Ana Sayfa Bilim Gündemi Hamburgerinizi laboratuvarda yaptırın, dünyayı kurtarın

Hamburgerinizi laboratuvarda yaptırın, dünyayı kurtarın

459
Kaynak: Phong Pham/Alamy

Yaşam alanlarındaki parçalanma ve kayıplar, kirlilik, patojenler, iklim değişimi, yabancı türlerin istilası… Dünyadaki omurgalı türlerinin beşte birini yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakan sebeplerden belli başlıları. İnsanla ilişkili olmayan tek bir etken bile yok. Oregon Devlet Üniversitesi araştırmacılarının yaptığı gibi omurgalı vücut büyüklüğü ölçüt alınarak değerlendirme yapıldığında tablo daha da vahim bir hal alıyor. Memeli ve balıklarda 100 kg ve üzeri canlılar ile amfibi, kuş ve sürüngenlerde 40 kg ve üzeri olanlar, yani nispeten büyük boyutlarından ötürü “megafauna” olarak nitelendirilebilecek omurgalı türleri, diğer omurgalılara göre çok daha büyük tehdit altında: Araştırmacıların bu ölçütle tespit ettiği 300 civarı megafauna üyesi türün %70’inde belirgin nüfus azalması, yarısından fazlasında ise yok olma tehlikesi söz konusu. IUCN’nin (Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği) Kırmızı Liste’sine dahil 39.493 omurgalı türü genelinde bu oranlar sırasıyla %46 ve %21 düzeyinde. Yani omurgalı boyutu büyüdükçe yok olma tehlikesi belirginlik kazanıyor. 6 Şubat’ta Conservation Letters dergisinde yayımlanan çalışmalarında araştırmacılar bu durumun sorumlusunu şu dört sözcükle açıklıyor: İnsanların et tüketme hevesi.

Her bir omurgalı grubuna ait en büyük megafauna üyesi. Sol üst, bir balina türü olan Rhincodon typus; sağ üst, bir kaplumbağa türü olan Dermochelys coriacea; orta sol, beluga adıyla bilinen Huso huso; orta sağ, Afrika fili Loxodonta Africana; alt sol, dev Çin semenderi Andrias davidianus; alt sağ, Somali devekuşu Struthio molybdophanes. Kaynak: Ripple ve ark, 2019.

Araştırmacılar memeli, kıkırdaklı balık, ışın yüzgeçli balık, kuş, sürüngen ve amfibi şeklinde altı gruba ayırdıkları megafauna üyelerinin her biri için en büyük tehdidin et tüketimine yönelik avlanma olduğunu, bunu (özellike Asya ülkelerindeki alternatif tıp yöntemleri bağlamında) tıbbi kullanım, deri veya yüzgeç gibi vücut kısımlarının çeşitli amaçlarla kullanımı ve canlı hayvan ticaretinin izlediğini belirtiyorlar. Yüz bin yılı aşkın süredir uzaktan öldürebilme yetenekleri sayesinde kendi kütlelerini aşan hayvanları tuzağa düşürebildiklerinden insanlar “süper-avcılar” olarak nitelendiriliyor. Nitekim son 500 yılda insan faaliyetlerine bağlı olarak nesli tükenen omurgalı oranı %1’e yakın; bu oran megafauna söz konusu olduğunda 2 katına çıkıyor. Üreme döngüleri daha yavaş ve zahmetli olduğundan megafauna mensupları her türlü kayıp ve zarardan daha fazla etkileniyor. Ortaya konan ististikler, insanın et yeme aşkına doğrudan veya dolaylı biçimlerde kurban giden bu hayvanların ortadan kalkmasının an meselesi olduğunu gösteriyor. Öyle ki yaşam alanlarını veya doğrudan kendilerini bu hızla tüketmeye devam edersek her 5 megafauna üyesinden 3’ünün nesli tükenecek. Bu da ekosistemler üzerinde sayısız zincirleme etkiyi beraberinde getirecek. Peki bu gidişata dur demenin bir yolu var mı? Diğer bir deyişle, et yememek mümkün mü?

Et yemek ya da yememek

Aslında cevap evet de olsa hayır da olsa kabul edilmesi gereken bir gerçek var: Uzun vadede et yemekten vazgeçmek zorunda kalabiliriz. Zira Birleşmiş Milletler ve Amerikan Kimyacılar Topluluğu’nun verilerine göre 2050 itibariyle karnı doyurulacak insan sayısı 9,6 milyara çıkacak; bu da hayvancılık oranının %73 artırılması anlamına gelecek. Mevcut düzeydeki hayvancılığın sera gazlarının %15’inden sorumlu olduğu ve 1 kg et üretimi için 15.400 litre suya ihtiyaç duyulduğu göz önünde bulundurulursa 20 yıl sonra et tüketiminin maliyeti sürdürülebilir olmaktan iyice uzaklaşacak. Tam da bu sebeple Google’ın eşkurucusu Sergey Brin’den Bill Gates’e ya da Twitter’ın kurucuları Biz Stone ve Evan Williams’a, ete alternatif üretmeye çalışan araştırma-geliştirme çalışmaları geleceğe yatırım yapmak isteyenlerin gözlerini diktiği bir alana dönüştü. Hatta en son 6 Şubat’ta Washington DC merkezli Good Food Institute, geleneksel ete alternatif üretmeye çalışan 14 projeye toplamda 3 milyon dolar hibe edeceğini açıkladı. Bunlardan sekizi bitki tabanlı proteinlerle, altısı laboratuvar ortamında üretilen etlerle ilgili çalışmalar. Peki gelişmeler umut vaat ediyor mu? Hem evet hem hayır…

Evet, çünkü laboratuvar ortamında yetiştirilen et konusunda, işlemin ilk başarılı sonuç verdiği 2013 yılından bu yana çok mesafe kat edildi. Maastrich Üniversitesi’nden damar biyolojisi konusunda uzman Mark Post’un inek kök hücrelerinde yola çıkarak yaptığı laboratuvar hamburgeri o zamanlar biraz pahalıya malolmuş, 250 bin Euro kadar tutmuştu. Bugün 140 gramlık lab-burgerin maliyeti 500 Euroya kadar düşürülebildi. İnce bir dilim laboratuvar etini ise 50 dolara üretmek mümkün. Post’un yapay etinin tadında da ilerlemeler oldu. Kas hücrelerinden elde edildiğinden hiç yağ içermeyen lab-burger biraz yavandı. Şimdilerde doku mühendislerinin en büyük uğraşı yağ hücrelerini tetikleyerek veya hücrelerin beslenip büyütüldüğü kültür ortamlarını zenginleştirerek lezzet açısından gerçek ete daha yakın bir tada ulaşmak. Ne de olsa iş maliyeti düşürmekle bitmiyor; binlerce yıllık et tutkusunu tatmin edebilmek için son tüketiciye eti aratmayacak bir tat sunmak gerekiyor. Bitki proteinlerinden elde edilen etler tam da bu sebeple, sahip oldukları süngerimsi tat yüzünden aynı derecede ilgi çekmiyor. Araştırmalar inek, domuz, balık gibi yaygın tüketilen hayvanların kaslarından türetilen ve doku mühendisliği marifetiyle yağ hücreleriyle birleştirilmeye çalışılan yarı-yapay etler üzerinde yoğunlaşıyor.

Bir nevi hücre tarımı olarak nitelendirilen bu gelişmelerin yeterince umut vaat etmediğini düşündüren etkense, para. Yukarıda bahsi geçen bağışlar, devletin desteği olmadıkça yetersiz kalıyor. Örneğin lab-burgerin başlatıcısı Hollanda açısından başlangıçtaki 250 bin Euro’luk maliyet ağır gelmiş olacak ki mali kaynaklar daha az riskli buldukları, disiplinler arası ortaklık gerektirmeyen bitki tabanlı proteinlere aktarılmış. ABD’de de durum çok farklı değil. Doku mühendisliği araştırmaları daha ziyade Ulusal Sağlık Enstitüsü tarafından fonlanıyor; fakat ağırlık biyomedikal uygulamalarda. Besin teknolojilerinin ana destekçisi Tarım Bakanlığı ise bu alana yeterince yatırım yapmıyor. Bu da teknik zorlukların aşılma sürecini uzattığı gibi mevcut sanayiyi, laboratuvar yapımı etleri kitlelerle buluşturmaya ehil bilimsel ve mühendislik uzmanlığından yoksun kılıyor. Üstelik akademik araştırmaların yeterince destek görmediği bu ortamda, özel şirketlerin ilerlemelerini ticari sır diyerek saklamaları durumu güçleştiriyor.

Yine de ne olursa olsun umutlanmak için sebep çok. Enerji, su ve toprak kullanımını çok daha aşağı çekmek, ekosistemlerde yaratılan tahribatı gidermek, son halkada bu ekosistemin üyeleri olan hayvanların ve tabii kendi türümüzün devamlılığını sağlamak gibi kazançlar söz konusuysa madem, azıcık tat kaybına razı gelinemez mi? Silikon Vadisi’nin besin teknolojisi şirketlerinden Impossible Foods’un kurucusu Patrick O. Brown üstlendikleri misyon açısından fark yaratacak asıl tüketicinin iflah olmaz etseverler olduğunu hatırlatıyor ve ekliyor: “Her geçen gün daha iyiye gidiyoruz ve daha da iyi olacağız. İneklerin yapamayacağı kadar iyi…”

 

Kaynak

1) Ripple J. William ve ark., “Are we eating the world’s megafauna to extinction?”, Conservation Letters, 6 Şubat 2019.
2) Elie Dolgin, “Sizzling interest in lab-grown meat belies lack of basic research”, Nature News, 6 Şubat 2019.
3) Melissae Fellet, “A Fresh Take on Fake Meat: Can scientists deliver a meatless burger that tastes good and will not harm the planet?”, ACS Cent. Sci., 2015, 1 (7), pp 347–349.

 

Önceki İçerikBüyük adamların küçük sözleri
Sonraki İçerikBüyükanne etkisi: Kadınların vazgeçilmezliğine evrimsel bir kanıt