Aydınlanma hareketinin önde gelen düşünürlerinin özlemini çektikleri toplumsal-siyasal düzen konusunda çok sağlıklı olmayan ve tarihsel bilgilere dayanmayan fikirlerin yaygın olduğu bir gerçek. Peki aydınlanmacılar nasıl bir toplumsal-siyasal düzen istiyorlardı?
Bu konuda Afşar ve Ali Timuçin’in 50 Soruda Aydınlanma kitabındaki (1) şu satırlar oldukça derli toplu bir bilgi veriyor:
Aydınlanmacılar nasıl bir toplumsal-siyasal düzen istiyorlardı? Buna en genel anlamıyla bir yasa düzeni diyebilir miyiz?
“Bugünün pencerelerinden baktığımızda o günlerin mutlakyönetimleri çoktan dönemini tamamlamış, artık ortadan silinmesi gereken güçler olarak görünürler. O dönemde mutlakyönetim oldukça yıpranmış olmakla birlikte henüz yerine yeni bir düzen düşündürecek konumda değildi. Mutlak krallar toplumlarını Tanrı’dan gelen bir yetkeyle yönetiyorlardı ya da daha doğrusu öyle olduğunu söylüyorlardı. Krallığın yüce yasaları diye adlandırılan şey adı var kendi yok bir şeydi. Mutlakyöneticiler eskinin krallarına benzemezlerdi: eskinin kralları, özellikle Eskiçağ’ın kralları ortak anlaşmayla, soyluların ortak oyuyla ya da ortak görüşüyle seçilen kimselerdi, onlar sınıf temsilcisi gibiydiler, onların öyle olağanüstü yetkileri yoktu. Mutlakyöneticiler tam anlamında mutlak oldukları için kimseye hesap vermek durumunda değillerdi, bununla birlikte herkese hesap sorabilecek durumdaydılar. Feodalliğin sonunu getirmekte, bir başka deyişle toprak soyluluğunu ortadan silmekte, bu arada sınıflar arasındaki dengeyi koruyarak sınıf çatışmalarını önlemekte, böylece burjuva sınıfının egemen sınıf olmasını sağlamakta onlar iyiden iyiye belirleyici olmuşlardır.
“Ancak yeni yükselen sınıf yükselişini tamamladığında kendisini egemen güç olarak yaşama geçiren mutlak krallarla tersleşmeye başladı. Mutlak kralların sağladığı iyilikler yeni zamanın üreticilerine pahalıya gelmeye başlıyordu. Buna göre şurada burada kral yetkesini daraltma eğilimleri kendini gösteriyordu. Bu eğilimlerin yayılmasında elbet kralların keyfi yönetimleri birinci planda etkili olmuştur. Saray zevk ve safa ortamına dönüştükçe, ayakta kalabilmek için savaşlar açıp savaşların açtığı yaraları kapamak adına yoksulun sırtına yeni vergiler koydukça ve böylece burjuva sınıfının kazanç için gereksinim duyduğu esenlikli toplum düzeninde yaşıyor olma koşullarını her an tehlikeye düşürdükçe bir egemenlik sorunu kendiliğinden ortaya çıkmaya başladı? Burjuvalar ancak mutlak krallarla çıkarları ortak olabildiği sürece kendilerini saraya yakın duyacaklardı, bu ortaklık bozulduğu anda elbet karşıtlıklar kendini gösterecek, hatta düşmanlıklar ortaya çıkacaktı.
“Ne var ki kimsenin aklında mutlakyönetimleri bir güzel yok edip yerine tam anlamında demokratik uygulamalara ağırlık veren cumhuriyetler kurmak diye bir tasarım yoktu. Demokrasiyi mutlakyönetimin yerini alacak bir yönetim için sağlam bir dayanak olarak görmüyordu kimse. Düşünürler demokrasiyi daha başka toplumlar için uygun görseler de kendi toplumları için hiç mi hiç düşünmüyorlardı. Ancak bu baskı rejimlerinin gelişmekte olan sanayiye ve ticarete artık yararlı olmadığı, sermaye düzeninin verimini düşürdüğü de kesindi. Her çağ bir yükselen sınıf getirmiş, bu sınıfların da doğal olarak belirgin bir ana amacı olmuştur. Burjuva sınıfı en yüksek düzeyde kazancı amaçlıyordu, bunu yaparken karşısında mutlak kralları bir engelleyici olarak görmek istemiyordu. Bu koşullar altında yasa fikri gelişti: bir toplumsal sözleşme çerçevesinde kesin yasalar koyulmalı, bu yasalara herkes hiçbir ayrıcalık sözkonusu olmaksızın uymalıydı. Bu da ılımlılaştırılmış mutlakyönetim fikrini doğurdu. Aydınlanma devinimini yanlış anlayanlar onun eksiksiz bir demokrasi arayışıyla belirgin olduğunu düşünürler ki bu kesinlikle yanlıştır.”
Kaynak:
1) Timuçin, Afşar, Timuçin, Ali, 50 Soruda Aydınlanma, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, İstanbul, 2013, ss. 61-63.