak bir fikir kurguyla birleştirildiğinde, çok daha fazla ilgi uyandırıyor. Bence Westworld bu fikirleri toplumla paylaşma konusunda harika bir iş yapıyor.
Giovanna Tinetti
Fizik ve astronomi profesörü, Londra Kolej Üniv.
Yıldızlararası (Interstellar)
(Christopher Nolan, 2014)
Yıldızlarası’nda en çok sevdiğim şey exosolar gezegenlerin -Güneş Sistemi dışında, bir yıldız etrafında dönen gezegenler– sunumuydu. UCL’de yüzlerce ışık yılı mesafedeki bu tür gezegenleri araştıran bir ekibim var. Gezegenimize benzer gezegenler bulmak amacıyla çalışmaya başlamıştık, fakat ilerledikçe gezegen çeşitliliğinin bolluğunu ve farklılığını gördükçe, kendi adıma amacım biraz değişti.
Yıldızlararası’nda ziyaret edilen gezegenler, sahip olduğumuz bilgilere dayanarak oldukça gerçekçi geldi. Matthew McConaughey’in oynadığı karakterin ilk ziyaret ettiği, devasa boyutlarda gelgit dalgalarının olduğu gezegene benzer gezegenlerin olması gerektiğini düşünüyoruz. Aynı şey daha sonra ziyaret ettikleri buzlu gezegen için de geçerli. Yıldızlarından oldukça uzak mesafelerde dönen birçok kayalık gezegen olduğunu biliyoruz ve filmin bu tür gezegenlerin nasıl olacağına dair tasviri oldukça gerçekçi. Bunun dışında, Dünya’da gerçekleştiği anlatılan olaylar hakkında da düşündüm ve iklim değişikliğiyle devam ettiğimiz sürece, bu senaryo da maalesef olasılık dahilinde.
Film kesinlikle gezezgenlerin nasıl görüneceğine dair anlayış sunuyor. Artık su gezegenlerini düşündüğümde, ister istemez gözümün önünde Yıldızlararası’ndaki gezegen canlanıyor. Halka açık verdiğim konuşmalarda, filmin görsellerini de sıklıkla kullanıyorum. Gezegen yoğunluğundan veya nasıl görünebileceğinden bahsetmek yerine sadece filmdeki gezegenleri gösteriyorum ve herkes ne anlatmak istediğim hakkında az çok fikir sahibi olabiliyor.
Martin Rees
Kraliyet astronomu ve emekli kozmoloji ve astrofizik profesörü, Cambridge Üniv.
İlk ve Son Adam / Yıldız Yapıcı (Last and First Men / Star Maker)
Olaf Stapledon (1930/1937)
İyi bir bilimkurgu okuyucusu olmasam da Olaf Stapledon’un büyük bir hayranıyım. İlk kez öğrencilik yıllarımın geçtiği 60’larda eğlence niyetiyle okumuştum. Ancak şimdi dönüp baktığımda kitapların son derece ileri görüşlü olduğunu söyleyebilirim.
Stapledon’un 1930’lu yıllarda yazdığı İlk ve Son Adam ile Yıldız Yapıcı kitapları harika fikirler barındırıyor. İlk ve Son Adam, gelecek iki milyar yılın ve ilki biz olduğumuz 18 farklı insan türünün hikâyesini anlatıyor. Türler zamanla Dünya’dan ayrılıp farklı gezegenlere dağılıyorlar. Dev bir beyne ve çok küçük bir vücuda sahip türlerden biri, kendi ardıl türünü dizayn ediyor. Yeni türler yaratabilen bedensiz beyin fikri son derece yaratıcı. Bugün benzer fikirler hakkında tartışıyoruz.
Yıldız Yapıcı ise daha geniş bir perspektiften yaklaşıyor. Anlatıcı, Dünya üzerinde başlayıp uzaya gidiyor ve yavaş yavaş diğer yerlerdeki zekâ formlarıyla birleşiyor. Nihayetinde yıldız yapıcı ile tanışıp, Yıldız Yapıcı’nın kendi evrenimizin yanı sıra –bir kısmının bizimkisinden daha iyi çalıştığı- birçok başka evren yaptığını öğreniyor. Evrenlerden biri, kuantum mekaniğinin Everett yorumunun ilginç bir öncüsüdür. Buna göre herhangi bir kuantum belirsizliği ortaya çıktığında, tüm olasılıklar gerçekleşecek şekilde evren bölünüyor. Bir başka evrende ise zaman dışında herhangi bir boyut yoktur. Stapledon bu evrene “müzikal evren” adını veriyor. Tüm bu fikirler, kitabın yazıldığı tarih olan 1930’lu yıllar göz önüne alındığında, son derece yaratıcı bir dehanın ürünleri olarak karşımıza çıkıyor.
Jennifer Doudna
Bir gen düzenleme tekniği olan CRISPR’ın mucidi
Marslı (The Martian)
(Ridley Scott, 2015)
Film, Matt Damon’un canlandırdığı bir astronotun kum fırtınası sonrasında Mars gezegeninde mahsur kalmasıyla başlıyor. Bu noktadan sonra karakter iki büyük sorunla yüzleşiyor: Bunlardan birincisi, son derece çetin çevresel koşullara sahip bu gezegende tek başına hayatta kalmak. İkincisi ise Dünya’dakilerin astronotu geri getirebilmek için bir yol bulabilmesi.
CRISPR adı verilen, DNA dizilerini değiştirme olanağı sunan genom düzenleme üzerine çalışıyorum. CRISPR teknolojisini duyurduğumuz 2012 yılından beridir, Dünya’nın dört bir yanında, insan hücreleri ve çeşitli bitki ve hayvan türleri üzerinde DNA dizileri değiştirme çalışmaları yapılıyor.
Marslı’yı izledikten sonra, Mars seyahatlerinde gen düzenlemesinin nasıl kullanılabileceğini düşünmeye başladım. Örneğin Matt Damon’un oynadığı karakter hayatta kalabilmek için patates yetiştiriyor. Gen düzenleme teknolojisi, patateslerin daha az suya ihtiyaç duyacak şekilde yetişebilmesine potansiyel olarak olanak tanımaktadır ki, bu Mars ortamına daha uygun bir özelliktir.
Kendi gezenimizde çok daha fazla sorun olduğundan dolayı maddi olanaklarımızın Mars’a birkaç insan göndermek yerine Dünya’daki problemlere yoğunlaşması gerektiği savunulsa da insan türü olarak keşfetmeyi seviyoruz. Bunun yanı sıra, Mars gibi bir gezegene gidecek olursak da bu seyahatin teknolojik ve bilimsel çıktıları büyük olasılıkla kendi gezenemiz açısından da önemli olacaktır.