İslam-Doğu uygarlığının yaklaşık beş yüzyıl süren önder konumunun tükenerek, bir bilimsel devrime yol açmayışının düşünsel nedenleri; eğitimin düzensizliği, din ve felsefe çatışmaları, gelenek eksikliği, araştırmaya ilgi nin zayıflaması gibi birkaç ana kategoride değerlendirilebilir.
Doğa bilimleri araştırmalarında önderliğin İslam-Doğu’dan Avrupa’ya geçişi
Bu uygarlıkta doğa araştırıcılarının yetiştirilmesi, kurumsal, örgün eğitimle yapılmamıştır. Bilim adamları, uğraşı alanlarında, daha çok kişisel ilgi ve çabalarıyla bilgi edinmişlerdir. Ünlü bilginlerin çalıştıkları hastane, gözlemevi, kütüphane gibi yerlerdeki eğitim tümüyle ustaçırak ilişkisi çerçevesinde yürütülmekteydi. İletişim olanaklarının kısıtlı oluşu, bu merkezler arasında canlı ve etkin bilgi alışverişine engel olduğu için, büyük Ustaların katkıları genellikle yakın çevreleri içinde kalıyordu.
Uygarlığın sönükleşmeye yüz tuttuğu dönemlerde kurulan medreselerin eğitim programları, ağırlıklı [olarak] din bilim konularıyla biraz dil ve yazın bilgisinden oluşuyordu. Doğa bilimleri ve matematiğe ise hiç yer verilmiyordu. İslam devletinde toplumsal kültür ve eğitimin gelenek yapısına kavuşmamış olması, sürekli ve sistemli araştırmalar için gerekli tabandan yoksun kalan ortamda bilgilerin rasgele yöntem ve yordamlarla devşirilmesine neden olmuştur.
Doğa bilimlerine ilginin azalmasının bir başka nedeni de, araştırma işinin toplumdaki saygınlığının giderek düşmesidir. Buna yol açan etken ise, zamanla toplumsal değer yargıları içinde yararcılık özelliğinin yükselmesi olmuştur. “Değerli ve Önemli Olan” ile, “Yararlı ve Maddi Kazanç Getiren” özdeş olunca, ancak uzun sürede ve dolaylı ürünler verecek kuramsal araştırma uğraşı göz ardı edilmiş, doğa bilimcilerin korunması ve kollanma dönemi geçince yaptıkları iş de önemini büyük ölçüde yitirmiştir.

Özgür düşünce ve felsefel tartışmanın bulunmadığı tutucu toplumlarda, dayatılan kalıp düşünce sistemini sorgulayan görüşler gibi, doğa bilimleri de gelişemez. İslam devletinde de, daha X. yy.’da her türlü akılcı düşünceye karşı din adamları çevresinden başlayıp giderek yayılan tepki ve kuşku, medrese yönetimlerine metafizik düşünce yandaşlarının egemen olmasıyla doruğa çıkmıştır. Eş’ari doktrininin en önemli temsilcisi olup, Platon felsefesini İslam dini ile kaynaştırarak İslam skolastiğini kuran Ebu Hamit Gazzali (1059-1111), Felsefenin Yıkımı adlı ünlü yapıtında, özgür ve çizgi dışı düşünürleri sapkın ilan ederek şiddetle suçlamaktadır. Doğa araştırmalarıyla ilgili olarak, “Böylesi çalışmalar, evrenin kökenine ve Yaradan’a ilişkin inanç kaybına yol açar” yargısındadır. Bu nedenler ve koşullar, XIII. yy’dan sonra doğa bilimi araştırmalarının önderliğinin, İslam-Doğu toplumlarından Avrupa’ya geçmesine neden olmuştur.
Katedral Okulları ve örgün eğitim
İslam-Doğu uygarlığının son temsilcileri, Endülüs Emevi devletinin Kurtuba (Cordova) ve Tuleytula (Toledo) kentlerindeki medrese, kütüphane ve hastanelerinde çalışmışlardı. Bu merkezlerdeki bilgi birikimleri, Latince çeviriler aracılığıyla Batı düşüncesine girmiştir. Örneğin, sonraları II. Sylvester adıyla papalığa yükselecek olan Aurillaclı Gerbert (946-1003), din okullarında öğretmenlik yaptığı zamanlarda, Latince çevirisini elde ettiği birkaç Arap kitabından, abaküs ve usturlap kullanmayı öğrenmiştir. Bunlardan ve başka kaynaklardan yararlanarak gökleri temsil eden bir küre yapmış ve takımyıldızların devinimlerini açıklayan bir de model geliştirmiştir. Çeviri kitaplardan edindiği bilgilerle yaptığı çalışmalar yüzünden, papa seçildikten sonra bile hakkındaki büyücü olduğuna ilişkin söylentiler kesilmemiştir.
Batı’nın önde gelen eğitim merkezleri, XI. yy.’dan sonra gelişen ve en önemlileri Reims, Cologne, Utrecht, Auxerre ve Rouen’de bulunan katedral okullarıdır. Özellikle Gerbert’in öğrencileri ve izleyicileri, bu okulların programlarına doğa bilimi derslerinin de yerleştirilmesi için çok çaba ve emek harcamışlardır. Katedral okullarında geleneksel olarak yedi liberal sanat adı verilen ve iki ana grupta toplanan bir ders programı okutulurdu. Bunlardan birincisi olan Trivium, Dilbilgisi (Gramer), Sözbilim (Retorik) ve Mantık (Lojik) üçlüsünden oluşuyordu. İkinci ana grup Quadrivium ise, Müzik, Aritmetik, Geometri ve Astronomiden meydana geliyordu. Kutsal kitabı doğru anlayabilmek için bilinmesi gerekli sayılan aritmetik öğretiminde, sürekli, süreksiz, doğrusal, düzlemsel, dairesel, küresel sayılar tanımlanıyor, beş tür oran hakkında bilgiler veriliyordu. Geometriyi sayısal büyüklükler, düzlem biçimler, katı biçimler ve akılsal büyüklükler olarak anlaşılmaz bir nedenle dörde bölüyorlardı. Nokta, doğru, daire, küp, koni ve dörtgen tanımları da verilince geometri tamamlanıyordu. Müzik kısa tanımlardan oluşmuştu ama, en uzun bölüm olan astronomide, Aristoteles ve Ptolemaios geleneğine uygun olarak Güneş, Ay, gezegenler, yıldızlar ve kuyrukluyıldızlar hakkında bilgiler verilirdi. Katedral okulları sonraları üniversitelere dönüşmüştür.
Üniversiteler
Avrupa’da eğitim, VIII. yy.’da başlayan ve kurumlarda yürütülen bir süreklilik niteliği gösterir. Nitekim, Charlemagne’ın 787 yılında tüm kiliselerle onlara bağlı kuruluşların bir okul açmalarını sağlayan girişimi, bu sürekliliğin başlangıcı sayılabilir. Laik eğitime yönelik olan bu okullar, daha sonra kurulacak üniversitelerin çekirdeği olmuşlardır. Böylece, Doğu’da henüz canlılığını sürdüren eğitim ürünleri, bir ölçüde de olsa Batı’ya aktarılabilmiştir.
Bilime meraklı hükümdarların, bilginleri korumaları altına alıp onlara çalışma olanağı sağlamaları da bilgi birikiminin yükselmesine yol açan etkenlerdendir. Kutsal Roma Germen İmparatoru II. Frederik (1194-1250), bu egemenlerin tipik bir örneğidir. Felsefe, tıp, astronomi, matematik, şiir, politika gibi farklı alanlarla ilgilenen imparator, renkli bir kişilik sahibiydi. Papalıkla [ilgili] sürekli çatışmalarının yanı sıra, bilgin ve çevirmenleri çevresine toplayarak, İslam-Doğu uygarlığının ve Antik çağın önemli yapıtlarını Latinceye kazandırmıştır. Girişimleri arasında, Padua’da 1222’de ve Napoli’de 1224’te birer üniversite kurulması da bulunmaktadır.
Üniversite sözcüğü, Salerno tıp ve Bologna hukuk merkezlerinde okuyan öğrencilerin hem haklarını korumak hem de öğretim üyesi tutabilmek için XI. yy.’da kurdukları “Üniversitas” adlı loncadan kaynaklanır. 1160’ta Paris kentindeki öğretim üyeleri, kendi yönetimlerinde çalışmak üzere düzenledikleri okula bu adı vermişlerdir.
Çeviriler
Endülüs Emevi devletinin çöküşüyle Arapların İspanya’dan çekilişlerinin ilk basamağı, 1085 tarihinde Toledo kentinin Kastil Kralı tarafından ele geçirilişidir. Araplar, 1091 tarihinde Sicilya’dan da çıkarılınca tüm Avrupa, Hıristiyan devletlerin egemenliğine girmiş oldu.
Ele geçirdiği bölgelerdeki eğitim merkezlerinde bulunan Arapça kitapların Latinceye çevrilmesini isteyen Kastil Kralı IV. Alphons, bu amaçla Toledo’da bir çeviri okulu kurmuş ve başına ünlü bilgin Cremonalı Gerard’ı (?-1187), getirmiştir. Tıp, bilim, teknik, felsefe gibi alanlardaki kitapları çevirenler arasında, Bathlı Adelard, Chesterli Robert, Tivolili Plato bu merkezde bulunmaktaydılar. Cremonalı Gerard’ın ve öbür çevirmenlerin Latinceye kazandırdığı yapıtlar arasında, Galenos’tan Tıp Sanatı, Ptolemaios’tan Almagest, Eukleides’ten Öğeler, Aristoteles’ten Meteorologia, Razi’den Şaplar ve Tuzlar, İbn-i Sina’dan Kanon, el Harezmi’den Algebra örnekleri verilebilir. Yalnızca Gerard’ın çevirileri 70 kitaptan fazladır.
Manastırlar
En eski bilgi merkezlerinden olan manastırlar, bağlı oldukları tarikatların dinsel ideolojilerini sıkı bir disiplinle uygulayan keşişlerin toplandıkları yerlerdi. Birincil görevleri, dua, oruç, çile doldurma gibi ruhsal arınma ve kendileriyle çevrelerini sapkınlıklardan koruma olan bu dışa kapalı topluluklarda, zaten çok az kullanılan doğa bilgileri de metafizik yaklaşımlarla kaplanmıştı. Örneğin, manastır hekimliği tümüyle mucizelere, inanç temeline dayanıyordu. Hastalıkların nedenleri doğaüstü güçlere bağlanıyor; sağaltım için de peygamberler ve azizlerin kutsal sayılan kalıntılarından medet umuluyordu. Bu ilkel yaklaşımın bir örneği olarak, XIII. yy.’da toplanan bir din uluları meclisi, Hıristiyan dininin kanı sevmediği gerekçesiyle rahiplere cerrahlığı yasaklamıştı.
Üniversitelerin doğuşuyla birlikte, XIII. yy.’da ortaya çıkan iki dinsel tarikat, bilime bakışlarındaki farklı yaklaşımlarına karşın çağlarında oldukça etkin olmuşlardır. Assisili Aziz Francesco’nun 1209’da kurduğu “Fransisken” tarikatının öğretisi, din bilgilerini halka yalın bir dille anlatmaktı. İnancı savunabilmek için bilgi sahibi olmak yani, başka bir deyişle iyi bir eğitimden geçmek gerekiyordu. Bu gerekçe, Fransisken manastırlarında doğa bilimi derslerinin öğretim programlarına girmesini sağlamıştır. Ayrıca, tarikat üyesi birçok bilgin de Bologna, Paris, Oxford vb. üniversitelerde çalışmıştır. 1215’te, vaazcı İspanyol rahibi Aziz Domenicus tarafından kurulan “Dominiken” tarikatı ise, çok sıkı kurallar içinde ve yoksul bir yaşamla dini yayarak sapkınlığı yok etme amacındaydı. Dominikenler de bilgi gücüyle silahlanma ve bunun için eğitim kurumlarında yuvalanma gereğini duymuşlardır. Ancak, tarikatın kuralcı ve bağnazlığa yatkın yapısı giderek bilimsellikten uzaklaşıp tam tersine özgür düşünce düşmanı “Engizisyon” örgütünü oluşturacak kadar katılaşmalarına neden olmuştur. Rönesans dönemine kadar etkili olmuş (Albertus Magnus, St. Thomas Aquinas, Roger Bacon gibi) bilgin ve düşünürlerin önemli bir kesimi, bu iki tarikata bağlı kişilerdir.
Kaynak: Der: Alâeddin Şenel, 50 Soruda Bilim ve Bilimsel Yöntem, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, Mayıs 2012 s. 94-99