Yaşamımızı yerine getirmemiz gereken ödevler, çözmemiz gereken problemler silsilesi olarak algılamak stresliymiş gibi görünüyor. Aslında bir başka açıdan, yaşamı tüm karmaşıklığı ve belirsizliği içinde bir bütün olarak değerlendirmeye çalışmanın yükünü hafifleterek bizi rahatlattığını da iddia edebiliriz. Çünkü vakit geçiyor, çünkü hayat kısa, çünkü hedefler var, çünkü imkânlar sınırlı vs. diyerek hayatı küçük küçük parçalara ayırıyor ve stresle birlikte genellikle sıradanlığın ötesine geçebilmemize imkân sağlayacak derin düşünmelerden de kaçınmış oluyoruz. Yılın sonuna yaklaşırken ister istemez bu muhasebe hesapları sanki her zaman olduğundan daha fazla meşgul ediyor bizi. Sağdan soldan “yılın …ları ” listeleri yığıldıkça önümüze, atı alanlar Üsküdar’ı geçmişken elden kaçanlar için de yapacak bir şey kalmamış oluyor. Eğer geçmiş yıl için listelenen hayatı büyük ölçüde ıskalamışsak kolay kolay telafi edemiyoruz. Aksi halde geçmişte kalması gerekenin peşinde koşarken yeni yılın, içinde bulunduğumuz zamanın ruhunu da yaşayamayız. Bu sırada geçmiş yılın listelerinin oluşmasına katkıda bulunanlar çoktan yeni meşguliyetlerine yoğunlaşmış oluyorlar. Maksat “an”ı layıkıyla yaşamak değil miydi? Genel eğilimleri, haydi “modayı” diyelim, geriden takip ederek topluma karışamayız. Kendimizi muteber kalabalığın bir parçası gibi hissedemeyiz.
Her ne kadar genel eğilimlere pek aldırış etmediğimi sansam da zaman zaman bir yerlerimden, en çok da kültürden, sanattan, beni de yakaladığı oluyor benzer bir ruh halinin. Gösterimden kalkan bir filmi, gelecek sezon sahnelenmeyecek bir oyunu, geç haberdar olduğum için bilet bulamadığım, benzerine bir daha kim bilir ne zaman rastlayacağım iyi bir konseri kaçırmış olduğum için hayıflanmamak elimde değil. Bu ölçüde olmasa da sanırım dergi takipçiliği boyutunda okurluk açısından da durum benzer. Kaçırmayıp edinmiş olsam bile periyodu içinde vakit ayıramadığım dergileri biriktirip biriktirip sonradan okuyarak arayı kapatmam pek mümkün olmuyor.
Oysa kitaplar için durum farklı. Kitaplar bir yere kaçmıyor. Onlara sonradan ulaşmak güç değil. Uzun süre rafta, rafta olmasa bile çekmecede, depoda, olmadı sahaflarda, bir yerlerde kalıyor. Yani peşine düşülen kitap zahmetli de olsa bir şekilde ele geçiriliyor. Buna rağmen yayınevleri reklam stratejileriyle zaman zaman yukarıda bahsettiğim alışkanlıklardan kaynaklı endişelerimizi kışkırtmak istiyorlar. Kitap okurluğunun gündemini istemeden de olsa bir moda tartışmasına dönüştürüyorlar. Bastıkları kitabı o günlerin yaşantısı için bir gereklilikmiş gibi sunuyorlar. O kitabı okumamızı değil de adeta “o kitabı okuyan kişilerden biri” olmamızı, okuru olarak kitabı her yerde temsil ve müdafaa etmemizi istiyorlar. Toplamda yalnızca kapakları reklam panolarını kaplayan kitapları takip ederek “yılın okuru” olmamızı bekliyorlar.
Geçmiş yıllardan bir reklam anımsıyorum: “Bu yıl herkes bu kitabı konuşacak,” gibi bir slogandı. Hangisi olduğunu şimdi anımsayamadığım kitabı belki hâlâ okumadım. Aynı yazarın bir başka kitabını ilk kez elime aldığımda ise aradan yıllar geçmişti. Sonra benzer şekilde sunulan birkaç kitabını daha okudum. Pek de bir şey kaçırmışım gibi hissetmedim açıkçası. Sahi, ne konuşmuştum o yıl bu kitabı konuşmadıysam? Kitabın konuşulduğu ortamlarda kabahatim ortaya çıkarsa üstüme gelmesinler diye nasıl saklanmış, görünmez kılmıştım kendimi? Herkesten çok uzakta bir yaşam sürdürüyor sayılmazdım. Kitaplardan da uzak değildim. Az çok hatırlıyorum herkesin konuştuğu kitap dururken yerine hangi kitapları sabahlara kadar tartıştığımızı. Pişman olmadım. Tercihimin yanlış olmadığına daha eminim şimdi. Çünkü okuryazar bir yakın arkadaş çevresiyle etkileşim halinde kendi okuma gündemimi oluşturmaya ve takip etmeye çalışıyordum.
Bir uçtan diğer uca savrulmanın lüzumu yok. Tam aksi fikri savunmuyorum. Gayet tabii memleketin ve dünyanın okuma gündemini hiçe sayarak da entelektüel okurluk yolunda pek mesafe kat etmemiz söz konusu olamaz. Bu yolla sevdiğini okuyan, sözde “kendi kendini yetiştiren” ama aslında genellikle kafasına göre takılan biri olur çıkarız sonunda. Bazı özel konuların meraklısı, okuru, yazarı, uzmanı olabiliriz. İddiamız bununla sınırlı kalacaksa sakıncası yok. Kendi çöplüğümüzde öttükçe kimse bizi başka bazı konulara ilgisiz kalmakla kolay kolay suçlamaz. Birilerinin meraksız olduğumuzu düşünmeye ve bu düşüncesini ifade etmeye ise doğal olarak hakkı vardır.
Yazar, editör, yayıncı ve entelektüel olan Calvino’nun meşhur “klasikleri niçin okumalı?” başlıklı denemesinde edebiyat okuruna önerdiği dengeli yol aslında genel entelektüel okur için de geçerli sayılabilir. Kitaplığımızın bir kısmını yakından ilgilendiğimiz konularla ilgili her çeşit kitaba, bir kısmını da çalıştığımız konuların dışında kalan fakat bizim için yönlendirici, ilham verici, değerli olacağına inandığımız kitaplara ayırabiliriz. Calvino’nun hemen ardından ilave ettiği gibi kendi kendimize yapacağımız umulmadık keşiflere de yer ve zaman ayırmayı ihmal etmemeliyiz. Okumak için hiç sektirmeden tamamen olağanüstü ve mükemmel kitapları seçebilsek dahi her bir kitabı ilk karşılaşmamızda bütün mükemmelliği ile kavramamız pek mümkün değildir. “Sıkı okur” reklamların önüne koyduğu listenin etkisi altında kalmadan, kendi izleğini takip ederek her yıl unutamayacağı 20-25 nitelikli kitabı kütüphanesine ekleyebiliyorsa o zaten bir yılın değil, her yılın okurudur artık.