Ana Sayfa Genel Üniversitede bilginin metalaşma süreci

Üniversitede bilginin metalaşma süreci

1424
0

İnsanlık kendi tarihi boyunca varlığının özüne ilişkin sorulara sistematik ve tutarlı yanıtlar aramaya çalışmıştır. Bu sistematik merak, özne ile nesne arasındaki ilişkiyi veren bilginin değerli hale gelmesini sağlamıştır. “Bilgi mi önce gelir yoksa olgular mı önce gelir?” sorusu felsefenin konusu olduğu için bu yazının sınırları dâhilinde tartışılacak bir konu değil. Bu nedenle bilginin dolaşımı, toplumsal açıdan anlamı, metalaşması ve kurumsal değerini tartışmaya açmak daha doğru olacaktır. Bu bağlamda, üniversitenin geleneğini, tarihsel gelişimini ve toplumsal açıdan konumlanışını ele almak gerekiyor.

Üniversite tarihsel olarak, ortaçağ Avrupa’sında ortaya çıkan ve bilginin üretimini değil, bilginin muhafaza edilmesini amaçlayan bir kurumdur. (1) Bu açıdan bakıldığında üniversite, ilkçağda ortaya çıkan ve köleci toplumun ilginç özelliklerini barındıran Platon’un Akademisi’nden ayrılmaktadır. Üniversiteyi ortaya çıkaran dinamikler, ortaçağ Avrupa’sının kendine özgü toprağa dayalı mülkiyet biçiminde yatmaktadır. Bu dönemde üniversite bilginin gücünü teolojiden ve verili olan tekniğin belli açılardan korunmasından almaktadır. Toprağa bağlı üretim ilişkisi, durağan bir toplumu beslemekte ve bu durağan toplumun gereksinimleriyle birlikte, yükselen nüfus artışı ve toplumun yapısını belirleyen yapısal özellikler, öğrenimin yeniden örgütlenmesi ihtiyacını doğurmuş ve bilginin aktarımında yeni bir kurumsallaşma olan üniversiteyi ortaya çıkarmıştır. Bu noktada üniversite, verili olanın korunması ihtiyacının ürünü olarak algılanabilir. Nitekim ortaçağın düşünsel yaşamını tarif ederken ana öğelerden biri olan skolastik düşünce yapısı gene üniversite kaynaklıdır. Kelimenin kökenine inildiğinde görülür ki; “scholar” Latince’de “okullu”anlamına gelen ve 16.yüzyılda beşeri bilimler yandaşlarının mevcut üniversite yapısına dair tanımlamalarında kullandıkları bir kelimedir. (2)

Üniversite böyle bir geleneğe doğmuştur ama onun yapısının durağan olduğunu kabul etmek ise tarihi anlamamak olurdu. Tarihçi E. H. Carr Tarih Nedir? adlı eserinde tarihçinin görevinin geçmişi anlamak ya da kendisini geçmişten kurtarmak değil, bugünü anlamının anahtarı olarak onun üstünde çalışmak ve anlamak olduğunu belirtiyordu.(3) Elbette bu ifade yalnızca tarihçiye ilişkin bir görev biçmek değildir. Öyleyse üniversitenin tarihini anlamak için de bu tarihi toplumsal koşulların ürünü olarak okumak gerekiyor. Kapitalizmin 14. ve 15. yüzyıllarda merkantalizm biçiminde ortaya çıkışı toplumun düşünce hayatında ve bilginin aktarımında da değişimler yaratmıştır. Hiçbir sınır tanımayan ilkel birikim dönemi önündeki engelleri aşarken, ufukları teoloji ile sınırlı mevcut üniversite yapısını yavaştan değiştiriyordu. Bilgi artık sadece muhafaza edilen ve iktidarı gökyüzüne ötelemenin bir aracı olarak değil, aynı zamanda üretilen ve değerlenen bir nesne olarak görülüyordu. Bu ise bilginin metalaşması sürecinin önünü açmış ve üniversitelerde yeni oluşan bilgilerin farklı disiplinler altında toplanmasına neden olmuştur. Bu durum üniversitedeki ders programlarının değişimini, toplumu ve doğayı başka türden değerlendiren bir algı yapısını ve kendine özgü insan tipini yaratmıştı.

Üniversite tarihsel olarak, ortaçağ Avrupa’sında ortaya çıkan ve bilginin üretimini değil, bilginin muhafaza edilmesini amaçlayan bir kurumdur. Bu açıdan bakıldığında üniversite, ilkçağda ortaya çıkan ve köleci toplumun ilginç özelliklerini barındıran Platon’un Akademisi’nden ayrılmaktadır.

Bu dönemde, yeniçağda, bilgi sadece küçük bir rahip grubunun değil, daha geniş kesimlerin ulaşabildiği bir nesne haline gelmiştir. Bilgi kendinde nesne olmaktan çıkmıştır, üretilen bir nesne haline gelmiştir. Bundan sonra bilgi toplumsallaşmış bilgi olarak değerlendirilecektir. Metalaşmış ve alınıp satılabilen ve üzerinde hak iddia edilebilen türden bir nesnedir bilgi. Bu nedenle meta özelliği taşıyan her ürün gibi bilgi de özellikle 19. yüzyıldan sonra kendi üreticisinin yabancılaştığı bir hale bürünmüştür. Üniversite ise aynı dönemde, toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda alanını genişletmiş, teolojik kökenli bilgi yerine beşeri kökenli bilgiye doğru yönelmiştir. Bu üniversitenin kendi tarihi açısından bir kopuştur.

Bilginin metalaşması ve aktarımı

Marks, Engels ile beraber kaleme aldığı ünlü eseri Komünist Parti Manifestosu’nda burjuvazi için şöyle bir tanım yapıyordu: “Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve sonunda insanlar kendi hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyor.”(4) Genç Marks ve Engels bu değerlendirmelerinde dönemin ruhuna uygun olarak burjuvazinin ve dahası kapitalizmin tüm engelleri yıktığını belirtiyordu. Üniversite ve bilginin üretimi açısından da bu durum böyledir. Her türlü bilginin dolaşımı yukarıda bahsedilen tarife uygun bir biçimde katı olan her şeyi buharlaştırıyor ve kutsal olan her şeyi dünyevileştiriyordu. Diğer yandan kalıplarına dayanamayan bilgi, üniversite içerisinde kapitalist üretim ilişkilerinin ihtiyaçları doğrultusunda değer kazanıyor ve ilerliyordu. Yeniçağın bilim dünyasına bakıldığında kimi teknik unsurlarda, tarımsal alanda ve iktisatta gelişen bilginin “kıymet-i harbiye”sinin (etki, değer, geçerlilik) olduğu açıkça gözlemlenebilir.

Elbette bilginin metalaşma süreci bir günde ortaya çıkmış veya yalnızca kapitalizmin doğurduğu bir durum değildir. Bilginin alınır satılır bir ürün olması insanlık tarihi kadar eskidir. İlkçağlarda bilgiye sahip olanların iktidarın önemli bir parçası olması tarihsel bir gerçektir. Diğer yandan toprağa bağlı yaşamın ürünü olarak ortaçağda bilgi alınır satılır bir konumdan çıkmıştır. Bir ortaçağ özdeyişinde “Bilgi Tanrı’nın armağanıdır; onun için satılamaz.” denmektedir. Ancak feodalizmin kendi bağrından çıkan kapitalizm gibi, bu özdeyişin aksi niteliğinde nüveler ortaçağda da bulunmaktaydı. Bilginin toplumsallaşmış bilgi haline gelme serüveni böyledir.

Bilginin aktarımı süreci ile ortaya çıkan toplumsallaşmış bilgi kavramı, beşeri bilimlerin ürettiklerinin ürünüdür. Kapitalist iktisat yasaları, burjuvazinin kendi içerisindeki rekabetinin, yeni yatırımları ve teknolojik ilerlemeyi getirdiğini söylemektedir.(5) Bu durumdan çıkartılacak sonuç şudur; toplumsallaşmış bilginin iki özelliğinden birisi yatırımların, diğeri ise teknolojik ilerlemenin ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıkmıştır.

Burjuvazinin yeni yatırım araçlarına yönelmesi ve teknolojik gelişimlerin üretim verimliliğini artırması ve bununda artan kâr oranlarına sahip olması ise diğer bir iktisadi yasallıktır. Teknolojik gelişim ise bilgi üretim sürecinin muazzam bir biçimde genişlemesi anlamına gelmektedir. Bu muazzam genişleme ise diğer şeylerde olduğu gibi, üniversite içerisinde üretilen bilginin dağıtımında, üretilen bilginin metalaşmasını doğurmaktadır.

Düşün hayatı üzerindeki özel mülkiyet yapısı rahatlıkla göze çarpmaktadır. Ancak bunun yalnızca telif hakkı veya atıf yapma üzerinden algılamak hatalıdır. Bilginin üretimi doğrudan özel mülkiyetin konusu haline gelmiştir. Özel mülkiyet bilgiyi üretene ait olabileceği gibi, onun boyunu aşan bir kurumsallığa da ait olabilir. Bilginin oluşumu, metalaşması ve aktarımı, özel mülkiyetin gelişmesi ve yavaş yavaş akademik kurullara hâkim olmasını sağlamaktadır. Bugün üretilen bilimin ve bilginin üniversite içerisindeki anlamı bundan başka bir şey değildir. Yalnızca gelire yönelik bir üretim, kısa veya uzun vadeli, özel mülkiyeti beslemektedir.

Üniversitenin değişiminin tarihsel uğrakları ve bugün

Kapitalizmin gelişimi ve yavaş yavaş hâkim üretim biçimi haline gelmesinin, üniversiteyi belli bir değişime uğrattığını daha önce ifade etmiştim. Şimdi ise üniversitenin değişiminin tarihsel uğraklarına yoğunlaşmak gerekiyor. Delanty’e göre üniversite, “kültür olarak bilgi” ile “bilim olarak bilgi” arasında iletişimi sağlayan bir kurumdur.(6) Bu doğru olmakla beraber eksikli bir tanımdır. Üniversite bunun ötesinde toplumsal yaşantının ihtiyaçlarına göre siyaset, ideoloji, kültür ve bilim üreten bir kurumdur. Buradan anlaşılacağı üzere üniversitenin tarihsel uğrakları ancak mevcut toplumsal sistemin bir ürünü olarak kavranabilir.

Üniversitenin tarihi kabaca iki döneme ayrılabilir: Birincisi 15.-19. yüzyıllar arası, diğeri ise 19. yüzyıldan günümüze kadar olan dönem. İlk döneme damgasını vuran aydınlanma ve serbest rekabet dönemine dair düşünceleri yukarıda özetlemiş olduğumdan, ikinci döneme odaklanmakta fayda var. 19. yüzyılın ortasından itibaren üniversite, günümüz akademik kurumsallaşmasını tamamlayan, toplumsal yapı ile işbirliği içerisinde bulunan ve 20. yüzyıldan itibaren giderek emperyalist-kapitalist sisteme entegre olan yapısına kavuşmuştur. Bu yapı içerisinde başat rol oynayan dinamik, bilginin metalaşma sürecidir. Artık beşeri bilimler, geçmişte teolojik kökenli disiplinlerin mistik bir kaynağa düzenlenmesi gibi, piyasa mitine bağlı bir biçimde gelişmektedir. Elbette 20. yüzyıla damgasını vuran sosyalist deneyim üniversiteyi farklı saiklerle etkilemiştir. Bu yazı emperyalist-kapitalist sistemin üniversitelerine odaklandığı için bu etkileri konu dışında bırakıyorum. Ancak belirtmek isterim ki; sosyalist deneyimin üniversite yapısı kapitalizmin üniversitelerini de etkilemiş ve bir dönem bilginin metalaşma süreci ile piyasa mitinin kutsanması duraklamıştır. Sosyalizmin çözüldüğü bir dünyada ise bu iki başat süreç birbirini besleyen ve bilim emekçisi için amentü haline gelen bir yapıya bürünmüştür.

19. yüzyılın ortasından itibaren üniversite, günümüz akademik kurumsallaşmasını tamamlayan, toplumsal yapı ile işbirliği içerisinde bulunan ve 20. yüzyıldan itibaren giderek emperyalist-kapitalist sisteme entegre olan yapısına kavuşmuştur.

Yukarıda sözü edilen süreçten Türkiye’nin üniversiteleri de azade değildir. Türkiye geç kapitalistleşen, dolayısıyla üniversite kurumsallığını kapitalist toplumlardan devşiren bir ülke olmuştur. Diğer yandan bir dizi tarihsel sebeple Türkiye’nin üniversiteleri sosyalist deneyimden etkilenmiş ve kendi tarihsel geleneği gereğince üniversitelerinde kamucu ve adanmış bireyler yetiştirmiştir. Bu sebeple Türkiye’de üniversiteler uzunca bir süre ilericiliğin kalesi olmuştur.

Bugün ise hem Türkiye’de hem de dünyanın geriye kalanında üniversiteler, sosyalist deneyimin ardından kalan bir dönemde yeniden oluşturulmaktadır. Türkiye’de YÖK tarafından sıkça dillendirilen araştırma üniversitesi ve sanayi-üniversite işbirliği istekleri kapitalist toplumun diğer ülkelerinde uygulanan süreçlerle aynı etkilere maruz kalmaktadır. Üniversitenin bugünü bilginin metalaştığı, özel mülkiyetin fikirsel düzeyde üretildiği ve piyasanın amentü haline getirildiği yerlerdir. Buradan çıkış için, tıpkı 15. yüzyılda kapitalizmin ilk öncülerinin yaptığı gibi bir kopuş gereklidir.

Tezler ve sonuç

İçinde bulunduğumuz süreçten kopuşun yaratılması gerektiğini belirttik. O halde bu konuda bir tartışma ortamı yaratacak kimi önermelerde bulunmak da bu yazının görevleri içerisindedir.

1) Bilgi insanlığın çevresindeki nesneler ile kendi öznesi arasında kurduğu sistematik ilişkinin bir diğer adıdır. Üniversitede bu nesnenin toplumsallaşmış biçiminin üretildiğikurumdur. Bu ikisi arasındaki ilişki bilginin metalaşması ile olanaklı hale gelmektedir. Bu durum insanlığın gelişimi açısından artık kabul edilemez durumdadır. Çünkü bu yolla bilgi ilkçağlara özgü olan ve toplumsal eşitsizliği konsolide eden bir yapıya bürünmektedir.

2) Her insan yarattığı eseri sahiplenmek, korumak ve yüceltmek ister. Bu doğal karşılanabilecek bir olgudur. Diğer yandan bilginin metalaşma sürecinin önüne geçilmesi gerekmektedir. Metalaşma sürecinin önüne geçilmesi için ise düşünsel alanda özel mülkiyetin kırılması yetmez. Bilgi üretim sürecinin merkezleri olan üniversitelerde, bu anlayışın mahkûm edilmesi gerekmektedir. İnsanlar yarattıkları eserlerin ancak toplumsal ilerlemenin bir parçası olarak gördüklerinde bu anlayış mahkûm edilebilir.

3) Anarşist siyaset adamı Proudhon: “Mülkiyet hırsızlıktır.” diyordu.(7) Bir dizi tarihsel ve ekonomik gerçeklik sebebiyle eksikli olan bu ifade bilginin üretim sürecinde anlamlı bir hale gelebilir. Elbette bu akademik kurullarda hiçbir kural tanınmayacağı, hiçbir eserin kişisel isimle yayımlanmayacağı veya atıf yapmanın özel mülkiyeti doğurduğu söylenemez. Bu toplumsal gerçekliği hafife almaktır. Üniversiteyi kısırlaştıran şey; kaynakların piyasa yönünde kullanımıdır. Sıkıntı buradadır. İktisadi özendiricilerden olan ücret makasının açılması veya verimliliği artırıcı kimi uygulamaların konulması üretimi teşvik etse bile, verimliliği değil, israfı pompalamaktadır. Bu nedenlerle ünlü bir sosyal bilimci olan Terry Eagelton akademinin statükonun hizmetçisi olduğunu ve ölümünün yaklaştığını ifade ediyordu.(8)

4) Üniversitenin ölüm fermanını imzalamasının önüne geçilmesi için:

  1. a) Üniversitenin piyasadan özerk bir yapıya büründürülmesi,
  2. b) Toplumsal yapının ihtiyaçlarının gözetilmesi için üniversite içerisinde kimi yapıların kurulması,
  3. c) Bilginin metalaşma sürecinin önüne geçilmesi için üniversitenin kurumsal yapısının yeniden oluşturulmasına, ihtiyaç duyulmaktadır. Bu bağlamda üniversiteyi toplumsal eşitsizliğin üzerine giden bir kurumsallaşma gerekmektedir. Bu kapitalist toplum içerisinde ancak kısmi olarak başarılabilecek bir şeydir.

Toparlamak gerekirse bilginin metalaşma süreci üniversiteye zarar veren, onu eski tür bir skolastik yapıya büründüren sürece hızla itmektedir. Bu nedenle üniversitede kimi bilimler göz ardı edilirken, diğerleri ise sadece kâr-zarar denklemi üzerine kurulan bir işletme gözüyle bakılmaktadır. Bu kısırlaştırıcı olduğu kadar toplumsal kaynakları heba eden bir süreçtir. Böyle bir yapıdan kopuş zorunludur. Latince bir özdeyiş: “Anlamadıkları şeyleri kınarlar.” demektedir. Bugünün egemenleri bizim bu söylediklerimizi anlayamazlar; çünkü onların ufku sınırlıdır. Biz, bu ufku dar olanlara karşı avantajımızı iyi kullanmalı ve tarihsel gereklilikleri yerine getirmeliyiz. Başka türlü bir yol mümkün değildir.

Dipnotlar:

1) Peter Burke, Bilginin Toplumsal Tarihi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000, s.34-35.

2) a.g.e, s. 22.

3) E. H. Carr, Tarih Nedir?, Birikim Yayınları, 1980, s. 32.

4) K. Marx – F. Engels, Komünist Parti Manifestosu, 1848, s.25.

5) K. Marx, akt. Büyüme Teorilerine Genel Bakış

6) G. Delanty, (2001), “The University in the Knowledge Society”, Organization, 8(2), s. 149-153

7) P. J. Proudhon, Mülkiyet Nedir?, 1841.

8) Terry Eaglaton, The Death of Universities, The Guardian, 2010.

Kaynak:Bilim ve Gelecek, Sayı:84, Şubat 2011 s.56-58