Ana Sayfa Dergi Sayıları 186. Sayı Biliminsanı ve sınıf bilinci

Biliminsanı ve sınıf bilinci

250
0

Biliminsanı çalıştığı alanın özerk bir alan, yaptığı işin sınıflar-üstü bir iş olduğunu sanır. O, yöneten-yönetilen, ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, sermaye-emek çelişkilerinden, üretim ilişkilerinden, sınıflar arası çatışmalardan azade olan bir alanda, olsa olsa insan-doğa çelişkisinin geçerli olduğu bir alanda çalıştığını ve sadece doğanın sırlarına ermeyi amaçladığını sanmaktadır. Acaba?

Bilim insanı bir emekçidir. Özel bir emekçi türüdür. Özel olması sadece çok özel bir alanda çalışıyor olmasından kaynaklanmaz; çalışma alanındaki konumundan ve bu konumu hakkındaki bilinç düzeyinden de kaynaklanır.

Biliminsanları, sınıf bilinci açısından emekçiler içindeki en geri kesimi oluştururlar. Biliminsanı, bırakın emeğine nasıl ve ne ölçüde el konulduğunun farkında olmayı, emekçi olduğunun bile farkında olmayan bir emekçidir. Dahası bu farkında olmama konumunu içselleştirmiş ve -hem de bilim adına- savunan bir emekçi türüdür.

Bu bilinçsizliğin kaynağı nedir? Dünyanın bu en bilgili insanlarını, evrenin ve maddenin sırlarına çoğumuzu şaşırtacak ölçüde vakıf olan bu insanları, bu kâşifleri/mucitleri -hem de kendi konumlarına ilişkin- bu kadar bilinçsiz kılan nedir?

Biliminsanı çalıştığı alanın özerk bir alan, yaptığı işin sınıflar-üstü bir iş olduğunu sanır. O, yöneten-yönetilen, ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, sermaye-emek çelişkilerinden, üretim ilişkilerinden, sınıflar arası çatışmalardan azade olan bir alanda, olsa olsa insan-doğa çelişkisinin geçerli olduğu bir alanda çalıştığını ve sadece doğanın sırlarına ermeyi amaçladığını sanmaktadır.

O, araştırmakta, bulmakta, keşfetmekte, icat etmektedir; onun işi sadece budur. O, teleskopunun ucunda yeni yıldızlar, galaksiler keşfetmekte, evrenin gizlerini çözmektedir. Atomu parçalamakta, CERN’in dehlizlerinde Higgs bozonu ile köşe kapmaca oynamaktadır. Laboratuarında genlerle dans etmekte, canlılığın gelişim mekanizmalarını keşfetmektedir. Silikon Vadisi’nde insan zekâsını aşan yapay zekâ yazılımlarının peşindedir. İnsan beyninin dehlizlerinde at oynatmaktadır. Toplumların ve insanların nasıl geliştiğinin ve değiştiğinin yasalarını bulmaya çalışmaktadır. Masasının veya bilgisayarının başında sınıflarla hiçbir ilişkisi olmayan matematik teoremleriyle uğraşmaktadır. O, Tanrı’nın veya toplumun yasalarıyla değil, doğanın yasalarıyla ilgilidir. Acaba?

***

Bilimin, bilimsel gelişmenin, üretim ilişkilerinden bağımsız, sınıflar-üstü bir faaliyet olduğu sanısı, biliminsanının en büyük yanılgısıdır. Oysa tarihin hiçbir döneminde bilim, üretim ilişkilerinden ve toplumsal çatışmalardan bağımsız olmamıştır. Elbette her alan gibi bilim etkinliğinin de kendine özgü gelişim mekanizmaları bulunur; ama bu mekanizmalar sosyo-ekonomik yapının zemininde oluşurlar ve -mekanik bir biçimde olmasa da- o zemin tarafından belirlenirler.

Birer kurumsal ve sistematik faaliyet alanı olarak din ve bilim ne zaman ortaya çıkmıştır? Çeşitli toplulukların farklı inançları ne zaman ve hangi ihtiyaçlar doğrultusunda din, doğaya ilişkin insan bilgisi ve teknikler ne zaman ve hangi ihtiyaçlar doğrultusunda bilim halini almıştır? Devlet nasıl yönetme tekeliyse, ordu nasıl silah bulundurma tekeliyse, din de inanç tekeli ve bilim de doğa bilgisi tekeli (inanç ve doğa bilgisi iç içeydi o dönemde) değil midir? Hepsi birden, uygarlığa, yani sınıflı toplumlara geçiş paketinin birbirini tamamlayan unsurları değil midir?

Bilim tarihi, art arda gelen büyük biliminsanlarının ürettiği bilimsel buluşlar ve kuramlar tarihi midir? Bu çok sığ bir tarih anlayışı olurdu. Çok geniş bir konu; sadece bir soru ile yetinelim: Bilim alanındaki en büyük atılımlardan biri olan Bilimsel Devrim, neden 16.-19. yüzyıllarda Avrupa’da oluşmuştur? Kopernik, Bacon, Descartes, Machiavelli, Galilei, Kepler, Newton, Lavoisier, Darwin gibi bilimin simge isimleri tesadüfen o yıllarda Avrupa’da doğdukları için mi? Neden içlerinden bir kısmı da Çin’de, Afrika’da, Anadolu’da doğmamıştır? Neden hepsi birkaç yüzyıla sıkışmıştır? Bunun o dönemde Avrupa’da feodal ilişkilerin çözülmeye başlaması ve yeni bir iddialı sınıfın (burjuvazi) ortaya çıkıp serpilmesiyle, yani yeni bir üretim tarzının, hatta yeni bir uygarlık modelinin oluşmaya başlamasıyla ilgisi yok mudur? Kutsal kitap yorumlarıyla değil deneyle, gözlemle, ölçmeyle yapılacak yeni bir bilim anlayışına, olgulara dayalı yeni bir fiziğe, astronomiye, siyaset bilimine, dünyanın yuvarlak olmasına aristokrasinin yoktu ama burjuvazinin ihtiyacı vardı.

Kısacası, bilimci bunun farkında olsun veya olmasın, bilimsel ve düşünsel gelişmeler toplumsal gelişmelerin yarattığı zeminde yeşerirler. Her fikir akımı, her bilimsel atılım, çağının toplumsal koşulları ile sınırlıdır. “İnsanların hayatlarını belirleyen şey onların bilinçleri değildir; tersine bilinçlerini belirleyen şey onların toplumsal hayatlarıdır.” (Marx, Katkı’ya Önsöz’den) Elbette bu sınırlılığı mekanik bir biçimde anlamayalım. Mevcut sınırları zorlama ve genişletme girişimlerinin ön saflarında olma anlamında bir sınırlılıktır (olmalıdır) bu. Marx, Feuerbach üzerine tezlerinde de bu noktayı vurgular.

***

Biliminsanının özel bir emekçi türü olduğunu söylemiştik. Bu özel olma durumunun bileşenlerinden biri de biliminsanının, emekçiler içindeki en ağır sömürüye maruz kalan kesim olmasıdır. Başka herhangi bir sektör çalışanıyla karşılaştırılamayacak ölçüde ağır bir sömürüdür bu.

Bilindiği gibi artı-değer, işçinin emeğinin, işgücünün değerinin üzerinde yarattığı ve kapitalist tarafından karşılıksız olarak el konulan değerdir. Emekçinin yarattığı toplam değerin ödenmeyen, yani kapitalist tarafından el konulan kısmı ne kadar fazla ise sömürü de o kadar ağır demektir.

Bugün tamamen meta ilişkilerinin bir unsuru haline gelmiş bilimsel çalışmalar sonucu yaratılan değeri, örneğin atomu parçalayan, insanın gen dizilimini çözen, yeni bir yazılım geliştiren biliminsanlarının yarattığı değeri ve bu değerin ne kadarının bu yaratımı yapanlara ücret olarak verildiğini, ne kadarının artı-değer (kapitalistin kârı) olduğunu düşündüğümüzde biliminsanının inanılmaz bir sömürüye maruz kaldığını da anlayabiliriz.

İşin ilginç yanı biliminsanlarının çoğu bu sömürünün farkında bile değildir; çünkü birer emekçi olduklarının farkında değildirler.

Oysa biliminsanının “onurlandırıldığı” Nobel ödüllerinin hangi kıstaslara göre verildiği düşünülse dahi sistemin nasıl işlediği anlaşılabilirdi. Nobel ödülleri bilimin en üst düzeydeki ürünleri olan kuramlara verilmez. Bir bilimsel bulgu ancak bir tekniğe dönüştüğü, yani metalaştığı, kapitalist ilişkiler bağlamında bir artı-değer üretmeye başladığı noktada Nobel ödülüne hak kazanabilir. Örneğin Einstein, özel ve genel görelilik kuramlarını geliştirdiği için değil, üretimde hızla karşılık bulabilecek fotoelektrik etkisi çalışmasıyla Nobel’e layık görülmüştü. Yani kapitalist, bilimciye şunu demektedir: Senin bilimin metalaştırılamadığı (bir artı-değer üretemediği) sürece benim için fazla bir anlam ifade etmez. Sistem, bilimciyi Nobel ödülü ile “onurlandırırken” bile onun bir emekçi olduğunu gözüne sokmaktadır aslında. Biliminsanı ise nihayet değerinin anlaşıldığını sanır. Oysa değeri değil artı-değeri anlaşılmıştır. Nobel, değere değil artı-değere verilir.

***

Biliminsanının maruz kaldığı sömürünün ağırlığının bir başka yansıması da yabancılaşma düzeyidir. Biliminsanları kadar yarattığı ürüne yabancılaşmış bir emekçi kesimi sanırım yoktur. Biliminsanının, emeğinin ürününün nasıl kullanılacağına ilişkin hiçbir söz hakkı bulunmaz; hatta çoğunun verdikleri emek sonucu ortaya ne tür ürünler çıkabileceği konusunda bile pek fikirleri yoktur.

Biliminsanı emeğinin ürününden tamamen soyutlandığı gibi, bu ona sanki özerklikmiş gibi sunulur ve o da bunu gönüllü olarak kabul eder. “Ben bilim yaparım, bulgumun/keşfimin/icadımın nasıl kullanılacağına karışmam” söylemi biliminsanları tarafından çok kullanılır. Bu söylemin temelinde de bilimin sınıflar-üstü bir etkinlik olduğu yanılsaması yatar.

Öte yandan bu yaklaşım, biliminsanının toplumsal sorumluluktan kaçış yoludur da. Bu yolun patenti de biliminsanına ait değildir; sistem tarafından biliminsanına sunulur, o da bunu gönüllü olarak kabul eder. Kısacası biliminsanı, tıpkı emekçi olduğunun farkında olmadığı gibi, yaşadığı yabancılaşmanın da ayırdında değildir. Biliminsanının yaşadığı yabancılaşmanın boyutu, ancak trajik biçimde fark edildiğinde ortaya çıkar. Örneğin Birinci Dünya Savaşı kimyacılarıyla İkinci Dünya Savaşı fizikçilerinin, emek ürünlerinin nasıl kullanıldığını gördüklerinde fark ettikleri yabancılaşmanın boyutu ve bu geç gelen farkındalığın onları ne hale getirdiği biliniyor.

***

Biliminsanı nasıl bilim yapacağı ve neyi çalışacağı konusunda özgür müdür? Geçmiştekilerin görece özgür oldukları biliniyor. Meydanlarda yakılmayı, kelleyi yitirmeyi, işkence tezgâhlarını, zindanları göze aldıklarında özgürdüler. Bugünkülerin bu tür bir özgürlükleri dahi yoktur. Günümüzde biliminsanları neyi çalışacakları konusunda irade sahibi değildirler; çalışma konusu onlara dayatılır. Hatta çoğu biliminsanı, aslında neyi çalıştığının dahi ayırdında değildir.

Günümüzde bilim etkinliği -tarihte hiç olmadığı kadar- devletlerin ve küresel sermayenin yönlendirmesi altındadır. Hangi alanlara yoğunlaşılacağı, neyin hedefleneceği tamamen sermayenin ve devletlerin ihtiyaçları doğrultusunda tespit edilir.

***

Toparlarsak günümüzde bilim etkinliği ve bilimci hangi açıdan bakarsak bakalım özerk ve özgür değildir. Ve en kötüsü çoğu bunun farkında dahi değildir.

Peki, nereden başlamalı biliminsanı? Kanımca en başta bir emekçi olduğunun farkına varmalı.

Not: Bu yazı 13 Haziran günü ABC haber portalında yayımlanmıştır.