Ana Sayfa Bilim Gündemi Semavi dinlerde çoktanrıcılık-tektanrıcılık mücadelesi: Melekler ve Tanrılar

Semavi dinlerde çoktanrıcılık-tektanrıcılık mücadelesi: Melekler ve Tanrılar

1793

Tevrat’ın ilk metinlerinin yazıldığı yıllardan başlayarak, Hıristiyanlık ve en nihayet İslamiyet’in yaptığı fikirsel katkılara rağmen tektanrıcılık hâlâ anlaşılmakta ve uygulanmakta zorluklarla karşılaşan felsefi bir yaklaşımdır. Bunca zamandır o kadar mücadelelere, zorlamalara, hakkında yazılan onca yazılara rağmen neden bu denli az anlaşılabildiği ise üzerinde durulmaya değer bir husustur.

Tevrat, bugünkü haliyle derlenip tamamlandığında, dünya ilginç ve heyecan verici bir edebi metinle tanışmış oldu. Ne zaman şekillendiği kestirilemeyen onca kült arasından sivrilen bu dinin kutsal metinleri; isim, olay ve yer göstermedeki cüretkârlığıyla dikkat çekiyordu. Bu kutsal metinler, destanlarla mitosların harmanlanması gibiydi. Henüz nesnel tarihçiliğin bilinmediği bir çağda olayların kaydı bir şekilde tutulmuş, ama içine hayli önemli oranda edebi abartılar ve hayali imgeler karıştırılmıştı. Yenik bir kavim, kendi önemsizliğine tezat bir şekilde edebiyatın onlara verdiği güçle durumu tam tersi bir şekilde tasvir etmeyi başarmıştı.

Peygamber Süleyman’ı gösteren bir çizim.

İbranilerin tektanrıcılığı

Bu kılıç artığı önemsiz kavmin yaratıları, Mısır ile Mezopotamya arasındaki kadim uygarlıkların düzinelerce tanrı ve tanrıçaları arasında kendine bir yer açmak zorundaydı. Sonradan pek çok övgüye mazhar olacak tektanrıcılıkları, aslında güçsüzlükleri ve önemsizliklerinden kaynaklanıyordu. Birden fazla tanrıya yer açacak kadar büyük nüfus sayısına henüz ulaşamamışlardı. Mısır’dan çıkışta ancak tek bir tanrıya iman edecek kadar sayıları olduğu belliydi. Öte yandan Filistin’in ve Kenan diyarının pek çok kentini ele geçirip gerçek anlamda bir krallık kurduklarında, Tevrat’ın pek çok yerinde izi görüleceği gibi, en büyük zorluğu atalarının tek tanrısıyla yetinmekte yaşadılar. Tek bir tanrı, geniş bir coğrafyada ve birbirinden farklı kentlerde ortak idealleri yaşatıp korumada yetersiz kalıyordu. Süleyman gibi ünlü bir kral ve peygamber bile ömrünün sonlarında başka başka tanrılara tapmaya başlamıştı (Tevrat, I. Krallar 11:3-7). Yani bu tek tanrının hükmü, kendi peygamberine bile geçmekte zorlanıyordu. Ama İbrani halkı, Mısır’da başlarına geldiği gibi, bu defa da Babilli Nabukadnezar’ın zoruyla Filistin topraklarından sürülünce, bu sürgün sırasında yine tek bir tanrının idealleri etrafında toplanmaktan başka bir seçenek bulamamışlardı. El ya da Yahve, tam da iktidarını başka tanrılarla paylaşmaya başladığı bir çağda yeniden bütün kavmin tek ortak ideali oluverdi. Babil Sürgünü’nden sonra yurtlarına geri döndüklerinde, bütün yazılı metinler o denli özenle gözden geçirilip terkip edilmişti ki, artık hiçbir kuvvet bu ikinci darbenin sarsıcılığını unutturamaz ve Tevrat metninin terkibine öyle gelişigüzel eklemeler yapılamazdı. İsa’nın öyküsü bile bu ilke kararını delip Tevrat’a giremedi.

Tevrat metinlerinin terkibindeki bu tutuculuğa rağmen neredeyse son metninin noktası konulduktan hemen sonra dağ gibi yığılı duran tutarsızlıkları çözümlemek elzem hale geldi. Öyle anlaşılıyor ki Tevrat’ın pek çok metnini yazan onlarca kişinin tektanrıcılık gibi bir derdi yoktu. Tektanrıcı olmak, Tevrat’ın yazılmasını sağlayan büyük bunalımların ve tarihi sürecin şekillendirmesinden başka bir şeye dayanmıyordu. Yine de bunun diğer dinlere karşı bir tür üstünlük olduğunu düşünmeye pek erken başlamışlardı. Öte yandan, bu övünmeyi kuşkuya çevirecek pek çok ifade Tevrat’ın içinde yer almaya devam ediyordu. Tevrat’ın daha ilk sayfalarında bile “Tanrı oğullarının”, insan kızlarıyla evlenmelerinden dolayı ortaya çıkan Nefilim adlı bir soyun dünya üzerinde hüküm sürdüğünden söz ediliyordu. (Tevrat, Yaratılış 6:1-4) Dolayısıyla bu metinde pek çok bilinmezlikler, çelişkiler, eskimiş imgeler açıklanmaya ihtiyaç duyuyordu. En azından Nefillerin kim oldukları ve babalarının tanrı oğulları oldukları halde neden düşkünlük gösterdiklerinin açıklanması gerekiyordu.

Tevrat metinlerinin en eskisi ve en önemlisi olan, Musa’ya atfedilen ilk beş kitaba verilen ismiyle Tora’da melekler, erkek suretinde ve Tanrı’ya refakat eder şekilde tasvir edilmesine rağmen hiçbirinin özel adı yoktur. Şeytan ismini bir tarafa bırakacak olursak Kutsal Kitap teolojisinde yer alan meleklerden ikisi, Gabriel (Cebrail) ve Michael (Mikail), ancak Daniel’in Kitabı gibi geç bir metinde ortaya çıkar. Daniel’in Kitabı’nda, Babil Kralı Nabukadnezar, Kiros ve Darius gibi tarihi kişilerin adı geçtiği için, bu metnin gerçek tarihi kişi ve olaylardan haberdar olduğu ortadadır. Ama Babil devletini kimin yıktığı konusunda verilen bilgi doğru değildir.

İbranileri Filistin’den süren Nabukadnezar’ın Daniel’in Kitabı’nda yapılan tasvirine dayanarak yapılmış bir çizim (Minneapolis Sanat Enstitüsü, 1795). Orijinal çizimi yazar William Blake’in kitabında yer alan tasvirin (1790), daha sonra birçok kez replikaları üretilmişti.

Ünlü “Babil Sürgünü” acısını yaşatan Babil kralı Nabukadnezar’ın imparatorluğunun Pers Kralı Kiros tarafından yok edilmesi, aynı zamanda Tevrat metinlerinde Mısır ve Mezopotamya’nın yanı sıra bir de Pers kültürünün etkisinin görülmeye başlaması anlamına gelmektedir. Bu etkinin en önemli göstergesi Daniel’in Kitabı’yla birlikte iki büyük meleğin isminin Tevrat’ta zikredilmeye başlanmasıdır. Böylece Rabbin melekleri, Zerdüştiliğin kutsal kitabında anlatılan iyilik tanrısı Ahura Mazda’nın yardımcıları gibi, kendilerine özgü bir isimle anılarak şahsiyetleştirilmişlerdir. Angelo S. Rappoport’un yazdığı gibi, Babil’in yedi gezegeninden ilham almış Perslerin yedi Amshaspand’ının benzeri olarak kişileştirilmiş yedi büyük melek (1) inancı ilk defa ortaya çıkmıştır. Bu yedi melekten ancak ikisi Tevrat’ta zikredilmiştir. Diğerleri ise sadece Tevrat yorumcuları tarafından tasvir edildikleri için tartışmalı bir literatürün unsurları olarak kalmışlardır.

Meleklerin çoktanrılı anlatılardaki kökenleri

Rabbi unvanıyla anılan bu yorumcuların en önemlilerinden biri olan Rabbi Eliezer, onların en popüler olanlarının başında yer alır. Yaşadığı 1. yüzyılın sonları, aslında Tevrat’ın bugün bilinen şekliyle derlendiği ve bölümlerinin sabitlendiği bir çağdır. Rabbi Eliezer, din konusundaki şöhretine ve aldığı Rabbi (üstat) unvanına rağmen yine de aforoz edilir. Çünkü Tevrat’ta zikredilmeyen pek çok melek hakkında fazlasıyla bilgi vermiştir ve bu durum din adamlarının hoşuna gitmemiştir. Yine de dört büyük melek hakkındaki bilgilerin çoğu ondan iktibas edilmiştir. Onun anlatımına göre bu melekler, Rabbin tahtının etrafında dururlar. Rab, yüce bir tahtın üzerinde oturur. Tahtı havada (ya da bugün için boşlukta diyelim) asılı durur. Onun ihtişamının görüntüsü kehribar rengi gibidir. Başında bir taç bulunur ve alnında tarif edilemez ismi yer alır. Bir tarafı ateştir ve diğer tarafı da buzdur. Sağ elinde yaşam, sol elinde ölüm yer alır. Elinde ateşten bir asa vardır. Pargod adında bir örtü onun görüntüsünü örter. Bu örtünün perdelediği tahtın sağında Michael, solunda Gabriel, önünde Uriel ve arkasında Raphael durur.(2)

Bu dört melek, arada Pargod adlı örtü olmaksızın Tanrı’yı görebilme ayrıcalığına sahipken, diğerleri bu örtünün ardından emir almak mecburiyetindedir (Rappoport, 2005; s.39).

Raphael’in ve Uriel’in adları Tevrat’ın hiçbir yerinde geçmediğine göre, Rabbi Eliezer bu meleklerin, Tanrı’nın neresinde durduğuna kadar ince ayrıntıları nereden biliyordu? Belli ki,  bu melek imgeleri Tevrat’ın dışında çoktan kurgulanmaya başlanmıştı. Sonuçta bu dört büyük melekten ikisi (Raphael ve Uriel) Tevrat’ta, İncil’de ve Kuran’da yer almamalarına rağmen adlarındaki ufak değişikliklerle İslamiyet’in bilinen ve kabul edilen külliyatına girmiş oldu. Üstelik İslam anlayışındaki dört büyük meleğin adlarının, Arapçaya aktarılırken biraz bozulmuş da olsa orijinallerine sadık kalındığı gayet açıktır. Yani Michael Mikail’e, Gabriel de Cebrail’e dönüşmüştür. Diğer ikisinin Arapçaya uyarlanması sırasında daha fazla farklılık yaşanmıştır. Örneğin Rafael İsrafil’e, Uriel de (bu melek kimi kaynaklarda Suriel diye de yazılır) Azrail’e dönüşmüştür.

Michaelin anlamı “Tanrı (El) gibi”dir. Gabriel’in anlamı “Tanrı’nın (El’in) gücü”dür. Uriel’in anlamı “Tanrı’nın (El’in) ihtişamı”dır. Rafael’in anlamı da “Tanrı’nın (El’in) şifası”dır (Rappoport, 2005; s.40). Kısacası bu meleklerin isimleri bile El adındaki eski bir tanrının adını taşır. Üstelik İslamiyet’teki ilah kelimesinin çekimli hali olduğu anlaşılan Allah kelimesi bile İbranice “Eloh” sözcüğünden gelir. Eloh ise, El-oha olarak, El adına dişil ek alarak “güçlü, kudretli” anlamı kazanan bir sözcüktür.(3) Bundan da anlaşılacağı gibi İslamiyet, anahtar niteliğindeki en önemli kavramları Yahudilikten devralmıştır. Bu nedenle Yahudi dininde sürekli hissedilen çoktanrıcılık ve onun olmazsa olmazı durumundaki insanbiçimlilikle (antropomorfizm) sürekli savaşmak zorunda kalmıştır.

Aslında başlangıçta İslam diniyle aynı hassasiyeti, Tevrat’ın nüvesi sayılabilecek olan Tora’nın yazarları da göstermek istemişlerdir. Bu nedenle Tanrı’nın yanı başında, irade sahibi herhangi bir varlığın şekillenmesine izin vermemişlerdir. Tevrat metinlerinin en eskisi olan ilk beş kitaptaki (Tora) öykülerin arkaik karakteri, daha sonra hikâyeleri yeni baştan ele almaya, yeni karakterlerle zenginleştirmeye ve daha inandırıcı hale getirmeye zorlamıştır. Örneğin Cennet’te insanı yasak meyveyi yemeye ayartan varlığın yılan olduğu açık seçik anlatılmasına karşın, tefsir metinlerinde bu figür, Şeytan (Satan) olarak yeniden yorumlanmıştır. Bu yeni isimlendirmedeki Şeytan, tutkularının esiri olduğu için kalbini saran kibirle baş edemeyerek Tanrı’dan daha büyük olduğuna ilişkin hayaller kurmaya başlamıştır. En nihayetinde insanı yaratan Tanrı, bu yeni varlığa kendinden bir ruh üflediğini söyleyip cennetteki bütün meleklerin ona secde etmesini isteyince, Şeytan, insanın topraktan, kendisinin ise ateşten yaratılmış olduğu için daha üstün sayılması gerektiğini iddia ederek bu emri çiğneme cüreti göstermiştir. Bu kibri yüzünden cennetten kovulmuş ama yine de cennete izinsiz girmeyi başararak Adem ve Havva’ya yasak edileni yaptırmıştır.

Şeytan imgesinin yaratılması

Şeytan imgesi, Pers (Zerdüşt) etkisinden olsa gerek, ilk kez Tora’nın dışında, I. Tarihler kitabında geçmiştir. Bu kitapta Şeytan isminin yalnızca bir kere ve hiçbir açıklama yapılmadan zikredilmiş olması, daha sonra tebarüz etmiş olan bu figürün eski metne sonradan yerleştirilmiş olması anlamına gelir. Bu yerleştirme, muhtemelen Babil Sürgünü yıllarından sonra yapılan son düzeltme çalışmaları sırasında olmuştur. Ama Şeytan’ın gerçek anlamda gelişkin bir figür olarak tasvir edildiği asıl metin Eyüp’ün öyküsüdür. Belki de bu öykü, Şeytan imgesini ayrıntılı bir biçimde literatüre dahil etmek için yazılmıştır. Bu metinde Şeytan, Zerdüştilerin kutsal kitabı Avesta’daki kötülük tanrısı Angra Mainyu kadar olmasa bile, yine de saf iyilikle saf kötülüğün savaşını temsil edecek kadar kuvvetlendirilmiş bir figürdür.

Böylece Tevrat’ın arkaik ve ilkel hikâyesinde kim olduğu yeterince anlaşılamayan yılanın yerine çok daha insansı başka bir varlığın hikâyesi yerleştirilmiş olmaktadır. Yılan, taş devrinden kalma arkaik bir totem hayvanı figürü olarak artık anlaşılamaz hale geldiğinde, daha romansı bir karakterle yer değiştirmiştir. Yeni öyküde yılan suretine giren ya da yılanı bu konuda görevlendiren varlık Şeytan’dır. Dini bir inanışı hakkıyla takip edebilecek insanlar artık şehirlerde oturdukları için, bir yılanın neden bu kadar önemsendiğine ilişkin avcı-toplayıcı dönemin kırsal yaşantısının kimi duyarlılıkları artık şehirli insana anlaşılmaz ve saçma gelmeye başlamıştır. Yeni dönemde şehirli insan, daha üstün bir kültürel kodlamanın taşıyıcısı olduğundan dolayı, daha soyut karakterlere ve hikâyelere ihtiyaç duyulmuştur. İşte Şeytan imgesi böylesi bir soyutlamanın gerektirdiği ihtiyacı karşılayacak yegâne figürdür. Eskiden Tanrı’nın huzuruna çıkacak kadar önemli bir melekken, sırf hırs ve tutkuları yüzünden gerçeği göremeyerek kibrine yenik düşmüştür. Tanrı tarafından lanetlenmesine rağmen yine de yok edilmemiş ve yapabileceği en iyi şeyi (yani ayartma ve kandırmayı) yapması için bir tür özgürlük bile tanınmıştır.

Avcı-toplayıcı dönemden itibaren Ön Asya’nın binlerce yıllık tarihinde, Neolitik ve hemen ardından gelen şehirleşme devrimlerini yaşamasına rağmen totem hayvanı olarak özgünlüğünü devam ettiren yılan figürünü bu bağlamından kopararak Şeytan’ın basit bir aracısına dönüştürmekle, metnin ilk içeriğinden sapma kaçınılmaz hale gelmiştir. Aslında bu sapmayla yapılan şey, yeniden tektanrıcılıktan çoktanrıcılığa geçiştir. Çoktanrılı ve antropomorfik (insan biçimli) tanrı panteonlarının en sevilen hikâyelerine geri dönülmüştür. Yaşlı kral-tanrının hanedanına mensup prensler arasındaki kıskançlık, entrika, dalavere öyküleri mitolojilerin değişmez motifleridir. Melek figürünün ön plana çıkarılması bir bakıma buna çanak tutmak anlamına gelmekte, ister istemez çoktanrıcı yönü güçlendirmektedir. Bu durumda Tanrıyla melekler arasında bir sıkıntının baş göstermesi kaçınılmazdır. Eyüp metninde melekler hakkında şöyle bir ibarenin yer alması durum hakkında bize bir fikir verebilir:

“Tanrı meleklerine güvenmiyorsa, Gökler bile O’nun gözünde temiz değilse, haksızlığı su gibi içen iğrenç, bozuk insana mı güvenecek?”(4)

Kısacası insanların melek kavramına ihtiyatlı yaklaşmalarında fayda olduğu bellidir. Buna rağmen pek çok dini metin bu konudaki hassasiyete uymayıp deyim yerindeyse kantarın topuzunu kaçırdığı için sansür yemiştir.

Apokrif (yasaklı) bir metinde suç işleyen melekler hakkında yazılanlar işin nereye kadar vardığını göstermektedir:

İrlanda’da St. Alibe Katolik Kilisesi’nde bulunan ve melekleri tasvir eden bir vitray. Soldan sağa Gabriel, Michael ve Raphael.

“(Bu meleklerden) ilkinin adı Yekun’du. O, kutsal meleklerin tüm çocuklarını saptıran, onları dünyaya getirip insanların kızlarıyla yoldan çıkarandır. İkincisinin adı Kesabel’di. O, meleklerin kutsal oğullarına şeytani kılavuzlukta bulundu ve onları yoldan çıkarıp vücutlarını insanların kızlarıyla kirletmeye sevk etti. Üçüncüsü Gadreel’di O, insanoğullarına tüm öldürücü darbelerini gösterdi ve Havva’yı yoldan çıkardı. İnsanoğullarına savaş zırhlarını, savaş kılıçlarını ve diğer tüm ölüm silahlarını gösterdi. O zamandan sonra nesilden nesile dünyada yaşayanlara tüm bu şeyler onun elinden geçti. Dördüncüsünün adı Penemuel’di. O, insanoğullarına acıyı ve tatlıyı ve meleklerin bilgeliklerinin tüm sırlarını öğretti. İnsanlara mürekkep ve kâğıtla yazmayı öğretti; böylece bugüne kadar pek çokları günaha girdi. İnsanlar böyle bir amaç için, inançlarını kalem ve mürekkeple göstermek için yaratılmadı. İnsanlar tıpkı melekler gibi yaratıldı ki doğru ve saf kalabilsinler ve her şeyi yok eden ölüm onlara dokunmasın. Ama şimdi bilgileri nedeniyle yok oluyorlar ve bu güç onları tüketiyor.”(5)

Melekler hususunda hiç bilinmeyen isimler veren, onların pek çok liderinin dünyaya inip (tıpkı Yunan mitolojisindeki Prometheus gibi) insan soyuna bilmemesi gerekenleri öğrettiğini yazan, işledikleri suçlara karşılık sonsuza kadar çarptırıldıkları cezayı çekecekleri zindanlar hakkında ayrıntılı gözlemler aktaran bu metin, Yahudi din adamları tarafından sakıncalı bulunarak unutulmaya terk edilmiştir. Enok’un Kitabı olarak Türkçeye çevrilen bu metin, 1773 yılında James Bruce adında biri tarafından o zamanki adı Habeşistan olan bugünkü Etiyopya’daki bir manastırda üç nüsha halinde bulunmuştur. Kitap ancak 1821 yılında İngilizceye çevrilmiştir.(6)

Enok ya da Hanok’un İslam inancındaki İdris Peygamber olduğu varsayılır. Bir peygamberin kitabının 1773 tarihine kadar unutulmuş olması ise manidardır.

Hıristiyanlık ve İslam

Yahudiliğin monoteizm (tektanrıcılık) ile politeizm (çoktanrıcılık) arasındaki bu kararsız tutumu, çelişkileri ve uyumsuzlukları nihayetinde iki yeni din meydana getirmiştir. Hıristiyanlık, her ne kadar tektanrıcı semavi dinler kategorisine alınsa da aslında çoktanrıcı (ve tabii ki antropomorfik) olmaktan kurtulamaz. Çünkü “Tanrı’nın oğlu İsa” tabiri ve onun öncesinde, Tanrı’nın insan soyundan bir kadını (Meryem) hamile bırakarak doğum olayını gerçekleştirmesi, Tevrat’taki “Tanrı oğulları” ile insan kızları arasındaki evlilik ilişkisini hatırlatır. Üstelik de bu defa Tanrı’nın bizzat kendisi işin içindedir ve oğlu da Nefilim soyunu temsil eder hale gelir.

Bu durumda tektanrıcılık davasında geriye bir tek İslamiyet kalmaktadır. Onda bile felsefi anlamda tektanrıcılığın ne demek olduğuna ilişkin tartışmalar çeşitli tasavvuf anlayışları arasında ancak bazılarının ulaşabildiği bir üst kavrayıştır. İslamiyet tektanrıcı anlayışa ancak melekler hususunda Yahudi ve Hıristiyan din bilginleri tarafından yazılan onca külliyata sırt çevirerek, konuyu basitleştirip, ilginçliğini yok ederek ulaşabilmiştir. Her ne kadar İslamiyet, “dört büyük melek” klişesini Tevrat ve İncil’den bile değil, doğrudan doğruya Yahudi din külliyatından, Rabbi unvanlı dini üstatların yazılarından ve İbranice asıllarını muhafaza ederek alsa bile, çok ciddi tadilattan geçirmiştir. İslamiyet, Midraş ve Talmud külliyatında adı geçen pek çok meleğin görev ve yetkileri konusundaki onca ayrıntı ve karmaşayı bir kenara bırakarak dört büyük meleğin görev ve yetkilerini sarihleştirmiş ve sınırlandırmıştır. Üstelik bu konuda tartışmayı bitirecek son nokta bizzat Kuran’ın Enbiya suresinin 26. ayetinde konulmuştur. Ayet şöyledir:

“Rahmân, çocuk edindi” dediler. O, böyle şeylerden uzaktır, yücedir. Hayır, (evlat diye niteledikleri) o melekler ikrama erdirilmiş kullardır.”(7)

Bu ayet, meleklerin Tevrat ve İncil’den yansıyan imgesinin önüne geçilmek içindir. Tanrı’nın dışında fazlaca temayüz etmiş her varlık eninde sonunda Tanrı iradesiyle çelişecek ve “düşmüş melekler” kavramına dönüşecektir. Üstelik yeterince taraftar bulduğu takdirde bu meleklerden her biri düşkün olmaktan da kurtulabilecek ve başlı başına bir tanrı olabilecektir. Hatta İslam coğrafyasında bunun bir örneği bile vardır. Yezidilerin Melek Tavus’u işte böyle bir melektir. Üstelik bu din, 13. ve 14. yüzyıl gibi hayli geç bir tarihte ve İslami bir tarikatın bünyesindeki dönüşümle ortaya çıktığına göre (8) İslamiyet’in katı kuralları bile melek kültlerinin ve çoktanrıcılığın önüne geçmekte yetersiz kalmıştır.

İslamiyet, çoktanrılılıktan tektanrılılığa geçmek için neşteri bu melek meselesine vurması gerektiğinin farkındadır. Meleklere belli bir kutsiyet atfedilmekle birlikte onları etkisizleştirecek önlemleri almıştır. Klasik İslam yazarlarınca melekler her zaman “yemez, içmez, uyumaz, dişilikleri-erkeklikleri yoktur” gibi klişe sözlerle tarif edilir. Çünkü amaç, meleklerin irade gösterebilen bir varlık olarak algılanmasının önüne geçmektir.

Tevrat’ın ilk metinlerinin yazıldığı yıllardan başlayarak, Hıristiyanlık ve en nihayet İslamiyet’in yaptığı fikirsel katkılara rağmen tektanrıcılık hâlâ anlaşılmakta ve uygulanmakta zorluklarla karşılaşan felsefi bir yaklaşımdır. Bunca zamandır o kadar mücadelelere, zorlamalara, hakkında yazılan onca yazılara rağmen neden bu denli az anlaşılabildiği ise üzerinde durulmaya değer bir husustur. İslamiyet, tektanrıcılık konusunda yaşadığı zorluğu ancak tasavvuf ekolleriyle aşmaya çalışmıştır ama yine de geleneksel İslam otoritelerince “sapkın” olarak nitelendirilen tarikat ve cemaatler hiç eksik olmamıştır.

Aslında gerçek manada tektanrıcılık ancak İslam coğrafyası üzerindeki merkeziyetçi büyük imparatorluklarda anlaşılıp benimsenebilmiştir. Ademimerkeziyetçi (feodal) devletçiklerde tektanrıcılığın varlığı sadece lafzi düzlemde kalmış gibidir. Nitekim İslam coğrafyası üzerinde birbirinden farklı din ve inanışların varlığı, büyük imparatorlukların merkeziyetçiliğine izin vermeyen coğrafyanın azizliklerinden başka bir şey değildir.

Dipnotlar

1) Angelo S. Rappoport, Myth and Legend of Ancient İsrael I, Kessinger Yayınevi, 2005 s. 39.
2) Rabbi Eliezer, Pirke de Rabbi Eliezer, “The Serpent in Paradise”, Çev. Gerald Friedlander, Kegan Paul, Trench, Trubner & Co. Ltd. Londra, ss. 22-23.
3) Erhan Altunay, “Enok’un Kitabı’na Önsöz”, Peygamber Enok’un Kitabı, Hermes Yayınları, 2011, s. 20.
4) Tevrat, Eyüp 15:15-16.
5) Peygamber Enok’un Kitabı, Hermes Yayınları, 2011, ss. 102-103.
6) Erhan Altunay, “Enok’un Kitabı’na Önsöz”, Peygamber Enok’un Kitabı, Hermes Yayınları, 2011, ss. 8-9.
7) Elmalılı Hamdi Yazır, Kur’an Meali.
8) Erol Sever, Yezidilik ve Yezidilerin Kökeni, Berfin Yayınları, 2006, s. 73.

Kaynak: Bilim ve Gelecek, Sayı:159, Mayıs 2017 s.65

Önceki İçerikYetişkinlerde var olmayan belirli kas yapıları, insan embriyolarında gözleniyor!
Sonraki İçerikZaman yolculuğu, “Her şeyin teorisi”nden kurtulabilir mi?