Ana Sayfa Bilimin Öncüleri Bilimin Öncüleri: Leonardo da Vinci (1452-1519)

Bilimin Öncüleri: Leonardo da Vinci (1452-1519)

3180

Eşsiz ressam, seçkin yontucu ve filozof, yaşa­dığı dönemin en büyük mucit ve deneyci bilim insanı.

… işte insanlığı sanata, bilgiye ve doğaya açan Rönesans’ın simgesi Leonardo da Vinci!

“Mona Lisa” ve “Son Yemek” tablolarının ya­ratıcısı Leonardo’nun sanat dünyasındaki yüce konumu hemen herkesçe bilinen bir gerçek. Ama bilim insanı kimliği için aynı şey söyle­nemez. Bir kez, yüzyılımıza gelinceye dek bu kimlik sanatçı kişiliğinin gölgesinde ya gözden kaçmış, ya da, önemsenmediği için unutulmuş­tur. Sonra, bu unutulmuşlukta Leonardo’nun kendi sıra dışı tutumunun da payı vardır. Bilim­sel çalışmalarını yayımlamaktan özenle kaçındı­ğı gibi, tuttuğu notları düpedüz okumaya elvermeyen kendine özgü bir yöntemle kaleme almış­tı (400 yıl mahzende kalan, çizimleriyle birlikte yaklaşık 5000 sayfa tutan bu notlar sağdan sola doğru yazıldığı için ancak aynada yansıtılarak okunabilmiştir).

Leonardo, yaşam boyu biriken gözlemsel bul­gularını; botanik, jeoloji, coğrafya, anatomi ve fizyoloji alanlarındaki inceleme sonuçlarını; mi­marlık, şehir planlama, su ve kanalizasyon pro­jelerini; savaş teknolojisine ilişkin buluş ve icat­larını bu notlarda saklı tutmuştu. Notların yüz­yılımızın başında gün ışığına çıkarılmasıyla dev sanatçının aynı zamanda, ilgi alanı son derece geniş büyük bir bilimadamı olduğu kesinlik ka­zanır. Notlar sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan bilimsel buluş ve atılımların pek çoğunun ipuç­larını içermekteydi.

Leonardo mesleğinde cerbezeliğiyle tanınan hukukçu bir baba ile köylü bir hizmetçi kızın ev­lilik dışı çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Doğar doğmaz dede evine uzaklaştırılan bebek anasını hiç görmemenin acısıyla büyür. Babasının ilk yıllardan başlayarak eğitimiyle yakından ilgi­lenmesi çocuk için belki de tek teselli kaynağı olur. Okul yıllarında en çok matematik prob­lemlerini çözmede gösterdiği üstün yetenekle dikkatleri çeken çocuk, bir yandan da yaptığı güzel resimlerle çevresinden hayranlık toplu­yordu. 16 yaşına geldiğinde dönemin tanın­mış artisti Andrea del Verrochio’nun yanına çı­rak olarak girer. Ustasının gözetiminde coşkuy­la işe koyulan delikanlı çok geçmeden ağaç, mermer, kil ve metal işlemede büyük beceri ka­zanır. Olağanüstü yeteneklerini gören usta çıra­ğının Latin ve Grek klasikleriyle felsefe, mate­matik ve anatomi üzerinde öğrenimini sürdür­mesine yardımcı olur. Öyle çok boyutlu bir öğre­nim, Verrochio’ya göre, gerçek bir sanatçı için vazgeçilmez bir gereksinimdi.

Simya, astroloji ve büyü türünden uygulamaları aldatmaca bulduğunu açıkça söyleyen Le¬onardo, doğayı neden-sonuç ilişkisi içinde dü¬zenli, nesnel bir gerçeklik olarak algılıyordu.

Çıraklık dönemini 26 yaşında noktala­yan Leonardo başvurusu üzerine Artistler Loncası’na kabul edilir. Artık, kendi yönünü çizme, geleceğini kurma özgürlüğüne kavuşmuş de­mekti. Büyüleyici resim ve yontularının yanı sı­ra ortaya koyduğu mühendislik projeleriyle Düklerin ilgisini kazanan genç adam, yaşamını sırasıyla Floransa, Milano, Roma saraylarında sürdürme olanağı bulur; son üç yılım ise Fran­sa’da Kral Francois Fin koruyuculuğunda geçi­rir.

Leonardo çok yönlü etkinlikler içinde sürekli uğraş veren bir kişiydi, ancak yeterince dirençli değildi. Çoğu kez, coşkuyla üstlendiği bir çalış­mayı bitirmeden, daha çekici bulduğu başka bir işe yönelir, yeni serüvenler arkasında koşardı. Asıl tutkusu sanattı kuşkusuz. Sanat dışı çalış­malarında özellikle esemenli ve dağınıktı. Proje­lerinin pek çoğu kağıt üzerinde kalmış, ya da, tam sonuçlandırılmadan bir kenara itilmişti. Projeleri arasında çok önemsediği, deneysel ola­rak gerçekleştirmeye çalıştığı uçak, helikopter, paraşüt türünden araçlar, çeşitli silah modelleri vardı. Anatomi konusundaki incelemeleri hiç kuşkusuz dönemin en değerli bilimsel çalışması diye nitelenebilir. Hayvan ve insan cesetleri üzerindeki teşrih çalışmaları, sayısı 750’yi bu­lan ayrıntılı çizimleri ona anatomi tarihinde üs­tün bir yer sağlamıştır.

Fizyolojinin gelişmesine yaptığı katkıları ara­sında en başta kanın işlev ve devinimine ilişkin çalışması gelir. Kalbin kaslarını ayrıntılarıyla incelediği özellikle kapakçıkların işlevini iyi kavradığı çizimlerinden anlaşılmaktadır. Kanın tüm organizmaya yayılarak doku ve organları nasıl beslediğini, çökeltileri nasıl temizlediğini açıklamaya çalışır. Organizmadaki kan devini­mini suyun doğadaki devinimine benzetir: Bu­lutlardan yağışla inen su deniz ve göllerde top­lanır, sonra buharlaşarak yeniden bulutları oluşturur. Bu benzetişte, Harvey’in 100 yıl sonra olgusal olarak doğruladığı “kan dolaşımı” hi­potezini bulabiliriz.

Tüm ilgi alanlarında evrensel bir deha, yet¬kin bir örnek sergileyen Leonardo, son günlerin¬de, zengin yaşam öyküsünü basit bir tümcede dile getirmişti: “Nasıl yaşamam gerektiğini an¬lamaya başladığımda, nasıl ölmekte olduğumu gördüm.”

Astronomiye gelince, Leonardo’nun bu alanda Kopernik’i öncelediği söylenebilir. Kilisenin o sı­ra gösterdiği hoş görüden de yararlanarak, yer­kürenin güneş çevresinde bir gezegen olduğunu ileri sürebilmişti. Oysa yerleşik öğretiye göre dünyamız evrenin merkezinde sabitti. Göksel nesneler ise kutsal nitelikleriyle apayrı bir or­tamda devinmekteydiler.

Leonardo’nun fizikte, özellikle mekanik dalın­da, ulaştığı bazı sonuçlarla Galileo ile Newton’u da öncelediği bilinmektedir. “Canlılar dışında algıladığımız hiç bir nesne kendiliğinden devini­me geçmez,” diyen Leonardo, “her nesnenin de­vindiği yönde ağırlığı olduğunu, serbest düşen bir cismin düşmede geçen zamanla orantılı ola­rak ivme kazandığını” ileri sürmekle de kalmaz; daha ileri giderek, egemen Aristoteles öğretisinin tam tersine, kuvveti devinimin değil, hız ve­ya yön değiştirmenin nedeni olarak gösterir. Bu savın daha sonra mekaniğin devinim yasaların­dan biri olarak dile getirildiğini biliyoruz.

Aristoteles’in öğretilerine uzak duran Leonar­do’nun Arşimet’e çok yakın ilgi göstermesi il­ginçtir. Arşimet’in yapıtları o sıra henüz basılmamıştı. Ellerde dolaşan bir kaç el yazması kopya da, okunur gibi değildi. Bu kaynaklan çok önemseyen Leonardo’nun okunaklı iyi nüs­ha elde etmek için başvurmadığı kimse, çalma­dığı kapı kalmaz. Amacı: klasik çağın öncü bilim insanının kaldıraç ve hidrostatik konularındaki buluşlarını bilim dünyasına tanıtmak, “Arşimet” adını layık olduğu yere yükseltmekti.

Su ve havada dalgasal devinim, ses oluşumu vb. olgularla da ilgilenen Leonardo, ışığın da dalgasal nitelikte devinme olasılığından söz et­mişti. Onun ilginç bir gözlemi de, yarım ay’ın karanlık bölümünün belirsiz de olsa görünmesi­ne ilişkindir. “Eski ay, yeni ay’ın kucağında” di­ye betimlediği bu olayı, dünyamızın yansıttığı ışıkla açıklar.

Leonardo’ya jeolojinin öncüsü gözüyle de ba­kılabilir. Dağ yamaçlarında topladığı fosillerin bir bölümünün deniz yaratıklarına ait olduğunu söyler; yerküre kabuğunun zamanla değişiklik­lere uğradığı, yeni tepe ve vadilerin oluştuğu gi­bi noktalara değinir. Üstelik bu tür oluşumların salt doğal nedenlere bağlı olduğunu vurgula­maktan da geri kalmaz.

Simya, astroloji ve büyü türünden uygulamaları aldatmaca bulduğunu açıkça söyleyen Le­onardo, doğayı neden-sonuç ilişkisi içinde dü­zenli, nesnel bir gerçeklik olarak algılıyordu. Dinsel inançlara saygılıydı, ama onun için bilim teolojik baskıdan uzak, özgür bir arayış olduğu ölçüde amacına ulaşabilirdi. Leonardo’nun bi­limsel yöntem anlayışı neredeyse çağdaş anla­yışla eşdeğer düzeydedir. Bu anlayışta “olgusal veri – açıklayıcı kuram etkileşimi” temel öğedir. Leonardo’nun sezgisel de olsa bunun ayırdında olması oldukça şaşırtıcı; çünkü, bu noktanın açıklık kazanması çağımız bilim felsefesini bek­lemiştir. Leonardo bilimde deney gibi matemati­ğin de önemini kavrayan bir düşünürdü. Ona göre insanoğlu sürgit kesinlik arayışı içinde ol­muştur. Ancak, kesinlik görecelidir; olduğu ka­darıyla, doğal bilimlerde değil, soyut zihinsel kavramlarla sınırlı kalan matematikte buluna­bilirdi, işe gözlemle başlayan bilimadamı ise, ulaştığı açıklamaları gözlem ya da deneye baş­vurarak doğrulamakla yetinmeliydi. Vurguladı­ğı bir nokta da, teori ile uygulamanın el ele git­mesi gereğiydi: Uygulamaya elvermeyen teoriyi anlamsız, teoriye dayanmayan uygulamayı kısır sayıyordu Doğaya tüm saplantılardan arınmış bir kafayla, bir çocuğun her şeyi kucaklayan açık yüreğiyle yaklaşmayı öğütlüyordu.

Onun gözünde sanat, felsefe ve bilim kültü­rün bütünlüğünde birleşen, etkileşim içinde ge­lişen çalışmalardı. Sanatı salt yaratıcı imgele­min, felsefeyi soyut düşüncenin, bilimi deneyin ürünü sayıp birbirinden ayrı tutmak yanlıştı. Leonardo değişik ölçülerde de olsa hepsinde ya­ratıcı imgelemin, soyut düşüncenin ve olgusal deneyimin payı var demekteydi.

Tüm ilgi alanlarında evrensel bir deha, yet­kin bir örnek sergileyen Leonardo, son günlerin­de, zengin yaşam öyküsünü basit bir tümcede dile getirmişti: “Nasıl yaşamam gerektiğini an­lamaya başladığımda, nasıl ölmekte olduğumu gördüm.”

Öldüğünde 67 yaşındaydı, ama bedensel olarak tükenmişti. Güçlü bir beynin amansız sürükleyişi içinde, durmadan bulmak ve yarat­mak savaşımı veren bu insanın yaşamı acı dolu güzelliğiyle gerçek bir dramdı.

Kaynak: Cemal Yıldırım, Bilimin Öncüleri, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 28. Baskı, Ekim 2014, s.69-73

Önceki İçerikTarih öncesinde yaşamış bazı timsah türlerinin vejetaryen olduğu ortaya çıktı!
Sonraki İçerikKişilik ne demektir? Kişilik özellikleri nelerdir?