Hatırlayanlar olacaktır; birkaç yıl evvel bir haber başlığı sosyal medyada çokça paylaşılmış, espri konusu olmuştu: “‘Kant felsefesi’ tartışması kanlı bitti!” Rusya’da küçük bir dükkânda, iki kişi arasında Kant’ın görüşleri üzerine başlayan tartışma kavgaya dönüşmüş ve sonunda taraflar yumruklaşmış, biri diğerini silahla yaralamıştı. Haber böyle sunulmuş olsa da Kant’ın hangi fikri üzerine nasıl bir uzlaşmazlık sonucu bu noktaya gelindiği açık değildi. Kaldı ki şiddeti gündeme getiren nedenin gerçekten felsefe olduğuna hâlâ inanmıyorum. Kitap uğruna hiç kan dökmedim veya yumruklaşmadım, fakat çok yakın dostlarımla kısa süreli dargınlıklara varan tartışmalar yaşamadığımı söyleyemem. Neyse ki kan dökülmemiş olması o günleri gülümseyerek anımsamamı kolaylaştırıyor şu an. Geçmişe bakınca kitapların hırçınlığımın nedeni değil, bahanesi olduklarını anlıyorum.
İnsan için yazılı kültürün tarihi günümüzden birkaç binyıl geriye gidiyor. Simgesel kültürümüz aşağı yukarı 150 binyıllık bir geçmişin ürünü. İnsansıların evriminin birkaç milyon yıllık hikâyesi göz önünde bulundurulduğunda süre hayli kısa. Bugün kitap dediğimizde çoğumuzun ilk aklına gelen roman, edebi tür olarak 4 yüzyıl önce ortaya çıktı. İnsan ve toplum bilimleri dediğimiz disiplinlerin geçmişi yaklaşık 3 yüzyıl. Gılgamış’tan bugüne milyonlarca eser yaratıldı. Yüz binlercesine şaheser dedik. Bu eserler kataloğunu her gün genişletmeye devam ediyoruz. Dünyanın eski ve yeni bütün dillerinde üretilen metinlerin evreni sonsuz. Aynı sonsuz evren kendi sınırlarını her gün yeni yaratılarla, çeviriler yoluyla farklı dillerde yeniden yaratılanlarla genişletmeye devam ediyor.
Sıkı bir okurunsa ömrü boyunca hakkıyla okuyabileceği kitap sayısı 4 ilâ 5 bin civarında. Aynı kitabı iki kez üst üste okuduğumuzda dahi bambaşka okuma deneyimleri yaşarız. Ardışık olmazsa eğer bu iki deneyim zamana, mekâna, yaşımıza, hayat tecrübemize, entelektüel birikimimize bağlı olarak bambaşka biçimlerde zenginleşebilir. Öyleyse tek bir kitabın dahi sonsuz okuma deneyimi vaat ettiğini iddia edebiliriz. Rafta duran her kitabın sonsuz deneyiminin değeri tabii ki denk değildir. Kültür tarihinde yeri olan kitaplar vardır. Bazılarının “kutsallığı” konusunda milyonlarca okurunun kanaat birliği vardır. Kutsal metinler gibi bir inançlar ve ritüeller sistemi kurmasa da en az onlar kadar etkili olmuş başka kitaplar da vardır. Köklü sosyal veya kültürel dönüşümlere ilham vermişlerdir, kimi zaman olan bitenin başlıca nedeni olarak görüldükleri için otorite tarafından ateşe verilmişlerdir.
Kitap örgütleyicidir. Bir kişi için bile sonsuz sayıda okuma deneyimi vaat ederken, kitleler tarafından okunup benimsendiğinde sınırları öngörülemeyen bir anlam genişlemesi yaşar. Okurların zihinlerinde yazarının niyetini çok aşan anlam dünyaları kurar. Bu ortak dünyalar bireylerin bir araya gelip gruplar oluşturmasına zemin hazırlayabilir veya mevcut gruplardan bazılarının görüşlerini birlikte değiştirmelerine neden olabilir. Dinlerin, mezheplerin, kültürel kimliklerin, herhangi bir maksatla bir araya gelmiş geleneksel veya modern, küresel veya yerel gruplarda, mensuplarında bunu gözlemek mümkündür.
İnsanlar gruplar oluşturabilmek için iletişim ve etkileşimde bulunmak zorundadırlar. Bir metinden birlikte ilham alanlar anlamını sabitlemeseler de onu sınırlayabilecekleri ortak bir çerçeve kurabildikleri ölçüde grup kimliği kazanırlar. Ortak anlam dünyasını olabildiğince bu sınırların içinde kalarak zenginleştirmeye, hayatı ve dünyayı bu çerçeve içinde açıklamaya çalışırlar. Aynı metne dair ve diğerlerine karşı kendi yorumlarını hâkim kılamadıkları sürece başka yorumlarla karşılaşmak istemez, hatta bundan kaçınırlar da. Farklı bir yorumla karşılaşma grubun birliğini zedeleme ihtimalini tehdit olarak içinde barındırır. Bir tarikatın mensuplarını manastıra kapatma çabası, toplumdan ayırıp bir köyde veya bir kalede izole etme arzusu bu tehdide karşı oluşur. Örgütlenme dediğimiz şey birleştirici olduğu kadar dışlayıcıdır da. Doğduğu ortamda otorite kuramayan grup Nuh’un gemisiyle mensuplarını ve mümkünse “dünya nimetlerini” hayatı yeniden kurabileceği başka bir evrene, taşımak ister. Peygamberlerin hayat hikâyelerinde “hicret” kurucu motiflerdendir. Peygamberlik rüştünü muhacirlikle sınar ve ispat eder. Sonra da sıra geri dönüp düşmanı telef etmeye, yani cihada gelir.
Nuh’un gemisi eski çağlarda belki mümkündü; bugün değil. Modern dünyada bir anlamı kendimize veya mensubu olduğumuz gruba mal ederek onu kendimize saklamamız olanaksız. Kurmak istediğimizi sandığımız pürüzsüz yaşamı belli bir uzayzamana hapsederek onu dış etkilerden ilelebet koruyamayız. Kendimizi veya grubumuzu sakınamayacağımız gibi tüm insanlığı da bir veya birkaç kitaba göre aynı zihinsel kalıba dökemeyiz. Karşılaşmanın, bir arada olmanın kaçınılmazlığını idrak edebilirsek, belki çarpışma ve çatışma yerine müzakere alanının da varlığını sürdürmesi için bir şeyler yapmamız gerektiğine ikna olabiliriz. Bütünüyle veya kısmen kutsallaştırdığımız kitapları menfaatlerimize siper ederek herkes için geçerli çözümler üretemeyiz. Bunun yerine kutsal saydığımız önermelerin hangilerini gözden geçirip tartışmaya açmamız gerektiğini bir kez daha düşünelim. Sonra bir kez daha, sonra bir kez daha…