Ana Sayfa 190. Sayı Bill Gates’in mesajıyla başlayıp J. Hickel’in sürdürdüğü tartışma Kapitalizm dünyayı daha...

Bill Gates’in mesajıyla başlayıp J. Hickel’in sürdürdüğü tartışma
Kapitalizm dünyayı daha iyi bir yer yapıyor mu?

1428

Tartışmayı başlatan ilk kıvılcım Bill Gates’in 19 Ocak 2019 tarihli bir twitter mesajı oldu. Bu mesajda Gates bir grafiği paylaştı. Buna göre 1820-2015 yılları arasında aşırı yoksulluk küresel ölçekte % 94’ten % 10’a gerilemiştir. Bu grafiğin altına Gates şunu yazdı: “Bu benim favori infografiklerimden biri. Hayatın son iki yüzyılda nasıl geliştiğini pek çok insan hafife alıyor.” Ve tartışma başladı: Kapitalizm dünyayı daha iyi bir yere getirdi mi, ya da getirecek mi?

Dünya tek bir pazar olalı bu pazarda oyunun kurallarını belirleyen sistem -daha bilimsel ya da daha “nötr” bir adı olmadığı için ben buna “kapitalizm” diyeceğim- bugünden baktığımızda dünyayı daha iyi bir yere getirdi mi, ya da getirecek mi? Bu soru, hiç kuşku yok, insanlığın çağımızdaki “büyük” sorularından biri. Bu büyüklükten olacak, ciddiye alınabilecek entelektüel tartışmalarda bu sorunun doğrudan doğruya ele alındığına pek tanık olmayız. Bu soruya en kesin “evet” yanıtını verenler bunu yaparken genelde “ideoloji-üstü” bir perspektiften baktıkları iddiasındadırlar. Bu nedenle onlar en başta sorunun bu şekilde sorulmasına itiraz edecekler ve söyledikleri bu sorunun kesin bir olumlaması olsa dahi soruyu be şekliyle tartışmayı reddedeceklerdir. Soruya “hayır” yanıtını verenler için ise sorunun yanıtı öyle açıktır ki tartışılması zaman kaybından başka bir şey olamaz. Bununla birlikte, bazen küçük bir kıvılcım doğrudan doğruya bu soru etrafında dönen bir tartışmanın alevlenmesine neden olur. Taraflar çok kısa bir sürede cephaneliklerindeki bütün argümanları boşaltırlar, alevler sönükleştikten sonra ise yine eski günlük düzenlerine geri dönerler.

Böyle bir olay içinde bulunduğumuz yılın başlarında yaşandı. Bu yazının ilk amacı belge niteliği taşıyan bu tartışmayı mümkün olduğu kadar ayrıntılı bir şekilde özetlemek. Yazının devamında aktaracağım gibi, bu tartışmada ilk heyecan atlatıldıktan sonra taraflar arasında deyim yerindeyse bir akademik ateşkes sağlandı. “Büyük soru” hangi indeks şu amaçla kullanılabilir, bu amaçla kullanılamaz, hangisi şunu ölçmüştür, bunu ölçmemiştir gibi tamamen akademik bir tartışma içinde kayboldu. Yazının ikinci amacı bu “ateşkes”e -müsaadenizle- karşı çıkmak. Bunun için iki nedenim var. Birincisi, bu tartışmada mesele salt akademik bir mevzu olarak görülemez. Bu tartışma, en başta, çok kuvvetli sanılan bazı argümanların gerçekte ne kadar zayıf olduklarını, bütün bu zayıflığın üstünün yeni tür bir ideolojiyle kapatılmaya çalışıldığını gösterdi. Cin şişeden çıkmış, takke düşmüş kel görünmüştür. Akademia ne cini tekrar şişeye sokabilir, ne de görünen keli örtebilir. İkinci nedenim şu: Bu tartışmanın önemli bir kısmı birtakım akademik araştırmaların belirli bir ideolojiye propaganda hizmeti sunmak dışında bilimsel denebilecek bir amacı olup olmadığıyla ilgili. Bir konunun akademik araştırmaya değer olup olmadığı salt akademik bir tartışmanın konusu olamaz. Bu bütün kamuyu ilgilendiren kamusal bir tartışmadır. Bu nedenle bunu tartışmak yalnızca konuyla ilgili akademisyenlere bırakılamaz. Bu ikinci yönüyle bu yazı akademi-politik bir sorunu tartışmayı amaçlamaktadır.

Bill Gates’in twitter mesajı ile alevlenen tartışma
Tartışmayı başlatan ilk kıvılcım Bill Gates’in 19 Ocak 2019 tarihli bir twitter mesajı oldu. Bu mesajda Gates 46 milyon takipçisiyle Our World in Data adlı araştırma kuruluşunun yayımladığı bir grafiği paylaştı. Buna göre 1820-2015 yılları arasında aşırı yoksulluk küresel ölçekte % 94’ten % 10’a gerilemiştir. Bu grafiğin altına Gates şunu yazdı: “Bu benim favori infografiklerimden biri. Hayatın son iki yüzyılda nasıl geliştiğini pek çok insan hafife alıyor.”

Tartışmayı başlatan ilk kıvılcım Bill Gates’in 19 Ocak 2019 tarihli bir twitter mesajı oldu.

Çalışma alanları arasında küresel eşitsizlik, ekolojik ekonomi gibi konular bulanan antropolog Jason Hickel 29 Ocak 2019 tarihinde Guardian’da buna bir tepki olarak “Bill Gates yoksulluğun azaldığını söylüyor. Bundan daha fazla yanılamazdı” başlığıyla yayımlanan bir makale kaleme aldı.(1) Hickel bu makalede Gates ile birlikte New York Times’ın köşe yazarlarından Nicholas Kristof ve Harvard Üniversitesi psikoloji profesörü Steven Pinker’ı da isim vererek muhatap alıyordu. Bu sataşmadan kendisine vazife çıkaran “Why evolution is true” adlı bir blogun yazarı, Pinker’a konuyla ilgili görüşlerini sorar ve aldığı yanıtları içeren emaili blogunda yayımlar.(2) Hickel bunun üzerine kendi blogunda “Küresel yoksullukla ilgili Steven Pinker’a (ve illaki Bill Gates’e) açık mektup” başlığıyla ikinci bir yazı yayımlar. Tartışmanın odağında bulunan grafiğin menşei olan Our World in Data’nın kurucusu Max Roser da Joe Hasell adlı başka bir araştırmacıyla birlikte tartışmaya konu grafiği savunan “Aşırı yoksulluğun tarihini nasıl biliyoruz?” başlığıyla bir yazı yayımlarlar.(3) Hickel hiç zaman geçirmeden buna “Max Roser’a yanıt: Küresel Yoksulluk Nasıl Ölçülmez” başlığıyla yeni bir yazı ile karşılık verir.(4) Alevlenen bu tartışmalarda adı anılmaya başlandığı için, herkes tarafından konunun akademik duayeni kabul edilen Branko Milanovic kendi blogunda “Uzun dönemde yoksulluk: meşru meseleler” başlığıyla itidal çağrısı yapan bir yazı yayımlar.(5) Milanoviç’in amacı akademik araştırmanın ciddiyetini korumaya çalışırken diğer yandan alanıyla ilgili akademik araştırma imkânının sınırlılığına işaret etmektir. Bu tartışmanın tepe noktası 12 Şubat’ta Vox’ta yayımlanan Dylan Matthews imzalı bir yazı olur.(6) Mathhews’ın en azından görünüşteki amacı o ana kadar olan tartışmayı özetleyerek arabulucu olmaktır.

Bill Gates’in ‘başarı hikâyesi’
Bill Gates 1980’lerdeki kişisel bilgisayar (PC) devriminin en önde gelen isimlerinden biridir. Bu dönemin başında kurduğu Microsoft çok kısa bir sürede sıfırdan dünyanın en büyük şirketi haline gelir. Bu başarı sonradan Google, Facebook gibi başka şirketler tarafından tekrarlandığı için bugün bize o kadar etkileyici gelmiyor. Oysa Gates’in önemli bir farkı yine de var. Yazılım (software), bilindiği gibi, bir taşıyıcıdan başka bir taşıyıcıya çok kolaylıkla kopyalanabilir. Bu nedenle yazılım herhangi bir fiziksel ortamda taşınabilen, ama kendisi fiziksel olmayan bir şey olarak görülür. Kişisel bilgisayar devriminin başlarında ortaya ilk defa olarak yepyeni, büyük bir pazar çıkarken henüz kimse çok kolay kopyalanabilen, özünde fiziksel olmayan bu “şey”den çok büyük paralar kazanılabileceğini düşünmüyordu. Zamanın açık ara farkla en büyük devi IBM, belki de bu nedenle, “IBM uyumlu” PC’lerin de facto endüstri standardı haline geldiği bir dönemde yazılım işini, yani bu bilgisayarların sonradan DOS adıyla anılacak olan işletim sistemini o güne kadar adını pek kimsenin bilmediği Microsoft adlı bir şirkete bırakır.

Bill Gates mesajında Our World in Data adlı araştırma kuruluşunun yayımladığı bir grafiği paylaşmıştı. Buna göre 1820-2015 yılları arasında aşırı yoksulluk küresel ölçekte % 94’ten % 10’a gerilemiştir.

Yazılımın parayla satılması gerçekten de en başta bazı yazılımcılar arasında dirençle karşılanır. Bu tepkiden daha sonra, öncülüğünü Richard Stallman’ın yaptığı, “özgür yazılım” (Freeware) adını alan hareket doğacaktır. Buna rağmen asıl kazanan Bill Gates olur. Nasıl para edeceğini çok fazla insanın pek kestiremediği bir işten dünyanın en büyük servetini kazanmakla kalmaz, kurduğu şirket, para karşılığı satılmayan (freeware) bilgisayar işletim sistemlerinin çok sayıda, nitelikli ve çok kolaylıkla erişilebilir olduğu günümüzde bile, Windows adıyla pazarladığı işletim sistemine yüzlerce dolar fiyatına rağmen bir yığın alıcı bulabilmektedir. Bu nedenle Bill Gates bütün kapitalizm tarihinin en büyük dehaları arasında gösterilir. Öyle olduğuna kuşku yok.

Bununla birlikte Gates’in hikâyesini yalnızca bu yönüyle anlatmak ona haksızlık olur. Henüz görece genç olduğu yıllarda, kariyerinin ve servetinin doruğunda Gates kurduğu şirketin aktif yönetiminden ayrılarak eşiyle beraber bir vakıf kurar ve bu vakıf aracılığıyla dünyanın dört bir yanında hijyen kaynaklı sağlık sorunlarıyla, salgın hastalıkla, temiz suya erişimin ortadan kalkmasıyla, açlıkla mücadele eden insanların yardımına koşar. Yukarıda alıntıladığım twitter mesajında Gates “Hayatın son iki yüzyılda nasıl geliştiğini pek çok insan hafife alıyor” derken bunu -en azından görünüşte- “kapitalizmin dahi çocuğu” olarak, kapitalizmi meşrulaştırma amacıyla değil, bu ikinci kimliğiyle, yani dünyada hayatın gelişmesi için canla başla çalışan bir insan olarak söylüyor. Bu bakış açısına sahip olanların, yani dertleri kapitalizmi haklı çıkarmak değil, dünyada hayatın iyiye gittiğini görmek olanların dayandıkları düşünce şöyle özetlenebilir: Kapitalizm dünya tarihinde eşi olmayan bir maddi refah yaratmıştır. Gerçi bunu yaparken ortaya büyük bir eşitsizlik de çıkarmıştır, ama eşitsizlik dediğimiz şey göreli. Eşitsizlik bu bağlamda en alttakilerin maddi refahtan en üsttekiler kadar pay alamadıkları anlamına geliyor. Fakat maddi refahtan hiç pay alamayan kimse yok. Diğer yandan kapitalizm öyle büyük bir maddi refah yaratmıştır ki bu refahtan görece daha az pay alan en alttakilerin yaşamı bile eskiye oranla inanılmaz ölçülerde iyileşmiştir. Bu arka plan ışığında bakıldığında Gates kapitalizm propagandası yapmıyor. O sadece dünyada hayatın daha iyiye gitmesi için çalışan biri olarak bu başarıldığında bu başarının takdir edilmesini istiyor. Eğer bu başarı gerçek olsa, yani Gates’in mesajında ortaya attığı iddia, ya da bu iddianın dayandığı infografik hiç tartışma götürmeyen, herkesin üzerinde uzlaştığı konular olsa bundan şüphe duymak için bir neden de olmazdı. Oysa bu “başarı hikâyesi”, görüyoruz ki, başta alanın uzmanları olmak üzere hiç de herkesin üzerinde anlaştığı bir konu değil.

Hickel’in grafiğe itirazları
Jason Hickel Guardian’da yayımlanan “Bill Gates yoksulluğun azaldığını söylüyor. Bundan daha fazla yanılamazdı” başlıklı makalesinde(7) Gates ve onun iyimserliğine dayanak olan infografiği hazırlayan Max Roser’a şu beş gerekçeyle karşı çıkar:

1) Yoksullukla ilgili veriler 1981 yılından itibaren toplanmaya başlanmıştır. Başka amaçla toplanmış verilerden hareketle bu tarihten öncesine ilişkin sonuçlar çıkarmak bilimsel olarak problemlidir. 1820’li yıllara kadar geriye gitmek ise akademik açıdan hiçbir şekilde ciddiye alınamayacak bir saçmalıktır.

Guardian’da yayımlanan “Bill Gates yoksulluğun azaldığını söylüyor. Bundan daha fazla yanılamazdı” başlıklı makalenin yazarı ve tartışmanın taraflarından biri olan antropolog ve iktisatçı Jason Hickel.

2) Sömürgeciliğin dünyanın çeşitli yerlerindeki yerli halklar açısından getirdiği yıkım bu grafikte yoksulluğun gerilemesi gibi görünmektedir. Bu halklar sömürgecilikten önce orman, göl, deniz, toprak gibi kendilerine ait doğal kaynaklardan, paraya önemli ölçüde ihtiyaç duymadan geçinirlerken sömürgecilikle birlikte bu kaynaklar ellerinden alınmış ve cüzi paralar karşılığında hiç istemedikleri halde başta madenler olmak üzere çeşitli alanlarda çalışmaya zorlanmışlardır. Başlangıçta hemen hemen hiç paraya sahip olmayan insanlar şimdi az da olsa paraya sahip oldukları için Batı’nın en büyük günahlarından biri olan bu mülksüzleştirme Roser’ın grafiğinde yoksulluğun gerilemesi olarak görünüyor. Hickel’in sözleriyle: “Gates’in favori infografiği sömürgeciliğin bu şiddetini alıyor ve onu mutlu bir ilerleme olarak yeniden paketliyor.”

3) Bu infografik aşırı yoksulluğun sınırı olarak günlük 1,90 dolar geliri baz alıyor. Bu rakamın kabul edilemez derecede düşük olduğu konusunda hemen herkes hemfikir. Akademisyenlerin çoğunluğu 7,40 dolar geliri savunurlarken bu seviyeyi 10 dolar hatta 15 dolara çıkaranlar da var. 7,40 dolar geliri baz aldığımızda elde ettiğimiz rakam 1981’den bu yana aşırı yoksulluk seviyesinin altında yaşayan insanların sayısının 4,2 milyara çıkmış olduğudur.

Hickel’in itirazlarından: Küresel ekonomideki büyümenin sadece % 5’i en yoksul % 60’ın eline geçiyor. Oysa küresel ekonomi büyük ölçüde bizzat bu % 60’ın üretimine dayanıyor.

4) Bu infografikte olumlu sayabileceğimiz gelişmeyi çok büyük ölçüde Çin’deki refah artışına borçluyuz. Öte yandan bunu neoliberalizmin başarı hanesine yazamayacağımız açıktır. Çin’i çıkaracak olursak 1981’den bugüne durum yalnızca mutlak rakamlarda kötüye gitmekle kalmaz, aşırı yoksulluk sınırının altında yaşayan insanların oranı da % 60’larda çakılı kalır.

5) Sonuç küresel ekonomik sistem açısından övünç değil, utanç kaynağıdır. Küresel ekonomideki büyümenin sadece % 5’i en yoksul % 60’ın eline geçmektedir. Oysa küresel ekonomi büyük ölçüde bizzat bu % 60’ın üretimine dayanmaktadır.

Pinker, “romantik marjinal Marksist” ile muhatap oluyor
“Why evolution is true?” adlı kendine ait bir blogda yazılar yazan Jerry Coyne, Hickel’in ortaya attığı bu savlarla ilgili olarak bir email ile Steven Pinker’in görüşlerini sorar ve aldığı yanıtı Pinker’in izniyle blogunda yayımlar.(8) Harvard Üniversitesi psikoloji profesörü olan Steven Pinker bilişsel bilimler alanında dünyanın en önde gelen isimlerinden biridir. Akademik çalışma alanı buradaki tartışmayla doğrudan ilgili olmasa da geçtiğimiz yıl yayımladığı Enlightenment Now (Aydınlanma, şimdi!) adlı kitabıyla bu tartışmalara oldukça net bir pozisyon alarak dahil olmuştur. Pinker’in bu kitaptaki başlıca amacı Aydınlanma felsefesini günümüz entelektüel dünyasındaki düşmanlarına karşı savunmaktır. Ona göre Aydınlanmanın ilerleme ideali bugünden dönüp baktığımızda artık salt bir ideal değil tarihsel bir gerçektir.

Al Jazeera’dan Mehdi Hasan, Steven Pinker ile geçtiğimiz yılın Ağustos ayında yaptığı bir röportajda(9) pek çok akademisyenin araştırma sonuçlarının bu kitaptaki iddiaların aksini gösterdiğini söyler ve buna ilişkin kaynak olarak Jason Hickel’in adını verir.(10) Coyne’un Guardian’da Hickel’in yazdığı makaleyle ilgili olarak Pinker’in görüşlerine başvurması muhtemelen bu röportajda doğan cevap hakkıyla da ilgili olsa gerek. Pinker, Coyne’a yanıtında önce küresel ekonomik gelişmeyle ilgili bütün uzmanların hemfikir olduğu bir konuyu Guardian’ın yataklık ettiği bir Marksist ideoloğa karşı neden savunması gerektiği konusunda emin olamadığını söyler, arkasından görüşlerini 7 madde halinde sıralar. Pinker aslında daha bu ilk cümleyle izleyeceği iki stratejiyi belli etmiştir: Karşı tarafı marjinalize etmek ve rakamların kendi yorumu dışındaki tüm yorumlarını yasaklamak. Marksist olmak eğer entelektüel bir tartışmada diskalifiye olma nedeniyse ve rakamlar kendi yorumunuz dışında başka bir yoruma açık değilse ortada gerçekten de tartışılacak bir şey yok demektir.

Pinker’in buna rağmen art arda sıralamaktan kendini alamadığı konuyla ilgili görüşleri şöyle:

1) Aşırı yoksulluk düzeyindeki hızlı düşüş politik olarak tarafsız (neutral) olan her gözlemcinin eldeki veriye baktığında gördüğü şeydir.

Harvard Üniversitesi psikoloji profesörü olan Steven Pinker, Gates’i savunarak Hickel’i eleştirdi. Pinker’a göre Hickel “marjinal-romantik” bir Marksist’ti.

2) Hickel’in aşırı yoksulluk sınırıyla (1,90 dolar) ilgili eleştirileri yersiz, çünkü yukarı doğru hareket topyekun olduğu için çıtayı nereye koyarsanız koyun oransal olarak bir iyileşme göreceksiniz.

3) Aşırı yoksulluktaki düşüş sadece Çin ile sınırlı değil. – Pinker burada Çin’in yanında birkaç ülkenin adını sıralar, fakat bu konuyla ilgili Hickel’in asıl eleştirisine doğrudan hiçbir yanıt vermez.

4) Hickel’in geçmişe ilişkin çizdiği tablo Fernand Braudel gibi tarihçilerin açık bir şekilde yanlışladığı, herhangi bir dayanaktan yoksun romantik bir masaldır. – Burada Pinker’in neye “romantik bir masal” dediği ilk bakışta hemen anlaşılmıyor. Hickel geçmişe ilişkin konuştuğu yerde, öncelikle Batı sömürgeciliğinin dünyanın çeşitli yerlerinde yol açtığı felaketlere dikkat çekiyordu. Pinker’ın bunu inkâr ediyor olması, üstelik “romantik masal” olarak nitelemesi pek olası değil. Muhtemelen burada romantik olan sömürgecilik öncesinde halkların sahip oldukları doğal kaynaklar sayesinde şöyle ya da böyle geçimlerini sağlayabildiklerine inanıyor olmak. Eğer öyleyse, Pinker’in gerçekçi resmine göre, Batı kapitalizmiyle tanışmadan önce hayat kurtulunması gereken bir sefilliktir. Yalnız Pinker değil başka pek çok kimsenin gerçekten böyle düşündüğünü görüyoruz. Fakat bunu böyle kabul edecek olsak bile buradan Hickel’in sömürgecilik ile ilgili suçlamalarına ilişkin hiçbir sonuç çıkaramayız. Pinker, Hickel’in sömürgecilik öncesine ilişkin resmine “romantik masal” derken sömürgecilik sonrasına ilişkin sessiz kalmayı tercih ediyor.

5) Aşırı yoksulluğun düşüşü yalnızca gelir düzeyiyle ölçülmüyor. Okur-yazarlık, temel eğitim, ortalama yaşam beklentisi, çocuk ölümü gibi değişkenler de bu ölçüme dahil olan önemli parametreler. Bunların hepsinde iyileşme gözlemleniyor. Gelir yanında tüketim de ayrıca dikkate alınan bir etken. Burada da önemli bir gelişme mevcut.

6) Bu iyileşmeler yalnızca konunun uzmanlarının gözlemi değil. – Pinker burada alanlarıyla ilgili araştırmalar için sıklıkla Afrika’ya giden biyolog tanıdıklarının gözlemlerini aktarıyor: “İçi yiyecek dolu dükkânlar, ayakkabı giyen çocuklar, açlık çeken değil, aşırı kiloya sahip insanlar, kulübelerin yerini almış briket evler, televizyonlu bisikletli fakir insanlar”. Hickel’in sömürgecilik öncesi hayatın mutlak sefalet olmadığına ilişkin cümlelerini “romantik bir masal” olarak niteledikten hemen sonra, üstelik kulaktan dolma malumatla Pinker’in bu romantik tabloyu çizmesi dikkat çekici. Fakat Pinker buna samimiyetle inanmaktadır. Ona göre Afrika dünya kurulalı sefildir. Küresel ekonomi sayesinde bu sefalet ilk defa yavaş yavaş ortadan kalkmaktadır.

7) Hickel ve başka aşırı solcuların dünya görüşleri eldeki verilerin küreselleşme sayesinde güçlü bir gelişme gösterdiğini kabul etmeye engeldir. – Pinker bu görüşünü desteklemek için Hickel’ın nasıl radikal olduğunu gösteren iki kaynağa referans verir. Bununla Pinker yanıtını başladığı gibi bitirmiş oluyor: Jason Hickel görüşlerine itibar edilemeyecek marjinal bir isimdir.

Halklar sömürgecilikten memnun muydu?
Hickel, Pinker’e yanıtında(11) önce Gates’in paylaştığı infografiği yeniden ele alır ve onun akademik olarak neden kabul edilemez olduğunu daha ayrıntılı ifade etmeye çalışır. 1981 öncesine ait veriler Hickel’e göre bize konuyla ilgili anlamlı sonuçlar çıkarmaya izin vermeyecek kadar kabataslak bir resim sunuyor, üstelik bu veriler belirli ülkelerle sınırlıdır. 1820’lere kadar geri gitmek ise ona göre tamamen anlamsız. Fakat bir an için bunu bir kenara koysak bile ortada çok ciddi bir akademik problem kalıyor. 1981 öncesine ait veriler yoksulluğu tespit etme gibi bir amaç taşımadığı için sadece gelir bazlıdır. Oysa bu tarihten sonraya ait veriler tam da bu amacı taşıdığı için gelir yanında tüketimi ve insanların doğrudan doğruya topraktan, denizden, ormandan, ırmaktan elde ettikleri ürünleri ya da akrabalarından gördükleri yardımı da kapsıyor. Bu iki veri türünü sanki aynı şeyi ölçüyormuş gibi birlikte kullanmak yanıltıcı sonuçlar ortaya koyacağı için akademik bakımdan kabul edilebilir değildir. Hickel bu grafiğin akademik yayınlarda bir zorunluluk olan peer review sürecinden geçmediğine işaret eder ve bu nedenle bunun bir akademik çalışma değil “sosyal medya” olduğunu söyler. Pinker’in kendisinin geçmişe ilişkin söylediklerinin “herhangi bir referans ya da dayanaktan yoksun romantik bir masal” olduğunu hatırlatan Hickel, konuyla ilgili son olarak bilakis Pinker’in dayandığı bu grafiğin herhangi bir dayanaktan yoksun olduğunu söyler.

Sömürgecilik tarihine ilişkin hemen her kaynak, sömürgecilerin yerli halkı plantasyon ve madenlerde çalışmaya razı etmekte nasıl zorlandıklarını anlatır. (Brezilyalı fotoğraf sanatçısı Sebastião Salgado’nun bir fotoğrafı)

Pinker’ın “romantik masal”dan kastı Hickel’in sömürgecilik öncesi döneme ilişkin çizdiği tabloydu. Onun sömürgeciliğin getirdiği yıkımlara ilişkin söylediklerini Pinker, yukarıda belirttiğim gibi, tamamen görmezlikten gelmişti. Hickel yanıtında bunu yeniden hatırlatarak 1820-1950 arasındaki dönemde Küresel Güney’in büyük bölümünün şiddet yoluyla mülksüzleştirmeye sahne olduğunun göz ardı edilemeyeceğini söyler. Sömürgecilik tarihine ilişkin hemen her kaynak, Hickel’ın aktardığına göre, sömürgecilerin yerli halkı plantasyon ve madenlerde çalışmaya razı etmekte nasıl zorlandıklarını anlatır. İnsanlar kendi mevcut geçim yollarını para karşılığında çalışmaya tercih ediyorlardı. Sömürgeciler insanları emekleri karşılığı para kazanarak yaşamaya zorlamak dışında çare bulamadılar. Bu amaçla cezalandırıcı vergiler konuldu, ortak alanlar kapatıldı, yiyeceğe erişim kısıtlandı, insanlar zorla yerlerinden yurtlarından edildi. Bu konuya ilişkin kaynak göstermediği iddiasına yanıt olarak Hinkel şu yapıtları referans verir: Sven Beckert’in Empire of Cotton adlı kitabı, Ellen Wood’un The Origins of Capitalism: A Longer View adlı kitabı, Mike Davis’in Late Victorian Holocausts adlı kitabı, Adam Hochschild’in King Leopold’s Ghost adlı kitabı ve son olarak Karl Polanyi’nin The Great Transformation adlı kitabı.

Hickel doğrudan söylemediği için burada ayrıca vurgulamak gerekir: Pinker sömürgecilik öncesi dönemde insanların gül gibi geçinip gittikleri düşüncesini romantik bir masal olarak görüyordu. Hickel sömürgecilik öncesi döneme ilişkin bir şey söylemediği için bu konuyu atlıyormuş gibi görünebilir. Oysa sömürgecilerin insanları mevcut geçim tarzlarından vazgeçirmek için zor ve hileye başvurmak zorunda kalmaları bu insanların sömürgecilik öncesinde yaşadıkları hayatın Pinker’ın düşündüğü kadar sefil bir hayat olmayabileceğini ortaya koyuyor. Hickel son olarak insanların emekleri karşılığı, emeklerini satarak yaşamaya zorlanmaları sürecinin sömürgecilik tarihinin en büyük felaketleriyle sonlandığına işaret eder: Bu dönemde Kongo’daki çalışma sistemi yerel ekonomiyi öyle kökünden sarsmıştır ki nüfusun yarısı olan 10 milyon kişi ölür. Güney Afrika’da ülke topraklarının % 90’ının siyah nüfusun elinden alınması yine bu dönemdedir. Hindistan’da 30 milyon insanın sadece ve sadece sömürgecilerin tarım politikalarının bir sonucu olarak açlıktan öldüğü dönem de yine aynı sürecin bir parçasıdır. Bu konuyu Hickel şu cümleyle kapatır: “Bu kadar şiddet ve daha fazlası sizin anlatınızda atlanıyor ve ilerlemenin mutlu bir hikâyesi olarak yeniden paketleniyor. Ve siz romantik masal saplantılı olanın ben olduğumu söylüyorsunuz.”

Hickel’ın burada ortaya koyduğu argümanlara karşı çok tipik bir refleks Hickel’ın pozisyonunu endüstrileşme karşıtı olarak karalamaktır. Bu pozisyondaki biri sanki zorunlu olarak endüstrileşmeye ya da teknolojiye karşıymış gibi gösterilir. Bu hikâyeye inanacak olursanız bu pozisyondaki birine göre sanki endüstri devrimi öncesi her şey güllük gülistanlık iken endüstrileşme ile dünyaya birden bire kötülük tohumları saçılmıştır. Pinker’ın “romantik masal” ithamının arkasında da tam olarak bu var. Hickel bu nedenle endüstrileşmeyle bir derdi olmadığını açıkça vurgular. Hatta karşı tarafa bir yaklaşma olarak endüstrileşmenin başarılarını kesinlikle kutlamamız gerektiğini söyler. Buna karşılık şunu hatırlatır: 19. yüzyılda yaşamın maddi koşullarında bir iyileşme olduğunu iddia ediyorsanız bu olguları göz ardı edemezsiniz. Dayandığınız veritabanı (Maddison database) bu dönemde yalnızca gelire ilişkin bize bir şeyler söylüyor, buna karşılık kaybedilenler hakkında hiçbir şey söylemiyor. Dolayısıyla bir sömürgede yerinden yurdundan edilip madende çalışmaya zorlanan bir işçi ilk defa emeği karşılığı para kazandığı için bu istatistikte refah artışının göstergesi olacak, bu işçinin kaybettikleri ise bu istatistiklere hiçbir şekilde yansımayacak. Oysa bu işçi elde ettiği parasal gelire karşılık topraklarını, o güne dek ortaklaşa kullanılan kaynakları ve belki de en önemlisi yeri geldiğinde kendisini maddi olarak destekleyecek toplumsal yapıyı kaybetmiştir. Endüstrileşme karşıtlığıyla ilgili suçlamayı tersine çevirmek için Hickel şu olasılığı düşünmemizi ister: Eğer küresel Güney’in ekonomileri Batı’nın büyük bir şiddet ve sömürü içeren müdahalesi olmadan, kendi olanaklarıyla endüstrileşmiş olsalar bugün hangi durumda olurlardı?

Aşırı yoksulluk sınırı tartışması
Buraya kadar Hickel’ın göstermeye çalıştığı şey yoksulluk ile ilgili ancak 1981 yılından sonra üzerine anlamlı bir şekilde konuşabileceğimiz istatistiksel verilere sahip olduğumuz. Çünkü bu tarihten itibaren toplanan verilerde ilk defa tam olarak bu amaç gözetilmiş, yani doğrudan doğruya yoksulluk ölçülmeye çalışılmış. Pinker “aşırı yoksulluktaki büyük düşüş verilerin ortaya koyduğu tarafsız bir olgudur (neutral fact of data)” derken belki en azından bu dönem için haklı olabilir. Fakat buradaki önemli problem yoksulluğun sınırını nasıl belirleyeceğimiz. Our World in Data’da yayımlanan, Gates ve Pinker’in favorisi olan istatistikler 1,90 dolar günlük geliri sınır olarak alıyor. Teknik olarak bu miktar 1,90 doların 2011 yılında ABD’de sahip olduğu alım gücüne karşılık geliyor. Bu miktar örneğin David Woodward’ın hesaplamalarına göre Britanya’da, 35 kişinin herhangi bir hediye, ödünç eşya, borçlanma, çöp eşeleme, dilenme ya da önceki birikimlerinden harcama yapma olanağı olmaksızın tek bir asgari ücreti paylaşarak geçinmeye çalışması anlamına geliyor. Çöp eşeleme, dilencilik vesaire olmadan deniliyor, çünkü bütün bu “kaynaklar” söz konusu 1,90 dolar gelirin hesaplanmasında zaten dahil edilen unsurlar. Konuyla ilgili akademisyenlerin neredeyse tamamı bu nedenle bu sınırın kabul edilemez derecede düşük olduğunu söylüyor.

Hickel buna ek olarak bu rakamın neden kabul edilemez olduğunu gösteren şu olgulara işaret ediyor: 1,90 dolar baz alındığında dünyada aşırı yoksulluk seviyesinin altında 700 milyon insan yaşıyor. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Organizasyonu (FAO) verilerine göre ise dünyada 815 milyon insan “minimal” insani etkinlik için gerekli miktarda kalori alamıyor. 1,5 milyar insan sürekli gıdasız kalma riskiyle yaşıyor ve “normal” bir insani etkinlik için gerekli miktarda kalori alamıyor. Aynı kaynağa göre dünyada yaşayan 2,1 milyar insan ise yetersiz besleniyor. Bu verilere dayanarak Hickel şu soruyu soruyor: “Dünyadaki yoksul sayısı nasıl aç ve yetersiz beslenenlerin sayısından daha düşük olabilir?” Pinker sınırı nereye koyduğumuzun bir önemi olmadığını söylüyor. Önemli olan ona göre gelir seviyesinde gözlemlenen artış eğilimidir. Sınırı nereye koyarsak koyalım grafikte aynı eğimi göreceğiz. Diğer yandan Hickel açısından şu soru oldukça meşru: Peki o halde neden dayandığınız istatistikler ısrarla 1,90 dolar günlük geliri aşırı yoksulluk sınırı olarak alıyor?

19. yüzyılda yaşamın maddi koşullarında bir iyileşme olduğunu iddia edenlerin dayandığı veritabanı (Maddison database) bu dönemde yalnızca gelire ilişkin bir şeyler söylüyor, kaybedilenler hakkında hiçbir şey söylemiyor. (Meksikalı ressam Diego Rivera’nın bir tablosu)

Aşırı yoksullukta büyük bir düşüş olduğunu iddia edenler bu kadar tartışmalı bir rakamı sınır almaktan vazgeçemiyorlar, çünkü Pinker’in trend ile ilgili argümanı tam olarak doğru değil. Akademisyenlerin 1,90 dolar yerine önerdikleri rakamlar içinde ortalama sayılabilecek olan 7,40 dolar günlük geliri sınır alacak olursak gerçi yoksulluk oranında yine bir düşüş olmuştur. Fakat hesaplamaya göre düşüş bu defa çok daha az dramatiktir: 1981’de dünya nüfusunun % 71’i aşırı yoksulluk sınırının altında yaşarken 2013’te % 58 hâlâ bu sınırın altında yaşamaktadır. Hickel ayrıca bu rakamların sadece oranlar olduğuna dikkat çeker. 1996 Roma Deklarasyonu’nda dünya hükümetlerinin üzerinde ilk anlaştıkları metrik aşırı yoksulluğa ilişkin verilerin oranlar değil, mutlak rakamlar üzerinden temsil edilmesiydi. Fakat sonraki yıllarda bunun yerine oransal rakamlarla temsil tercih edilir. Oysa aşırı yoksulluğun zaman içindeki değişimine ilişkin veriler mutlak rakamlarla temsil edilmeye devam edilse önümüzdeki görüntü tamamen değişecekti. Kaldı ki, bu yöntemi tercih etmek için çok neden vardır. Hickel’in argümanlarına ek olarak şuna işaret edilebilir: Eğer amaç yoksulluğu salt düşürmek değil bitirmekse asıl kıstas mutlak sayılar olmalı. Bu yöntemle baktığımızda aşırı yoksulluk düşmek yerine artmıştır: Dünya Bankası verilerine göre aşırı yoksul insanların sayısı 1981’de 3,2 milyar kişiden 2013’te 4,2 milyar kişiye yükselmiştir.

Çin’i çıkarıp bakacak olursak…
İçinde bulunduğumuz dönemde uluslararası politikaya damgasını vuran gelişme ABD ile Çin arasında cereyan eden ve tuhaf bir şekilde açıkça dillendirilen ekonomik savaştır. Hickel’in Guardian yazısında da vurgulamış olduğu bir nokta bu arka plandan bakıldığında oldukça çarpıcı görünüyor. Başta ABD olmak üzere Batı uzun zamandır Çin’e dünyada serbest pazarın bütün nimetlerinden faydalanıp kendi iç pazarı söz konusu olduğunda müdahaleden, korumacılıktan ve devlet eliyle belirlenen endüstriyel politikalardan vazgeçmemesi nedeniyle adil olmayan rekabet suçlaması yöneltiyorlardı. Donald Trump bu gerilimi tırmandırarak Çin’e nihayet açıktan, kendi kamuoyuna kolay kazanılacağını vaat ettiği bir ekonomik savaş açtı. Çin’in günahlarını aklamanın yeri, salt ekonomik olanlarla sınırlı bile olsa, burası değil. Fakat Çin’in kendisine yöneltilen suçlamayla ilgili yaptığı savunma tam da burada ele aldığımız konuyla ilgili olduğu için üzerinde durmak gerekir. Çin dünyanın ikinci büyük ekonomisidir, ama nüfusu bu ekonominin büyüklüğüne oranla çok daha fazla olduğu için ekonominin mevcut büyüklüğü henüz hâlâ nüfusun geniş kitlelerini yoksulluktan kurtarmaya yetmemiştir. Bu nedenle Çin nüfusunun tamamı yoksulluktan kurtulup Batı ülkelerindeki seviyeye gelene kadar bu amacı gerçekleştirmek için ekonomiye müdahaleden vazgeçemeyeceğini söylüyor. Şimdi bu bağlamda ele alacak olursak Pinker, Gates ve diğerlerinin dünyada yoksulluğun azalmasını neoliberal kapitalizmin bir başarısı gibi gösterip tantanayla kutlamaları tam bir ikiyüzlülük olarak görünüyor. Dünyada yoksulluğun gerilemesi, yukarıda ortaya çıktığı üzere, onların abarttığı kadar büyük olmadığı gibi, bu gerilemede aslan payı neoliberal kapitalizmin en önemli hedefi olan Çin’indir.

Gates ve Pinker’in favorisi olan istatistikler 1,90 dolar günlük geliri aşırı yoksulluk sınırı olarak alıyor. Fakat konuyla ilgili akademisyenlerin neredeyse tamamı bu sınırın kabul edilemez derecede düşük olduğunu söylüyor.

Hickel Batı ülkelerinin her birinin kendi endüstrileşmeleri döneminde bugün Çin’in uyguladığı ekonomik politikalara benzer korumacı politikalar izlediklerini ve ancak belirli bir refah seviyesinden sonra liberalleştiklerini hatırlatarak aynı Batı’nın dünyanın geri kalanı içinde dişini geçirebildiği ülkelerin aynı şekilde endüstrileşmesine izin vermediğine dikkat çeker. 1980’lerden itibaren yoğun şekilde dayatılmaya başlanan bu neoliberal politikaların dünyada aşırı yoksulluğun gerilemesine ilişkin verilerdeki izdüşümü övünç kaynağı olmaktan çok uzaktır. Bu politikaların IMF ve Dünya Bankası eliyle inatçı bir şekilde dayatıldığı 1980-2000 yılları arasında yoksulluk, eğer Çin’i çıkarıp bakacak olursak, yalnızca mutlak rakamlarla değil oransal olarak bile artış göstermiştir: Hickel’in verdiği rakamlara göre bu dönem içinde Çin dışında dünyada aşırı yoksulluk sınırının altında yaşayan insan sayısı 1,3 milyar kişilik bir artış göstermiş ve bu nüfusun toplam nüfusa oranı % 62’den % 68’e çıkmıştır.

Böyle giderse makasın daha da açılması kaçınılmaz
Pinker’ın “yoksulluktaki düşüş verilerdeki tarafsız bir olgudur (neutral fact of data)” yargısı bu verilerin arkası eşelendiğinde kulağa şaka gibi geliyor. Rakamlar oransal değil, mutlak alındıklarında aşırı yoksulluk azalmamış artmıştır. Çin’i çıkarıp baktığımızda ise belirli bir dönem için bu rakamlar oransal olarak bile artış göstermiştir. Hickel bu metriklerin aslında her ikisinin de asıl meseleyi ortaya koymakta yetersiz oldukları iddiasıyla üçüncü bir metrik önerir. Hickel’a göre asıl mesele aşırı yoksulluğun bu yoksulluğa bir son vermek için dünyanın sahip olduğu kapasiteye oranıdır. Dünyanın aşırı yoksulluğu bitirmek için 1980’lerde sahip olduğu kapasite bugünle kıyaslandığında çok daha sınırlıdır. 1900’lerden önceye gidecek olsak böyle bir kapasite muhtemelen hiç yoktur. Tersinden bakarsak bugün dünya aşırı yoksulluğu bitirmek için 1980’lere göre çok daha ileri bir durumdadır. Hickel’in önerisi mevcut yoksulluğun onu ortadan kaldırma kapasitesine oranının yıllar içindeki değişimine bakmaktır. Bu metrik ile baktığımızda uygarlığımız Hickel’in vurguladığı gibi ileriye değil, geriye gitmektedir. Bu metrikte makasın gitgide açılmasının nedeni Hickel’in verdiği rakamlara göre ekonomideki küresel büyümenin sadece % 5’inin günlük 7,40 dolar gelir seviyesinin altında kalan % 60’a gitmesi. Bu oranlar değişmediği sürece makasın daha da açılması kaçınılmaz.

Dünyada yoksulluğun gerilemesi, abarttıldığı kadar büyük olmadığı gibi, bu gerilemede aslan payı neoliberal kapitalizmin en önemli hedefi olan Çin’indir.

Pinker, Hickel’in vurguladığı gibi, bu durumu tamamen görmezlikten geliyor. Bununla birlikte Pinker ve temsil ettiği kesimin bu konudaki pozisyonları bellidir: Küresel ekonomideki büyüme öyle hızlı ki yıllar içinde üst üste eklendiğinde bu % 5 pay bile söz konusu % 60’ı bir süre sonra arzu edilen seviyeye getirmeye yetecektir. Burada her şeyden önce vurgulanması gereken nokta bunun geleceğe ilişkin bir projeksiyon olduğu ve her projeksiyon gibi mevcut koşullarda bugünden öngöremeyeceğimiz bir değişiklik olması ihtimalini dışarıda bıraktığı. Yazının son bölümünde ayrıntılı olarak değineceğim bu problemi bir an için görmezden gelirsek bu projeksiyonda aşırı yoksulluk bir süre sonra gerçekten de ortadan kalkar. Fakat bu, Hickel’in işaret ettiği gibi, yoksulluk sınırı olarak 1,90 dolar geliri baz aldığımızda 100 yıldan, 7,40 dolar geliri baz aldığımızda ise 200 yıldan fazla zaman alacaktır. Asıl çarpıcı olan, bu sonucu elde etmek için küresel ekonomiyi bu süre içinde bugünkünün 175 katına çıkarmamız gerektiği. Hickel bu konuda bir rakam vermiyor, fakat bu sonucu elde etmek için dünya nüfusunun da benzer oranlarda artması gerekeceği açık. Hickel böyle bir büyüme mümkün olsa bile bunun getireceği çevresel felaketlerin yoksulluğa karşı elde edilen kazanımların devede kulak olmasına yol açacağını söylüyor.

Asıl kıstas yaşam süresinin uzaması değil sefaletin önlenmesi
Bu arka planı manzaraya dahil ettiğimizde Pinker, Gates ve şürekasının çizmeye çalıştıkları olumlu tabloda gerçekliğin nasıl çarpıtıldığını açıkça görebiliyoruz. Bununla birlikte, bu tabloda olumlu olduğu tartışma götürmeyecek rakamlar yok değil. Ortalama yaşam süresi, çocuk ölümleri, okuryazarlık, temel eğitime ilişkin rakamlar küresel ölçekte iyileşme gösteriyor. Hickel da bunu “müthiş” olarak nitelendirerek bunun kutlamaya değer olduğunu söylüyor. Fakat bu rakamların diğer olguları gölgeleyecek şekilde gözümüze sokulmasına yine de bir itirazı olacaktır. Bu itirazın dayanağı bu iyileşmelerin küresel ekonomiye getirdikleri düşük maliyettir. Hickel bu olumlu gelişmelerin hijyen, antibiyotik ve aşı gibi basit önlemlere dayandığını hatırlatır. Eğer amacımız neoliberal kapitalizmin insanca bir yaşam için gerekli asgari refahı bütün insanlığa yaymaktaki başarısıysa, maliyeti son derece düşük olan önlemler maliyeti daha yüksek önlemlerle eş kıstaslar olarak alınamazlar. Başarıyı ölçeceğimiz asıl kıstas yoksulluğun ortadan kalkmasıdır. Bir insana daha uzun bir yaşam süresi veriyor olmamız insanca bir yaşam için gerekli asgari koşulları ondan esirgememizi haklı göstermez, tersine, onu daha uzun bir sefalete mahkûm ettiğimiz anlamına gelir. Kaldı ki, bu alandaki gelişmelerin de liberal kapitalizmin hanesine yazılması gerektiği kuşkuludur. Hickel’in işaret ettiği gibi, sağlık ve eğitim açısından en başarılı ülkeler temel sağlık hizmetleri ve eğitimin ücretsiz olduğu ülkelerdir. Buna çarpıcı bir örnek Küba’dır. Amerika Birleşik Devletleri Hickel’in verdiği bilgiye göre, çocuk ölümleri bakımından Küba’nın gerisindedir.

Gelir dağılımındaki oranlar değişmediği sürece makasın daha da açılması kaçınılmaz.

Son olarak Hickel sözü Pinker’in kendisini “Marksist ideolog” olarak nitelemesine getirir. Hickel bunun bir argüman olmadığını, tersine, kendisine yönelttiği temel iddiaların hiçbirisine dişe dokunur bir yanıt vermemek için bir kaçış olduğunu söyler. Peki, kendisi gerçekten Marksist mi? Yanıtı şu: “Marksist ideolog ile yoksulluğa ilişkin verilerin sizin anlatımınızda göründüğünden daha karmaşık olduğuna işaret eden birini kastediyorsanız, o zaman, evet, galiba ben buyum”.

Max Roser’ın savunması
Bütün bu tartışmaların temelinde, hatırlayalım, Our World in Data’da yayımlanan bir infografik vardı. Bunun arkasındaki isim alanında saygın bir yere sahip, tanınmış bir akademisyen olan Max Roser’dır. Hickel’ın eleştirileri en temelde bu infografiğin herhangi bir bilimsel değerden tamamen yoksun, salt sosyal medya tüketimine yönelik hazırlanmış olduğuydu. Bu eleştiri, diğer yandan, seçkin bir akademisyenin çalışmalarına yönelik oldukça ağır bir suçlamadır. Max Roser bu nedenle bir yazı ile bu eleştirileri yanıtlamak zorunda kalır. Joe Hasell ile birlikte yazdığı, “How do we know the history of extreme poverty?” (“Aşırı yoksulluğun tarihini nereden biliyoruz?”) başlığını taşıyan bu yazı(12) doğrudan Hickel’a yanıt olarak kaleme alınmış olmasa da, baştan sona onun eleştirilerine karşı bir savunmadır.

Bu savunmada meselenin ruhu açısından kilit önem taşıyan iki nokta var. Birincisi yoksulluğa ilişkin istatistiklerin ancak 1981 yılından sonra toplanmaya başlandığı, dolayısıyla bu dönemden öncesine ait güvenilir bir yargı için gerekli veriye sahip olmadığımız iddiası. Roser’ın yoksulluğa ilişkin tespitlerini buna rağmen 1820’lere kadar götürmesini Hickel bilimsel olarak kabul edilemez buluyordu. Roser bu eleştiriye karşı Birleşmiş Milletler ya da ilgili hükümet kaynaklı resmi verilerin olmadığı dönemler söz konusu olduğunda ekonomi tarihçilerinin yaptıkları çalışmaların bize bu dönemlere ilişkin bir fikir vermede yeterli olduğunu iddia eder: “Bize yoksulluğun tarihi hakkında bu küresel perspektifi veren titiz bir şekilde binlerce değerlendirmeyi bir araya getiren yüzlerce tarihçinin araştırmasıdır.” Aşırı yoksulluğun tarihine ilişkin kamuoyuna yönelik tartışmalarda Roser’a göre bu alandaki çalışmalarda gösterilen titizliğin boyutu çok sık olarak göz ardı ediliyor. Bu nedenle tartışmaya konu infografikte olduğu gibi bir çalışmayla karşılaşıldığında kestirmeden reddedici bir tavır sergileniyor. Roser’a göre bu tavır yanlıştır. Yazının son bölümünde Roser, bu nedenle, tarihçilerin bu konuyu nasıl titiz çalıştıklarına yönelik, bu yazının boyutları açısından oldukça ayrıntılı bir örnek verir. Bu örneğin özünde akademik olan meseleyi çözüp çözmediğini şimdilik bir tarafa bırakalım. Mesele tarihçilerin -titizliğinden kuşku duyamayacağımız- çalışmalarının sonucunun Birleşmiş Milletler verileri gibi resmi kaynaklı verilerle eşölçülebilir olup olmadığıdır. Bu meseleye Hickel’ın buna yanıtını tartışırken yeniden döneceğim. Bununla birlikte burada Roser’ın örneğini çok isabetli seçmemiş olduğunu söylemek mümkün. Roser bu örnekte bize tarihçilerin İngiltere’de yoksulluğun tarihsel seyrini nasıl rekonstrükte ettiklerini anlatır. Fakat sanıyorum herkes kabul eder ki, hem kapitalizmin hem de endüstrileşmenin beşiği olan İngiltere böyle bir işte tarihçilerin en az zorlanacakları örnektir. Kaldı ki ortadaki tartışma Hickel’ın Küresel Güney olarak tarif ettiği yerde yoksulluğun seyriyle ilgilidir. Bu nedenle Roser örneğini buradan seçmiş olsa çok daha ikna edici olabilirdi.

Tartışmanın odağında bulunan grafiğin menşei olan Our World in Data’nın kurucusu Max Roser.

Roser’a yöneltilen temel eleştirilerden biri hazırladığı infografikte sömürgeciliğin etkisini tamamen görmezden gelmesiydi. Roser bu eleştiriye tüm yönleriyle bir yanıt vermez. Bunun yerine bu eleştiriyi tek bir noktaya indirger ve kendisini o noktada aklamaya çalışır. Bununla yaptığı aslında sömürgeciliğin konuyla ilgili etkilerini bir kez daha görmezden gelmektir. Sömürgeciliğin olumsuz yanıyla ilgili hiçbir şey söylemez, bunun yerine o tarihçilerin bu dönemde insanların gelirlerini hesaplarken bunu parasal gelirle sınırlı tutmadıklarını söylemekle yetinir. Çünkü eğer öyle olsaydı kendi tükettiğini üreten, bu nedenle de parasal ekonominin dışında kalan kitlelerin geliri sıfır olarak görünürdü. Bu durumda yoksulluğun göstergesi olarak parasal geliri baz almak oldukça yanıltıcı olurdu. Roser kendisine yöneltilen eleştirilerin böyle basit bir hata varsayımına dayandığını söyler ve buna sosyal medyadaki bir kullanıcının yorumunu örnek verir. Bu yorumcuya göre sömürgecilik dönemine ilişkin yoksulluk oranında düşüş olarak görülen şey aslında dünya nüfusu içinde sömürgeciliğin köleleştirdiği büyük bir kitlenin öncesinde para kullanmıyor olduklarının göstergesiydi. Roser bunun kesinlikle yanlış olduğunu söyler. Gerçi son iki yüzyılda tüketimini kendi üretimiyle karşılayan nüfusun sayısı gerilemiş ve ücret karşılığı çalışanların sayısı artmıştır. Fakat tarihçiler tabii ki bunun farkındadır ve çalışmalarında bunu hesaba katmaktadırlar. Bir ekonomistin refah düzeyine ilişkin dönemsel bir karşılaştırmada enflasyonun etkisini hesaba katmaması nasıl düşünülemezse bir tarihçinin parasal ekonomiye dahil olmayan üretimi hesaba katmaması da düşünülemez. – Bu meselenin enflasyonun etkisini hesaplamak kadar kolay olmadığını, dolayısıyla Roser’ın bu konudaki kuşkuları dağıtmakta başarılı olup olmadığını şimdilik bir kenara koyabiliriz. Burada vurgulanması gereken, şimdilik, Roser’ın tam da bu savunması aracılığıyla Hickel’ın kendisine yönelttiği en temel iddiayı teyit ettiğidir: Sömürgecilik döneminin felaketleri Roser’ın grafiğinde mutlu bir ilerleme hikâyesi olarak yeniden paketleniyor. Roser bu dönemdeki gelişmenin olumlu olduğunda ısrarcıdır. Bunun dışında bu dönemde neler olup bittiğine ilişkin hiçbir şey söylemez. Bu durumda Roser’ın Hickel’in bu iddiasını teyit ettiğini söylemek hiç de aşırı yorum olmayacak. Roser muhtemelen akademisyen olarak kendi işinin siyasi tarih değil, bu döneme ilişkin ekonomik veriler olduğunu söyleyecektir. Fakat burada tartıştığımız mesele zaten bu ikincisinin ilkinden bağımsız olarak herhangi bir anlam ifade edip etmediğidir. Ortaya çıkan manzara şudur: Roser’ın grafiği bu dönemde yaşamış gerçek insanların gerçek kaderlerine ilişkin hiçbir şey söylemezken aynı grafik neoliberal kapitalizmi savunanlar için çok önemli bir propaganda malzemesi sunmaktadır. Bu durumda yapılan işin akademik değerini sorgulamak gerçekten yersiz olabilir mi? Bu konuya da yeniden döneceğim.

Hickel’ın Roser’a yanıtı: ‘Küresel yoksulluk nasıl ölçülmez?’
Hickel, Roser’ın Joe Hasell ile birlikte yazdığı bu makaleye “A response to Max Roser: How not to measure global poverty” (“Max Roser’a yanıt: Küresel yoksulluk nasıl ölçülmez”) başlıklı bir yazı(13) ile yanıt verir. Hickel en başta Roser’ın bu metinde kendisine yönelttiği asıl eleştirilere hiç yanıt vermediğini söyler. Aşırı yoksulluğun sınırı olarak görülen 1,90 dolar gelirin çok düşük olduğuna Steven Pinker dahil kimse itiraz etmemektedir. Peki o halde Roser neden bu gelir düzeyini aşırı yoksulluk sınırı olarak almaya devam ediyor? Roser’ın söz konusu yazısında buna ilişkin bir yanıt yok. Buna karşılık Hickel Roser’ın kendisinin hiç söylemediği bir şeyi sanki söylüyormuş gibi gösterdiğini söyler. Hickel’a göre Roser kendisinin yoksulların daha da yoksullaştıklarını söylediğini ima etmektedir. Hickel bunu hiçbir yerde söylemediğini açık şekilde ifade eder. Yukarıda benim aktardıklarımdan bu izlenime kapılmış olanlar varsa burada ben de tekrar edeyim: Hickel’ın söylediği yoksulların daha da yoksullaştığı değil, mutlak rakamlar baz alındığında dünyada yaşayan yoksulların sayısında nüfus artışına paralel bir artış olduğu. Öte yandan 1981-2000 yılları arasında Çin’i dışarıda bırakıp bakacak olursak yoksulların sayısında oransal olarak da bir artış olduğunu söylüyor, fakat bu iddiasını ne Çin dahil tüm dünyaya ne de tüm zamanlara genellemiyor. Buna karşılık bütün dönemler için genellediği şey yukarıda sözünü ettiğim metriğe göre yoksulluğu bitirmek için sahip olunan kapasite artışının bu nüfusun gelirinde olgusal olarak tespit edilen artışa oranında görülen bir gerileme. Bu yoksulların daha da yoksullaştığı anlamına gelmese de şüphesiz nesnel olarak ölçülebilir olan bir gerileme. Fakat Roser, Hickel’in işaret ettiği gibi, buna ilişkin hiçbir şey söylemez. Sonuç olarak Hickle yoksulların daha da yoksullaştıklarını hiçbir yerde söylemediğini yoksulların gelir düzeyinde küresel bir artış olduğunu kabul ettiğini, fakat bu artışın büyük çoğunluğu yoksulluktan kurtarmaya yetmediğini söyler.

İstatistik halısının altına süpürülen kayıplar
Roser yazısında eski dönemlerde yoksulluğun seyrine ilişkin tarihçilerin çalışmalarının yeterince güvenilir bir kaynak olduğunu söylüyordu. Hickle buna itirazını şu şekilde gerekçelendirir: Yoksulluğun tarihsel gelişimine ilişkin çalışmalar Maddison veri tabanı olarak bilinen 1995 tarihli bir başka çalışmaya dayanır. Roser’ın infografiğinin dayandığı Bourguignon ve Morrisson’ın 2002 tarihli çalışması da aynı şekilde bu veri tabanına dayanmaktadır. Fakat Maddison veri tabanı doğrudan yoksulluğu ölçme amacı gütmediğinden Bourguignon ve Morrisson buradan hareketle yoksulluğu dolaylı olarak çıkarsamanın ancak kabataslak bir sonuç vereceğini tekrar tekrar hatırlatır ve yaptıkları işin “karanlıkta ateş etmek” olduğunu söylerler.

Hickel’in söylediği, yoksulluğu bitirmek için sahip olunan kapasite artışının bu nüfusun gelirinde olgusal olarak tespit edilen artışa oranında görülen bir gerileme olduğu. (Diego Rivera’nın bir tablosu)

1981’den sonra elde edilen verilerle karşılaştırıldığında Roser’ın dayandığı bu verilerin yetersiz olmasının Hickel’a göre iki nedeni vardır. Birincisi bu verilerin kapsamıdır. Küresel Kuzey için veriler şöyle böyle yeterliyken Küresel Güney için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. İlgili çalışmada Küresel Güney’e ayrılan yer bu çalışmanın sadece % 7’sini oluşturmaktadır. 1900 öncesi döneme ait Asya ve Latin Amerika’dan sadece üçer ülkeye ilişkin veriler bulunmaktadır. Afrika ülkelerine ait 1900 öncesine ilişkin hiçbir veri yoktur, 1950 sonrası içinse üç ülkenin verileri mevcuttur. Bunun anlamı, Hickel’in altını çizdiği gibi, şudur: Küresel Güney söz konusu olduğunda Roser’ın infografiğine dayanak olabilecek herhangi bir empirik veri bulunmamaktadır.

İkinci neden ise bu veri tabanının Roser ve Hasell’in iddialarının aksine, parasal ekonomiye dahil olmayan geçim kaynaklarını tam olarak hesaba katmamasıdır. Bir ülkenin yıllık tahıl üretimi söz konusu olduğunda gerçi buna ilişkin istatistiğe insanların kendi tüketimleri için ekip biçtikleri de dahil edilmektedir. Fakat insanların ormanlar, sular gibi ortaklaşa kullanıma açık kaynaklardan elde ettikleri, kendi tüketimleri için yetiştirdikleri sebze, tavuk ve benzeri gıda ürünleri, dahil oldukları topluluktan gördükleri yardım bu hesaplamaya dahil değildir. Oysa 1981’den sonra elde edilen veriler ulusal değil hane bazlı olduğundan parasal ekonomiye dahil olmayan tüm bu kaynaklar istatistiklere yansımaktadır. Bu nedenle Maddison veri tabanı 1981 sonrasına ait verilerden köklü bir biçimde farklılık göstermektedir. Bu farkın sömürgecilik dönemi söz konusu olduğunda neden çok önemli olduğunu göstermek için Hickel, Britanya’nın 19. yüzyılda Hindistan’da yürüttüğü politikaların sonuçlarını örnek verir. Britanyalılar ormanları kamusal kullanıma kapatır, suyollarını özelleştirir ve kamusal tahıl ambarlarını tahrip ederler. Buradaki amaç Hickel’a göre hiç gizli kapaklı değildir: “İnsanları açlığın merhametine terk ederek onlara, eğer yaşamak istiyorlarsa, (Londra’ya) ihraç amacıyla tarım üretimini artırmaktan başka seçenek bırakmamak”. Hickel’ın aktardığına göre bu plan işe yaramıştır. Bu dönemde tahıl üretimi yükselmiş, ihracat artmıştır. Bu artış da ulusal ekonomi istatistiklerine yansımıştır. Fakat 1876-1902 tarihlerini kapsayan bu dönem içinde 20 milyon insan bu politikaların sonucu olarak açlıktan ölmüştür. Eğer bir ormanı kamusal kullanıma kapatır ve oradan kereste üretip satarsanız bu ulusal ekonomiye bir büyüme olarak yansır. Fakat yerli halkın ormanı kullanamamaktan dolayı kayıpları hiçbir istatistiğe girmez. Hickel’in deyimiyle bu kayıplar “bir istatistik halısının altına süpürülür”.

Milanovic: ‘Açlıktan ölümler kişi başına düşen geliri artırıyor!’
Bu tartışmaya kendi blogunda yayımladığı bir yazıyla(14) Branko Milanovic de doğrudan dahil olur. Sırp asıllı Amerikalı bir biliminsanı olan Milanovic kendi alanında dünyanın önde gelen isimlerinden biridir. Yoksulluk ve eşitsizlik konulu çalışmalarda “otorite” kabul edilen Milanovic’in 2018’de Türkçeye Küresel Eşitsizlik: Küreselleşme Çağı İçin Yeni Bir Yaklaşım başlığıyla çevrilmiş bir kitabı var. Harvard Üniversitesi yayını olarak 2019’da çıkan son kitabı Tek Başına Kapitalizm: Dünyayı Yöneten Sistemin Geleceği başlığını taşıyor (Capitalism Alone: The Future of the System That Rules the World).

Sömürgeciler ormanları kamusal kullanıma kapatır, suyollarını özelleştirir ve kamusal tahıl ambarlarını tahrip ederler. Yerli halkın bu kayıpları hiçbir istatistiğe girmez. Hickel’in deyimiyle bu kayıplar “bir istatistik halısının altına süpürülür”. (Salgado’nun bir fotoğrafı)

Milanovic sözünü ettiğim blog yazısında Hickel’e dört ayrı konuda önemli bir destek verir. Bunlardan birincisi önceden parasal ekonomiye dahil olmayan ekonomik aktivitelerin parasal ekonomiye dahil olma süreciyle ilgili. Bu konuyla ilgili çalışanların başvurabilecekleri tek kaynak olan Maddison veri tabanının dayandığı matematiksel model ona göre insanların maddi yaşam koşullarında gerçekte hiçbir değişiklik olmamasına rağmen bu geçişi bir refah artışı olarak kaydediyor. Milanovic’in bu desteği önemli, çünkü Roser ve Hasell bu argümanı bir sosyal medya kullanıcısının yorumundan alıntıyla vererek bu suçlamanın konunun bilimsel arka planına vakıf olmayan amatörlerin hezeyanları olduğu izlenimi veriyorlardı. Şimdi ise alanın otoritesi kabul edilen bir biliminsanı burada -akademik olarak çok dikkatli bir üslupla- aynı suçlamayı tekrarlamış oluyor. Milanovic de Hickel gibi bu değişimin özellikle endüstri devrimi sürecinde son derece “dramatik” olduğuna vurgu yapıyor. Bu dönemde çok sayıda insan yerleşik düzenini terk edip para karşılığı çalışmaya, dolayısıyla ilk defa “para kazanmaya” başladı. Fakat bu insanlar bu şekilde çalıştırılmak için önceden serbestçe kullanabildikleri toprak ve sulardan ya fiziksel olarak uzaklaştırıldı ya da bu ve benzeri kaynakları kullanmaya yönelik haklar ellerinden alındı. Milanovic burada yaşananların yalnızca bir mülkiyet değişimi olarak anlaşılamayacağına özellikle dikkat çekiyor. Çünkü bu süreç bu kaynaklardan geçimini sağlayan insanların maddi refahlarını önemli ölçüde düşürdü. Öte yandan burada yaşanan kayıplar, Milanovic’in belirttiği gibi, hiçbir istatistiğe girmez. Çünkü bu istatistikler yalnızca parasal ekonomi içinde bir karşılığı olan geliri kayıt altına alır. Bu nedenle, yoksulluğun düşüşüne ilişkin bu yolla elde edilen sonuçların yanıltıcı olduğu konusunda Milanovic, Hickel ile aynı fikirdedir.

Milanovic’in Hickel’e verdiği ikinci destek önemli olmakla birlikte tartışmanın daha çok akademik boyutuyla ilgilidir. Hickel 19. yüzyıla ilişkin eldeki verilerin dünyanın ancak küçük bir kısmını kapsadığına dikkat çekiyor ve bu verilere dayanarak dünyanın geneline ilişkin sonuçlar çıkarmanın mümkün olmadığını söylüyordu. Şimdi Milanovic gibi bir otorite buradaki desteğiyle bu akademik tartışmada Hickel’in arkasında yer almış oluyor.

Üçüncü olarak Milanovic aşırı yoksulluk sınırı olarak 1,90 dolar günlük gelir seviyesini ölçü almanın kabul edilemez olduğu konusunda Hickel’e destek veriyor. Milanovic bu tartışmaya doğrudan kendisi girmek yerine konuyu tartışan akademisyenlerin çalışmalarına referans veriyor. Hickel’in yaptığı ona göre burada ortaya konan sıkıntılara dikkat çekmek. Sonuç olarak Milanovic’e göre “bu sıkıntılar gerçektir ve görmezden gelinmemesi gerekir”.

Sırp asıllı Amerikalı biliminsanı Branko Milanovic kendi alanında dünyanın önde gelen isimlerinden biridir.

Milanovic’in Hickel’e verdiği dördüncü destek en çarpıcı olanı. Burada Milanovic endüstri devriminden sonra sömürgeciliğin ve sonrasında belli başlı totaliter rejimlerin doğrudan doğruya yol açtıkları felaketlere değinir. Totalitarizm ile ilgili kısmı görmezden gelmek mümkün değil, fakat ayrı bir tartışma konusu olarak onu burada bir kenara bırakalım. Milanovic bu dönemde sömürgeci güçlerin politikalarının doğrudan bir sonucu olarak Kongo, Java, Bengal gibi sömürgelerde onlarca milyon kişinin öldüğünü hatırlatır. Bununla birlikte bu ölümler maddi refaha ilişkin hesaplamalarda yalnızca ortalama yaşam süresini düşürdüğü için bir rol oynar. Devamını Milanovic’in kendi sözleriyle aktarıyorum: “Bunun dışında, sadece yoksulluk hesaplamaları bakımından, bu ölümlerin nüfusu düşürdüğü için kişi başına düşen geliri artırmak gibi sapkın (perverse) bir etkisi vardır – sonuçta zorla çalıştırılmaktan ya da açlıktan ölen bu insanların marjinal hasılası (marginal output) sıfır ya da sıfıra yakındır. Jason (Hickel) bu konuyu vurgulamakta haklıdır.”

Sonuç olarak Milanovic bu tartışmada Hickel’a oraya buraya çekiştirilemeyecek, açık bir destek verir. Bununla birlikte Milanovic’e göre bu tartışmaya yol açan neden aslında Bill Gates ve Steven Pinker gibi isimlerin akademik bir konuyu başka amaçlarla kullanmaya çalışması olmuştur. Milanovic, benzetme yerindeyse, mahallede çıkan kavgayı mahalle dışından bir-iki “kötü çocuk”un haylazlıklarına bağlıyor. Derdi bu kavgayı mahalleli arasında husumete yol açmadan sona erdirmek. Bu benzetmeye göre Milanovic’in “mahallenin sözü dinlenen bir abisi” gibi davrandığını gözlemliyoruz. Konuyla ilgili iki akademisyen olan Max Roser ve Joe Hasell’i özenle, adlarını verdiği diğer iki ‘kötü çocuk’tan, Bill Gates ve Steven Pinker’dan ayırır. Roser ve Hasell’in çalışmalarının konuyla ilgili akademisyenler için vazgeçilmez olduğunu söyler. Sonuç olarak Milanovic Hickel’a açık bir destek vermekle birlikte meselenin akademik olmayan boyutunu küçümseyerek tartışmanın akademik tarafları arasında bir akademik ateşkes sağlamaya çalışıyor gibidir.

Akademik ateşkes
Bu akademik ateşkes çağrısından hemen sonra Vox’ta görünüşte Milanovic’in bu çağrısına kulak veren Dylan Matthews imzalı bir yazı yayımlanır.(15) Uzun sayılabilecek bu yazıda Matthews’un amacı, görünüşte, meselenin taraflarına itidal çağrısı yapmaktır. Milanovic gibi Matthews de tartışmanın geldiği noktayı sorumsuz iki kötü çocuğa, Bill Gates ve Steven Pinker’a bağlar ve konunun akademik taraflarını onlardan itinayla ayırır. Bununla birlikte Matthews içerik bakımından Milanovic’in Hickel’a verdiği açık desteği görmezden gelmekle kalmaz, açık bir şekilde Hickel’ın karşısında yer alır. Matthews’un itidalden, konunun akademik boyutuna odaklanmaktan anladığı Milanovic’ten farklı olarak hiçbir ideolojik bakış açısına yer vermemek gerekçesiyle meseleyi “çıplak rakamlar” olarak görülen verilere indirgemektir. Fakat bu zaten tam olarak Gates ve Pinker’ın savundukları, bugünlerde adına “olguşinaslık” (“factfulness”) denilen ideolojidir. Yazının sonunda ayrıca değineceğim bu ideolojiye göre bazı rakamlar hiçbir yorum gerektirmez. Dolayısıyla bu rakamların neyi temsil ettiği üzerinde tartışmak anlamsızdır. Oysa Milanovic yukarıda aktardığım gibi tam da bu konuda Hickel’a destek veriyordu.

Dylan Matthews, Vox’ta yayımlanan makalesinde arabulucu rolüne soyunur ama esas olarak Hickel’i hedef alır.

Matthews’un bu yazısında görünürdeki amaç özünde akademik olan ama bir şekilde şirazesinden çıkmış bir tartışmayı yeniden akademik sınırlarına çekmektir. Bu amaçla tartışmanın akademik tarafları olan Hickel ve Roser’ın ayrı ayrı görüşlerine başvurarak bir arabulucu rolü üstlenir. Hickel’ın burada alıntılanan görüşleri daha önce söylediklerinin tekrarı niteliğinde. Roser’in söyledikleri açısından ise durum çok farklı. Hasell ile birlikte kaleme aldığı yazı her ne kadar bu tartışmaya yönelik olsa da açıkça Hickel’i hedef almıyordu. Oysa burada Matthews’ın aktardığı kadarıyla doğrudan Hickel’a yönelik ve kişisel bir tavırla karşılaşıyoruz. Bu nedenle Matthews’un kendi görüşlerine geçmeden önce Roser’ın ona söylediklerine ayrıca odaklanmak gerekir. Roser her şeyden önce yaptığı işin bilimsel değerini tamamen yok saydığı için kırgınlığını dile getiriyor. Hickel’ın yaptıkları işin tamamen yanlış olduğunu söylediği Guardian makalesini Roser -serbest bir ifadeyle- “çamur at, izi kalsın” Türkçe tabirindeki çamura benzetir. Yaptıkları işin değeriyle ilgili insanların zihninin bir köşesinde sürekli kalacak bu yargı. Bu Roser’a göre büyük bir haksızlık. İçeriksel olarak Roser iki konuda Hickel’ın eleştirilerine yanıt veriyor. Birincisi eldeki empirik verinin yetersiz olduğuna ilişkin eleştirisi. İkinci ise yaptıkları işin sömürgeciliği bir şekilde akladığına ilişkin. İkinci noktayla ilgili olarak Roser sömürgeciliği onaylamadığını renkli bir dil kullanarak beyan etmekle yetinir. Matthews’a bir twitter mesajı üzerinden sömürgeciliğin “dünyanın gördüğü en berbat kurum” olduğunu söyler. Matthwes da zaten bu tartışmaya dahil olan hiç kimsenin bu konuda farklı bir görüşte olmadığını söyler. Buna rağmen Roser, Hickel ve Milanovic’in bu konuyla ilgili eleştirilerine doğrudan bir yanıt vermek ihtiyacı duymaz. Çünkü bu konuyla ilgili en temelde belirleyici olan nokta, Matthews’un onaylayıcı yorumuyla şudur: Sömürgeciliğin kötü olması sömürgecilik öncesinde insanların durumunun iyi olduğu anlamına gelmiyor. Roser ve Matthews’a göre sömürgecilik ile ilgili argümanlar konusunda “Evet, sömürgecilik kötüdür!” demek yeterli. Bunun ötesinde bu konuya değinmek gerekmiyor.

Kapitalizmin idealizasyonunun amacı ne?
Empirik verinin yetersizliğiyle ilgili Roser, Hickel’i kılı kırk yararak konuyu saptırmakla suçluyor. Roser aslında empirik verinin yetersizliğini kabul ediyor. Fakat bunu konunun özüyle ilgili önemsiz bir ayrıntı olarak görüyor. Örneğin Afrika için elde çok az veri olduğu gerçi doğrudur. Ama İngiltere için yeterli sayılabilecek veriye sahibiz. Peki, aynı dönemde Afrika’da yaşayan insanların İngiltere’de yaşayan insanlardan daha zengin olduklarını kabul etmek için herhangi bir gerekçemiz var mı? Eğer yoksa Afrika konusundaki bilgisizliğimizin bu tartışma açısından bir önemi yok demektir. Roser daha da ileri gider ve bu konuda yanılıyor olsa bile bunun asıl mesele açısından bir şey değiştirmeyeceğini iddia eder. Söz konusu dönemde Afrika’nın nüfusu dünya nüfusunun % 8 kadarıdır. Roser’a göre bu dönemde Afrika halkının tamamının milyarder olduğunu kabul etsek bile bu yoksulluk oranıyla ilgili rakamlarda sadece yüzde sekizlik bir fark yaratacaktır. Buradaki mesele eğer gerçekten bir empirik araştırmada eldeki empirik verilerin anlamlı sonuçlar çıkarmak için yeterli olup olmadığı olsaydı alan dışından biri olarak benim bu konuda ahkâm kesmem yersiz olurdu. Fakat temeldeki konunun çok farklı olduğu Roser’ın bu argümanlarından yeterince açık ortaya çıkıyor. Mesele somut bir empirik araştırmada kullanılan spesifik bir yöntemle ilgili değil, bilimin felsefesini ilgilendiren çok daha temel bir problem. “Afrika’da milyarder doluydu da biz mi duymadık?” şeklinde özetlenebilecek bu argümanla ilgili olarak ortaya çıkan sorun şu: bununla eldeki empirik verinin yeterli olduğunu kanıtlamış olmuyorsunuz, İngiltere hariç geri kalan tüm empirik veriyi gereksiz ilan etmiş oluyorsunuz. Eğer Afrika’yı bilmemiz gerekmiyorsa aynı şekilde Asya’yı da bilmemiz gerekmiyor, hatta Avrupa’nın İngiltere dışında geri kalan kısmını da. (İngiltere’yi ne kadar bilmemiz gerektiği ayrı konu.) O zaman bu ülkelerle ilgili elde hâlihazırda bulunan veriye başvurmak da aslında tamamen gereksiz.

Keyfi ve yanıltıcı olması bir yana, kapitalizmin idealizasyonunun kapitalizmi idealize etmek, yani güzellemek dışında bilimsel herhangi bir getirisi olabilir mi?

Bu aslında bilimde hiç karşılaşılmayan bir durum değil. Bilimde empirik verinin, tamamen meşru olarak, tümden gereksiz ilan edildiği durumlar çoktur. Buna idealizasyon denir. Belirli türden bir idealizasyona gitmek için empirik veriyi göz ardı ederek Galileo gibi sürtünmeyi sıfır kabul edebilir, gezegenlerin gerçekteki şekillerini görmezden gelerek onları birer kütle noktası olarak düşünebilirsiniz. Fakat buradan aslında yeniden Hickel’in eleştirisine dönüyoruz, çünkü Hickel’ın söylediği en temelde Roser’ın yaptığı işin empirik bir çalışma değil, kapitalizmin keyfi ve yanıltıcı bir idealizasyonu olduğu. Hickel’ın argümanlarına ek olarak bu bağlamda şunu vurgulamak isterim: Roser sömürgecilik öncesi dönemde insanların hayatını özsel olarak etkileyen maddi varlık koşullarında hiç fark olmadığını söylemiyor. O bu farkların belirli bir açıdan görmezden gelinebileceğini söylüyor. Bilimde idealizasyon meşrudur ve bunu da bu amaçla pekâlâ kabul edebiliriz. Fakat bilimde idealizasyon kendi başına bir amaç değildir, yani kendi dışında başka bir amaca hizmet eder. Sürtünmeyi yok saydığı ideal durumdan hareketle Galileo düşme yasasını elde etmişti örneğin. Peki, biz ne karşılığında bir insanın hayatının yerine başka hiçbir insanın hayatı konamazken tarihte belirli bir dönemden önce yaşamış bütün insanları hiçbir ayrım gözetmeden aynı kefeye koyuyoruz? Keyfi ve yanıltıcı olması bir yana, kapitalizmin idealizasyonunun kapitalizmi idealize etmek, yani güzellemek dışında bilimsel herhangi bir getirisi olabilir mi? Yanlış anlaşılmamak için bu noktayı şöyle açabilirim: yoksulluğu ortadan kaldırmaya yönelik küresel politikaların bu amaca ne kadar ulaştığını görebilmek için 1981 yılından itibaren bu amaçla toplanmış verilerden hareketle bu zaman içinde yoksulluğun nasıl bir seyir izlemiş olduğunu ortaya koymak tabii ki anlamlıdır. Fakat bunu bir tür idealizasyonla bu verilerin yok denecek kadar az ve güvenilmez olduğu 1820’lere kadar götürmenin bu amaca hizmet ettiğini söylemenin imkânı yoktur. Söz konusu küresel politikaların başarısı bu politikaların somut olarak ortaya konduğu dönem içinde ölçülebilir. Bunun ötesine gitmenin güzelleme dışında bir amacı olamaz.

Matthews yazısının başlarında tartışmanın tarafları arasındaki bu kadar büyük görüş ayrılıklarına rağmen somut göstergeler söz konusu olduğunda aslında tartışmanın tarafları birbirine yaklaştırdığını iddia eder. 1981 yılından itibaren aşırı yoksulluk sınırının altında yaşayan insanların nüfusa oranının düştüğü, bu düşüşün yetersiz olduğu ve 1 günlük gelirin aşırı yoksulluk sınırı olarak çok düşük olduğu konularında Matthews’a göre herkes hemfikir. Tarafların birbirlerinden ayrıldıkları büyük fark, ona göre, bu aslında herkesin üzerinde hemfikir olduğu olguların hangi “politik anlatı”ya hizmet ettiği. Matthews bu nedenle örneğin Steven Pinker’ı böyle bir anlatının peşinde olması bakımından Roser’dan ayırır. Ona göre Pinker kapitalizmin dünyayı zenginleştirirken farklı oranlarda da olsa nüfusun en yoksul kesimine kadar herkesi zenginleştirdiğini düşünüyor. Diğer yandan Roser ona göre böyle bir anlatının değil, yalnızca olguların peşinde. Yukarıda idealizasyon ile ilgili söylediklerim bunun Roser için hiç de söylenemeyeceğini açıkça ortaya koyuyor. Fakat Matthews öyle olduğunu düşünüyor ve kendisinin de Roser gibi tartışmaya politik anlatıları tamamen dışarıda bırakarak yaklaşacağını söylüyor.

Çok çocuk sahibi olmak refah göstergesi mi?
Matthews temel olarak üç noktada Hickel’a karşı argümanlar ortaya koyuyor. Bunlardan birincisi aşırı yoksulluk sınırı olarak 1,90 dolar günlük gelir yerine daha yüksek, örneğin 7,40 dolar seviyesini almanın büyük bir fark yaratacağıyla ilgili. Matthews’a göre fark hiç yok değil, fakat önemli olan hangi gelir seviyesini alırsak alalım trendin yukarı doğru olması. Bu Hickel’ın yukarıda özetlediğim yazılarında değinmediği, yeni bir argüman değil. Hatta bunun Pinker’ın dayandığı, yukarıda aktardığım argümanın aynısı olduğunu vurgulamam gerekir. Dahası, aslında Pinker da bunu Matthews gibi yalnızca olgulara odaklanmak adına yapar. Pinker’a göre eldeki rakamlar herhangi bir yorum gerektirmeden kendiliğinden açıktır. Ona göre yorum, dolayısıyla her türlü ‘anlatı’ bu rakamların ortaya koyduğunu çarpıtır. Burada ortaya çıkan soru şu: Matthews Pinker’ın dayandığı argümanın aynısıyla tam olarak Pinker’ın istediği işi yaparken nasıl ikisi arasında özsel bir fark olabilir? Matthews aslında Pinker ile tamamen aynı ideolojik kampta. “Olguşinaslık” (“factfulness”) adı verilen yeni ideolojik anlatı buna dahil. Bu konuya döneceğim.

Çok çocuk sahibi olmak refah göstergesi olabilir mi? Yoksul ülkelerde nüfus planlaması için çalışan vakıflar yoksulluğu azaltmış olmuyor, yoksulların var olmasını engellemiş oluyor.

Matthews’un Hickel’a karşı getirdiği ikinci argüman yoksullukla ilgili verilerin oransal değil mutlak rakamlarla verilmesi gerektiği iddiasına yönelik. Buna ilişkin Matthews’un getirdiği karşı argüman benim görebildiğim kadarıyla yeni olmakla birlikte son derece yadırgatıcı. Matthews oranlar yerine mutlak rakamlar aldığımızda yoksulluğun düşüşüyle ilgili hikâyenin değişeceğini kabul ediyor. Fakat bunun nedeni yoksulluğun artması değil, yoksulların daha çok üremeleridir. Bu da ona göre aslında iyi bir şeydir, çünkü daha çok üremek maddi refahın göstergesidir. Buna göre eğer Hintliler son on yıllarda daha çok üremişlerse bu orada maddi refahın artması ile mümkün olabilmiştir. Buna karşılık yoksulluğu mutlak rakamlar üzerinden düşürmekte ısrar etmenin Matthews’a göre önemli bir etik sorunu var. Bunlar yoksulluğu azaltmakla yoksulların var olmasını engellemeyi birbirine karıştırıyorlar. Bill Gates, örneğin, Matthews’a göre bunu yapanlardan biri. Ona göre Gates vakfı aracılığıyla yoksul ülkelerde nüfus planlaması için çalışırken yoksulluğu azaltmış olmuyor, yoksulların var olmasını engellemiş oluyor. Sömürgecilik tarihinden hiçbir somut örnek vermeyen Matthews bu bağlamda Batı’nın dayattığı nüfus planlamasını tarihin en çirkin sayfalarından biri olduğunu söyler. Oysa Matthews’ın kendi sözleriyle, “Hindistan’daki yoksul bir kadının bir çocuğa daha sahip olmak istemesini yoksulluğun artışı olarak yorumlamanın anlamı yoktur”. Bu çok değişik argümanda sersemletici bir yan olduğunu itiraf ediyorum. Bununla birlikte üremedeki artışın maddi refah artışıyla ilişkilendirilmesi biraz problemli görünüyor. Sonuçta maddi refahın en fazla olduğu yerler nüfus artışının en fazla değil, en düşük olduğu yerler. Sorum şu: Matthews’un Hintli kadını Batı’daki kadınlarla aynı sosyal ve politik özgürlüklere sahip olsa acaba yine de bir çocuk daha ister miydi? Eğer yanıt olumsuzsa, acaba bu durumda yoksul ülkelerdeki kadınları özgürleştirmek yine yoksulların var olmasının önüne geçmek olacak mı? ‘Değişik’ bir tartışma. Ama ben başlatmadım.

Bu meselenin özüyle ilgili daha yukarıda dile getirdiğim argümanı açmaya çalışmak dışında söyleyecek pek bir şey yok. Eğer amacınız yoksulluğu oransal olarak düşürmek değil, bitirmekse mutlak rakamlarla ölçmek tek makul seçenek. Kalp krizinin neden olduğu ölümleri azaltmak için bazı politikalar geliştirebilirsiniz. Fakat bu ölümleri sıfırlamak sanıyorum en başta tıbbi olarak çok gerçekçi değil. Oysa ki, diyelim yeni bir tür virüsün yol açtığı ölümlerde durum farklıdır. Burada amaç bu ölümleri kesin olarak sıfırlamak olacaktır. Bu nedenle ilk durumda oransal rakamlar pekâlâ işe yararken ikincisinde hiç söz konusu edilmezler. Buna göre karşı karşıya olduğumuz soru şu: ilgili ekonomik politikaların amacı aşırı yoksulluk seviyesinin altında yaşayan insan sayısını sıfırlamak mı olacak, yoksa mümkün olduğu kadar düşük bir orana çekmek mi? Eğer ikinci şıkkı seçiyorsak kalp krizi riskinin biyolojimizin bir parçası olması gibi aşırı yoksulluğun da kendi yarattığımız ekonomi düzeninin bir parçası olduğunu itiraf ediyoruz demektir.

Malthus tuzağı ve endüstriyel tuzak
Yazının sonlarına doğru kulağa çok teknik bir mesele gibi gelen, ama en az “Hindistan’daki kadın” örneği kadar ilginç başka bir argümanla karşılaşıyoruz. Matthews burada Hickel ile bir nevi pazarlığa girişir. 1,90 dolar günlük geliri aşırı yoksulluk sınırı olarak çok düşük bulan Hickel’in bu görüşünü kabul etmeye hazırdır, fakat bunun karşılığında ondan kendi yoksulluk tanımına itiraz etmemesini bekler. Kendi sözleriyle: “Eğer Hickel günde 1,90 dolar yoksulluk seviyesi çok düşük diyorsa benim yanıtım endüstrileşme öncesinde hüküm süren Maltusyan koşulları hesaba katmayan bir yoksulluk tanımının da aynı derecede yanlış olduğu olur”. Ona göre endüstri devrimi sürdürülebilir, gerçek büyümeyi mümkün kılana kadar bütün insanlık ekonomistlerin Malthus tuzağı (Malthusian trap) dediği bir durumda yaşıyordu. Thomas Robert Malthus 1766-1834 yılları arasında yaşamış, ekonomi ile nüfus artışı arasında kurduğu ilişkiyle Darwin’e doğal seçilim ilkesini ortaya atmasında esin kaynağı olmuş bir politik ekonomist ve din adamıdır. Daha sonra Malthus tuzağı olarak adlandırılacak bu görüşüne göre ekonomik büyüme daha çok insanı beslemeyi mümkün kıldığı için nüfus artışına yol açar. Fakat doğal kaynaklar sınırlı olduğu için nüfus artışı en nihayet bu kaynakların besleyebileceği oranı geçecek ve açlık baş gösterecektir. Bu iki aşırı uç Malthus’a göre döngüsel olarak sürekli birbirini takip eder: Ekonomik büyüme, nüfus artışı, açlık, nüfus azalması, ekonomik büyüme ve bütün silsile yeni baştan…

Matthews yazının sonlarına doğru konuyu hiç beklenmedik bir şekilde, tabiri caizse damdan düşer gibi Malthus tuzağına getiriyor ve buna yukarıda aktardığım sözleri dışında bir açıklık getirmiyor. Gerçi bize bu meselenin tartışıldığı yerlere bakmak için yol göstermeyi ihmal etmiyor, fakat bu noktanın kendi pozisyonu açısından kilit önemde olduğunu hesaba katarsak bu yüzeysellik gerçekten çok ilginç. Bu yüzeysel ifadelerden anlaşılabildiği kadarıyla söyleyebileceğimiz, en başta, Matthews’un Malthus’tan önemli bir noktada ayrıldığı. Endüstri devriminin hemen öncesinde yaşamış olan Malthus tuzak olarak nitelenen bu döngüyü insanlığın temel durumu olarak görür, onu bir döneme özgü olarak görmez. Oysa Matthews ve onun gibi düşünenlere göre Malthus’un böyle düşünmesinin sebebi tarım toplumunun onun bildiği tek ekonomi olması, başka deyişle endüstri toplumunun ekonomisini henüz deneyimlememiş olmasıydı. Çünkü doğal kaynakların verimliliğini Malthus’un asla hayal edemeyeceği boyutlarda artıran endüstriyel üretimle birlikte artık bu döngü kesin olarak aşılabilir ve bununla kalıcı bir büyüme mümkün olabilir.

Ekonomik büyüme, nüfus artışı, açlık, nüfus azalması, ekonomik büyüme ve bütün silsile yeni baştan… (Salgado’nun bir fotoğrafı)

Burada Matthews lehine şunu da vurgulamak gerekir: Doğal kaynakları kullanmadaki bu verimlilik artışı bir defalık bir olay değil, teknolojik ilerleme sayesinde endüstriyel toplumun süreklilik kazanmış bir özelliğidir. Yani doğal kaynakları kullanmadaki verimlilik konusunda Malthus henüz 1900’lerin başını bile hayal edebilecek durumda değilken 1900 başlarında yaşayan biri de aynı şekilde günümüzü hayal bile edemezdi. Tabii buradan hareketle bizden bizim de aynı şekilde, diyelim 2100’lü yılların teknoloji düzeyini hayal bile edemeyeceğimizi kabul etmemiz isteniyor. Geleceğin teknolojisi hakkında ahkâm kesmenin bilgisel bir temeli olamayacağı açık. Çünkü bunun için geleceğin bilimini bilmek gerekirdi. Ama eğer bunu bilmek mümkün olsa o geleceğin bilimi olmazdı. Demek istediğim şu: teknolojinin doğal kaynakların verimliliğini sürekli daha da artıracak olması a priori bir zorunluluk değil. Hatta bunun sonsuza kadar böyle olacağını düşünmenin saçma olduğunu bile söyleyebiliriz. Diğer yandan doğal kaynakların verimliliğinde bir noktadan sonra dişe dokunur bir artış sağlanamaması bizi yeniden Malthus tuzağıyla karşı karşıya getirir. İnsanların nüfusu doğal kaynakların besleyebileceğinin çok ötesinde artacak, bu açlığa, arkasından nüfus azalmasına yol açacak. Azalan nüfus mevcut doğal kaynaklarla yeniden refah sağlayacak, nüfus artacak ve her şey sil baştan. Malthus tuzağı yerine “endüstriyel tuzak” adını verebileceğimiz bu durumla asla karşılaşmayacağımıza inanmanın tek yolu, demek ki, teknolojiye iman etmek. Bu itikadın müminlerine göre teknoloji bir yandan doğal kaynakların verimliliğini sürekli artıracak, bir yandan da hiç yoktan, daha önce hiç var olmayan, yeni pazarlar ortaya çıkaracak. Bu güne kadar hep haklı çıktıklarına kuşku yok. Fakat penceresiz bir kutunun içinde yere düşmekte olan birinin yerçekimsiz bir ortamda olduğu iddiasının yere çakıldığı ana kadar hep doğru olacağına dikkat çekmek isterim.

Aslında teknolojik ilerleme ile ilgili tartışmayı bir kenara koysak bile, hâlihazırda bir endüstriyel tuzak içinde olduğumuzu gösteren pek çok emare var. Dünyanın iklimsel olarak yaşanabilir bir yer kalması için yapılması gerekenler on yıllardır tartışılıyor. İçinde bulunduğumuz günlerde farklı olan, bazı uzmanların artık kötüye gidişi durdurmak için kritik eşiğin geçildiğinden kuşku duymaya başlamış olmaları. Eğer iklimsel felaketi durdurmak için gerçekten çok geç kalmışsak insanlık olarak 1800’lerin başlarından itibaren yaşadığımız süreci Malthus’un betimlediği duruma benzetmeyle endüstri tuzağı olarak nitelemek oldukça makul görünüyor.

Endüstri devrimi öncesinde dünya komple fakir miydi?
Matthews yalnızca, sanki hiç karşı çıkılamayacak bir hakikatmiş gibi, Malthus tuzağının kesin olarak aşıldığına inanmakla kalmıyor, buna şaşırtıcı bir anlam yüklüyor. Ona göre Malthus tuzağı salt tarıma dayalı ekonomilerde gerçek anlamda bir zenginlik olamayacağı anlamına geliyor. Çünkü bu tuzak bu dönemdeki kazanımların birikimsel olamayacağı anlamına gelir. Bu dönemde ne kadar büyük görünürse görünsün ulusal ölçekteki tüm kazanımlar takip eden yıllar içinde tamamen silinebilir. Matthews’un yorumuna göre Malthus tuzağından çıkmak ilk defa olarak kazanımların önceki kazanımlara eklenerek ulusal ve küresel ölçekte gerçek bir zenginleşmeyi mümkün kıldığı yeni bir döneme girmek demek. Buradan çıkarılacak sonuç Matthews’a göre, bu nedenle, aslında son derece basit: Endüstri devrimi öncesinde hiçbir yerde gerçek anlamda bir zenginlik göstermek mümkün değildir. Yani, doğrudan ifadesiyle, bu tarihten önce dünya komple fakirdi. Dünya ancak endüstri devriminden sonra zenginleşmeye başladı ve o zamandan bu yana hiç durmadan zenginleşmeye devam ediyor. İkinci cümleyle ilgili mesele, birincisi, bunun ulusal ekonomiler için değil, gerçek bireyler açısından ne ifade ettiği, ikincisi ise gelecek açısından ne ifade edebileceği. Bunu kısmen yukarıda tartıştım. Daha aşağıda bu konuya yeniden döneceğim. Buradaki asıl mesele ilk cümle, yani endüstri devrimi öncesinde bütün insanlığın topyekûn fakr u zaruret içinde olduğu. Bizim Kanuni dönemimiz, Roma’nın, Mısır’ın, Çin’in şaşaalı ve debdebeli dönemleri Malthus tuzağından ötürü bu görüşe göre hep fakr u zaruret dönemleriydi. Malthus tuzağı ile yoksulluk arasında Matthews öylesine içten bir bağlantı kuruyor ki yukarıda alıntıladığım gibi yoksulluğu bizzat Malthus tuzağı üzerinden tanımlamayı öneriyor.

Matthews’un bu konuda neden bu kadar ısrarcı olduğunu anlamak ilk bakışta kolay olmayabilir. Çünkü bu o kadar aşırı bir iddia ki buna inanan birinin endüstri devrimi öncesi toplumlarında ekonomik eşitsizlik diye bir şeyin hiç var olmadığını iddia etmesi gerekirdi. Buna göre Eski Mısır’da, Çin’de, Roma İmparatorluğu’nda ekonomik eşitsizlik hiç yoktu. Çünkü ekonomik eşitsizliği zenginlikten pay alma oranıyla tanımlamak dışında bir yol yok. Ama zenginlik hiç yoksa, bunun sonucu olarak, eşitsizlik diye bir şey de olmayacak. Bu sonuç, Mathews’un bu iddiasının saçma olduğunu yeterince açık gösteriyor. Bununla birlikte eski imparatorluklarda, örneğin Roma’da ya da Çin’de ekonomik eşitsizlik konusunun(16) bugünlerde ekonomi tarihçileri arasında popüler bir çalışma alanı olduğuna dikkat çekmek gerekir.(17) Buna göre bizzat ekonomi tarihçileri Matthews’u yanlışlıyor.

Çalışıp geçimlerini sağlamakta hiçbir bedensel engelleri olmayan insanlar kitlesel olarak açlık çekiyorlar. Bu insanlar sizce hangi dönemde yaşamış olabilirler? (Diego Rivera’nın bir tablosu)

Bunun yanı sıra, geçmişteki bir “parlak dönem”i özleyen bütün milliyetçilikler de Matthews’u bu noktada doğrudan yanlışlıyor gibi. Milliyetçiliklerin rasyonel olduklarını iddia etmek tabii ki mümkün değil. Fakat tersinden bakarak söylersek günümüzün bütün “zenginliğine” rağmen geçmişteki “fakir” durumlarını bugünlerinden daha yaşanılır bulan bir yığın insan mevcut. Buna bu yargının cehaletten kaynaklanan öznel bir değer yargısı olduğu söylenerek karşı çıkılabilir. Fakat dünyanın hatırı sayılır bir kısmının geçmişi bugünden daha yaşanılır bulduğu kendi başına bu dünyanın nesnel bir gerçeği. Bu nesnel gerçeği göz ardı eden bir zenginlik kavramı gerçi pekâlâ nesnel sayılabilir, ama bunun insanların zenginliği olduğu çok kolay iddia edilemez. Nesnellik adına zenginlik gibi bir kavramın tanımında insanı dışarıda bırakmak ne politik olarak ne de bilimsel açıdan pek makul bir tercih gibi görünmüyor. Zenginlik, belki de, nesnel bir tanımı tam olarak mümkün olmayan kavramlardan biridir. İnsanlar geçmişi daha zengin görüyorlarsa bu geçmişin daha zengin olduğunu göstermez belki, ama kendilerinin daha yoksul olduklarını pekâlâ gösterir. Oğlunu azarlayan bir baba edasıyla onları nankörlükle suçlayabilirsiniz, ama kimin adına? Burada baba rolü kime tekabül ediyor? Kim, hangi otoriteye dayanarak, onlara mutsuz olmaya hakları olmadığını söyleyebilir?

Yoksulluk, insanlığın ‘doğal durumu’ mu?
Matthews’un bütün bu zayıflığına rağmen bu noktada ısrarcı olmasının arkasında basit bir gerekçe var. Hickel’in sömürgecilik dönemine ilişkin argümanlarına karşı bu sayede şunu söylemesi mümkün olacaktır: “Sömürgeciliğin yeryüzü şartlarını daha kötü yaptığı tartışma dışıdır. Fakat bu sömürgecilik öncesi yaşam koşullarının iyi olduğu anlamına gelmez.” Bu yoruma göre sömürgecilik dönemine, dünya zenginleşirken adaletsizliğe yol açtığı, bazı yerlerin zenginleşmesini geciktirdiği için kızabilirsiniz. Fakat ona buralarda yaşayan insanları yoksullaştırdığı için kızamazsınız. Çünkü bu dönemden önce insanlar zaten yoksuldu. Matthews, yukarıda vurguladığım gibi, hiçbir “anlatı” peşinde olmadığını söylüyor, fakat burada söylenenlerin bizi götürdüğü anlatı çok açık: Evet başlangıçta her şey olması gerektiği gibi olmadı. Dünyanın bazı yerleri zenginleşirken bazı yerleri zenginleşemedi. Fakat bugün durum farklı. Bugün dünyanın her yeri zenginleşiyor.

Zenginliğin Malthus tuzağı üzerinden tanımlanmasındaki ısrarın arkasında, demek ki, şu yatıyor: Sömürgeciliğin dünyanın önemli bir bölümünde yarattığı yıkımın kapitalizmin dünyayı sürekli zenginleştirdiği anlatısında açtığı gediği kapatmak. Matthews, çok doğru olarak, Hickel ile Roser arasındaki en temel farkın bu nokta olduğunu söyler. Ona göre bu ikisi arasındaki en temel ayrım şu: Biri yoksulluğu insanlar tarafından yaratılmış bir şey olarak, diğeri ise onu insanlığın doğal durumu olarak görüyor. Roser’a göre de sömürgecilik, evet, kötüdür, fakat ondan önce insanların hayatı öyle süper falan da değildi. Hickel ise bu dönemden önce insanların şu ya da bu şekilde kendi kendine yeten bir maddi yaşamları olduğuna, sömürgecilikle birlikte bütün bu dünyanın yerle bir olduğuna dikkat çeker. Hickel burada yaşanan kayıpları ısrarla gözümüze sokmaya çalışırken Roser’a göre burada kayda değer bir maddi kayıp yoktur. Bundan kuşku duyacak olursanız, daha yukarıda değindiğim gibi, Pinker tarafından “romantik” olmakla suçlanırsınız. “Romantizm” bu bağlamda yerinde bir tespit olmamakla birlikte en azından utanılacak bir şey değil. Fakat insanların dünyadaki varlıklarını sürdürmelerinin binlerce, on binlerce yıldır garantisi olmuş olan maddi başarılarını yok saymadaki, bunlar gerçekten yok olduğunda maddi bir kayıp yaşanmadığını iddia etmekteki kibir nasıl tarif edilebilir?

Kapitalizmin dünyayı daha yaşanılır bir yer haline getirdiğini iddia edenler, zenginlik ve yoksulluğu öyle tanımlıyorlar ki zenginlik ancak kapitalizm sonrasında mümkün oluyor, kapitalizm öncesinde dünya komple yoksul sayılıyor. (Diego Rivera’nın bir tablosu)

Matthews aslında tartışmanın can alıcı noktasını gerçekten çok iyi tespit etmiş. Mesele yoksulluğu insanlığın doğal durumu olarak görmekteki ısrardır. Diğer yandan bu zorlamanın hiçbir bilimsel gerekçesi olamayacağını görmek çok zor değil. Yoksulluğu Malthus tuzağı üzerinden tanımlamak yalnızca keyfi değil, aynı zamanda gerçeği bile isteye tepetaklak etmektir. Çünkü aşırı yoksulluk Matthews’un iddiasının tam aksine ancak endüstri toplumunda ortaya çıkabilecek bir fenomendir. Şöyle bir durum düşünelim: Ortada doğal afet gibi doğal koşulları zorlaştıran hiçbir etken yok. Hatta varsayalım doğa alabildiğine cömert. Savaş hali ya da özgürlükten mahrumiyet de söz konusu değil. Fakat buna rağmen çalışıp geçimlerini sağlamakta hiçbir bedensel engelleri olmayan insanlar kitlesel olarak açlık çekiyorlar. Bu insanlar sizce hangi dönemde yaşamış olabilirler? Böyle bir durumu kapitalist endüstri toplumu dışında görmüyoruz. Diğer yandan bugün açlık sınırının altında yaşayan insanların çok büyük çoğunluğu tam olarak bu durumda. O halde bilimsel olarak açık ve seçik olan bu durumu ifade eden bir kavrama ihtiyacımız olduğu açık. Fakat eğer bu kavram “aşırı yoksulluk” değilse başka ne olabilir? Büyük kıtlık felaketleri, salgınlar, başka tür felaketler tarihte insanların hayatını çok sık cehenneme çevirmiştir. Fakat bu nedenlerle açlığın kasıp kavurduğu bir coğrafyada insanların sorununun “aşırı yoksulluk” olduğunu söylemek bu söylem kapitalizmin propagandasına hizmet edecek olmasa hiçbir biliminsanının aklına gelmez. Özgürlüğünü kaybetmiş, köle olmuş bir insanın hayatında imrenilecek muhtemelen çok az şey kalmıştır. Fakat bu kölenin sorununun “aşırı yoksulluk” olduğunu söylemek bu söylem kapitalizmin propagandasına hizmet edecek olmasa hiçbir biliminsanının aklına gelmez. Afrika’dan Amerika’ya kaçırılmış, diyelim bir plantasyonda çalışan kölelerin problemi “aşırı yoksulluk” değildir. Fakat kölelik kalkıp da bu insanlar salıverildiklerinde büyük ihtimal “aşırı yoksulluk” gibi bir problemle karşı karşıya kalacaklardır. Bu iki durumu birbirine karıştırmanın belirli bir propagandaya hizmet dışında hiçbir bilimsel gerekçesi olamaz. Roma İmparatorluğu’nun en önemli başarılarından biri yaygın ve disiplinli posta ağıydı. Diğer yandan posta o dönemde siyasi erkin bir ayrıcalığıdır. Yani kamusal hizmet söz konusu değildi. Oysa bugün herhangi bir “akıllı” cep telefonu, kullanıcısına, diyelim 18. yüzyılda Versailles sarayının bütün bürokrasisini toplasanız elde edebileceğiniz iletişim, organizasyon ve hesaplama gücünü katbekat aşan bir hizmet sunuyor. Şimdi buradan bir cep telefonunun Zimbabwe’deki bir kullanıcısını bu kriterler açısından Versailles sarayının 18. yüzyıldaki efendilerinden daha müreffeh kıldığını söylemenin bir anlamı olabilir mi? Bunda ısrar etmek karşılaştırılamaz olanların karşılaştırılmasında ısrar etmektir. Belirli bir propagandaya hizmet edecek olmasa hiçbir biliminsanı böyle bir hatada ısrarcı olmaz.

Zenginliğin yanlı tanımı
Our World in Data’da burada aktardığım tartışmada hiç değinilmeyen ama en az bu tartışmaları tetikleyen infografik kadar problemli bir slayt mevcut.(18) Burada milattan sonra 1 yılından günümüze zenginliğin dünya üzerindeki dağılımı dönemsel olarak gösterilmeye çalışılmış. Birinci slaytın ilk cümlesi şu: “İnsanlık tarihinin çok büyük bölümünde dünyanın tamamı çok fakirdi”. Burada dünya haritası henüz “uygarlıkla tanışmamış” halkların grisi hariç tek renk boyanmış. Farklı renkte bir lekenin ortaya çıkması için MS 1 yılından 1500’lü yıllara sıçramamız gerekiyor. Rönesans İtalya’sı burada verilen malumata göre dünyada ilk defa zenginliğin ortaya çıktığı yer. Buna göre zenginlik denilen şey ne Çin, ne Roma İmparatorluğu, ne de Bizans, Abbasilerin Bağdat’ı, Endülüs, hiçbir yere uğramamış. Burada Matthews’un yukarıda tartıştığım kabulüne benzer bir düşünceye dayanıldığı açık. Bu kabulün yalnızca sağduyuyla değil, aynı zamanda ekonomi tarihçilerinin bu döneme ait çalışmalarıyla da çeliştiğine yukarıda değindim. Bununla birlikte bu slayt hakkında konuşmaya değer farklı bir konu daha var. Bu slayt bize bilim felsefesinde “bias” (yanlılık) denilen yöntemsel hatanın derslerde okutulabilecek mükemmel bir örneğini sunuyor. Rönesans İtalya’sı dünya tarihinde ilk defa borçlanmanın kurumsallaştığı, bankaların ortaya çıktığı, dolayısıyla kapitalizmin temellerinin atıldığı yer. Ve siz, her ne hikmetse, borçlanmanın kurumsallaştığı bu tarihe kadar hiçbir yerde zenginlik adına bir şey bulamıyorsunuz. Öte yandan aslında bunun çok basit bir açıklaması var: Bu slayt bize dünya tarihinde zenginliğin gerçekten nasıl bir seyir izlediğini değil, bu kavramın nasıl tanımlandığını gösteriyor: Zenginlik denen mefhumu öyle tanımlıyorsunuz ki zenginlik kapitalizmin ayrılmaz bir parçası oluyor. Yani zenginlik varsa kapitalizm var, kapitalizm varsa zenginlik de var. İkisini birbirinden bağımsız düşünemiyorsunuz.

Kendisine yardım eden ile kıyaslandığında bedensel ve zihinsel olarak hiçbir dezavantaja sahip olmayan bir insanın “yardım gören” olarak yaşamını sürdürmek zorunda kalması dünyada bir şeylerin iyi gitmediğini belirtisi, daha iyi gideceğinin garantisi değil.

Matthews’un yoksulluğu Malthus tuzağı üzerinden tanımlama önerisi buradaki yöntemsel hatayı (bias) bir adım daha ileri taşıyor. En görünür fark onun zenginliği Rönesans İtalya’sından daha geç bir tarihte başlatması. Matthews’a göre gerçek anlamda zenginlik, yukarıda değindim, ancak endüstri devriminden sonra mümkün. Buradaki konumuz açısından bundan daha önemli, ikinci bir fark Roser ve ekibinin örtük olarak dayandıkları bir kabulü (tanım) Mathhews’un açıkça dile getirmesi. Bu sözünü ettiğim yöntemsel hatanın daha görünür olmasını sağlıyor: Kapitalizmin dünyayı daha yaşanılır bir yer haline getirdiğini iddia ediyorsunuz. Zenginlik ve yoksulluğu öyle tanımlayın ki zenginlik ancak kapitalizm sonrasında mümkün olsun, kapitalizm öncesinde dünya komple yoksul sayılsın. Bu durumda kapitalizmin dünyayı yoksullaştırması tanım gereği mümkün değil. Geçmişe göre her fark buna göre ya olumlu olacak ya da nötr. İddianızın doğruluğunu daha tanım aşamasında garanti etmiş oldunuz. Matthews bir “anlatı” peşinde olmadığını, sadece “olgu”ların peşinde olduğunu söylüyor. Dolayısıyla “kapitalizmin dünyayı daha yaşanılır bir yer haline getirdiği” iddiasıyla bir ilgisi olduğunu inkâr ediyor. Fakat kapitalizm ile ilgili tartışmayı a priori olarak kapitalizmi haklı çıkarak şekilde ortaya koymanın bu “anlatı”nın propagandasına hizmet etmek dışında nasıl bir olgusal gerekçesi olabilir? Bu tanımdaki ısrarıyla olguları nasıl bile isteye tepetaklak ettiğine bakacak olursak kendisinin ideolojik olarak nötr bir pozisyonda olduğunu iddia etmesi olsa olsa kötü bir şaka olabilir.

Yardım kuruluşları neyin göstergesi?
Matthews’un bir konuda hakkını teslim etmek gerektiği söylenebilir. Sonuçta arabulucu olmaya çalışıyor ve her ne kadar Roser ve ekibine yakın olduğunu gizlemese de karşı tarafın işaret ettiği sorunları görmezlikten gelmiyor. Bu sorunlara değindiği bir yerde, örneğin, “kat edecek daha çok mesafemiz olduğunu” itiraf ediyor. Bu tavır, bununla birlikte, bize aslında daha derin bir başka sorunun varlığını işaret ediyor. Burada kat edecek daha çok yolu olan “biz” kim? Siz kimsiniz? Kastedilen, acaba, Bill & Melinda Gates Foundation gibi NGO’lar mı? Doksanlı yıllarda Linux ile tanışmış, Özgür yazılımın (freeware) “bedava değil, özgür” (“Free as in free speech, not as in free beer”) şiarını benimsemiş biri olarak Bill Gates’e büyük bir sempatiyle bakmam mümkün değil. Bununla birlikte onun vakfı aracılığıyla yaptıklarının değerini küçümsemem de mümkün değil. Dünyaya en azından bu konuyla ilgili sadece ahkâm kesenlerden daha fazla hayrının dokunduğuna kuşku yok. Bunun dışında büyük övgüyü hak eden daha pek çok örgütün varlığı da bir gerçek. Bu örgütlerde çalışan gerçek kahramanlar var ve her ülkede yasal mevzuatların genç insanları bu örgütlerde belirli bir süre çalışmaya teşvik etmesi son derece arzu edilir bir durum olurdu. Fakat bu türden örgütler dünyanın daha yaşanılır bir yer olmasının aracı ve garantisi olabilirler mi? Yardım etmeseler boğularak ölmeleri kuvvetle muhtemel olan mültecileri denizlerden toplayan, bu yüzden başlarına açılacak dertlere aldırmadan kendilerini bu işe adamış bir avuç insan kahramanca işler yapıyorlar. Fakat bununla onların dünyayı daha yaşanılır bir yer haline getirdikleri söylenebilir mi? Dünyayı daha yaşanılır bir yer haline getirmek, bu durumda, ancak bu mülteci krizinin nedenlerini ortadan kaldırmakla mümkün olurdu. Dolayısıyla, kahramanlara ihtiyaç duymamız, bir olgu olarak, kendi başına dünyanın iyi bir yer olmadığının belirtisi, daha iyi bir yer olmasının garantisi değil. Aynı şekilde, açlık çeken insanlara ilk elden, bizzat yardım götürmek kuşkusuz çok değerli bir iş. Fakat birilerinin bunu yapmak durumunda kalması dünyanın hiç iyi bir yer olmadığının belirtisi, daha iyi bir yer olmasının yolu değil.

Ya dünyadaki aşırı yoksulluk tamamen aynı şekilde, maddi refahı yaratan mekanizmanın sistemik bir parçasıysa? (Salgado’nun bir fotoğrafı)

Genel olarak ifade etmek gerekirse sorun şu: Çeşitli yardım örgütleri eliyle dünyadan yetersiz beslenmeyi, hijyen kaynaklı sağlık sorunlarını ve salgınları kazıdığınızı varsayalım. Bu şüphesiz olumlu. Fakat bununla dünyayı “yardım görenler” ve “yardım edenler” olarak ikiye bölmüş oldunuz. Kendisine yardım eden ile kıyaslandığında bedensel ve zihinsel olarak hiçbir dezavantaja sahip olmayan bir insanın “yardım gören” olarak yaşamını sürdürmek zorunda kalması dünyada bir şeylerin iyi gitmediğini belirtisi, daha iyi gideceğinin garantisi değil. Bunun ötesinde, Matthews’un tutumunda asıl vahim olan sorun şu: Aşırı yoksulluk ile ilgili tartışmada sözü edilen yoksullar ekonomik hayatın dışında, belirli kamplarda bütünüyle yardım kuruluşlarının yardımına bağımlı olarak yaşayan insanlar değil. Bu şekilde yaşamak durumunda kalan insanların varlığı, maalesef, bir gerçek. Fakat bu tartışmadaki “yoksullar” büyük ölçüde, tersine, örneğin Hickel’in değindiği gibi, dünyadaki ekonomik büyümenin büyük çoğunluğunu borçlu olduğumuz dünya nüfusunun % 60’lık kesimi, yani olağanüstü zor koşullarda, olağanüstü düşük ücretlerle çalıştırılan işçiler. Burada “daha çok yol kat etmemiz lazım” derken kastettiğiniz “biz” yardım kuruluşları olabilir mi? Dünyada artan zenginliğin büyük kısmını yaratan kesimi “yardımınıza muhtaçlar” olarak, kendinizi de yokluk çeken insanların yardımına koşan “filantroplar” (“hayırsever”in modern tınılısı) olarak görmenizde sıkıntılı bir yan olduğu sanıyorum yadsınamaz. Dünyadaki zenginliğin büyük kısmını yaratan insanlar başkalarının yardımına muhtaç kalıyorsa bu zaten dünyada bir şeylerin hiç iyi gitmediğinin olabilecek en açık göstergesi. O halde bu “biz” kim? Siz kimsiniz? Dünyanın daha yaşanılır bir yer olmasının önündeki engeller tam olarak neyi nasıl yaptığınızda ortadan kalkacak?

‘Olguşinaslık’ ideolojisi neyi örtbas ediyor?
Mevcut ekonomik düzenin dünyayı daha iyi bir yer haline getirdiğini savunanların ortak bir yanı, bu düzenin bunu tam olarak nasıl, ne tür bir mekanizma aracılığıyla başardığı konusunda sessiz olmaları. Adam Smith’in “gizli el”ini açıkça savunan pek kimse yok. Fakat bu teorinin yerine başkasını öneren de yok. Bu konudaki suskunlukları en başta bunu kendilerinin de bilmiyor olmasından kaynaklanıyor olsa gerek. Fakat bunu itiraf etmek yerine seçtikleri yol bu suskunluğu dayatmak. Öyle ki bugünlerde bu dayatmanın “olguşinaslık” (“factfulness”) adı altında yeni bir ideolojiye dönüştüğüne tanık oluyoruz. Bu yeni ideolojinin arkasında İsveçli istatistikçi Hans Rosling’in 2018 tarihli “Factfulness: Ten Reasons We’re Wrong About the World – and Why Things Are Better Than You Think” (“Olguşinaslık: Dünya Hakkında Yanılmamızın On Nedeni – Ve Neden Şeyler Düşündüğünüzden Daha İyi”) adlı kitabı yer alıyor. “Olguşinas” terimi, tabii ki, uydurma bir sözcük ve itiraf etmeliyim ki, oldukça kötü bir çeviri. Fakat bu, orijinal terimin kendisinin uydurma olmasından kaynaklanıyor. İngilizce “truthful” (doğrucu, doğrudan şaşmaz’) ve “faithful” (sadakatli, iman sahibi) sözcüklerine paralel olarak uydurulmuş görünen bu sözcükle kastedilen şu olsa gerek: olgu ne diyorsa ondan şaşmayan, olgunun dediğine sadık.

Rosling’in bu kavramı tam olarak hangi bağlamda nasıl ortaya attığına burada ayrıca değinmeyeceğim. Fakat Rosling’in bu kitabından sonra “olguşinaslık” başta Bill Gates(19) ve Steven Pinker(20) olmak üzere konuyla ilgili pek çok kimsenin kendi pozisyonlarını açıklamakta kullandıkları bir kavram olur. Buna göre belirli bazı psikolojik etkenler insanların olguları oldukları gibi görmelerine engel olmaktadır. İnsanlar bu nedenle olup biteni gerçekte olduğundan daha kötü görmeye, olan biten karşısında makul olandan aşırı uçta pozisyonlar almaya eğilimliler. Yapılması gereken, o halde, sadece ve sadece olguların doğrudan desteklediği şeylere inanmak olacak. Bu da son tahlilde yalnızca rakamlara odaklanmak anlamına gelecek.

Çok verilen bir örnek uçak yolculuğundan duyulan korku. İstatistikler uçak yolculuğunun kara yolculuğuna göre çok daha güvenli olduğunu gösteriyor. Buna rağmen bazı insanların uçaktan korkup kara yolculuğunu tercih etmelerinin sebebi ancak psikolojik açıklamalar gerektiren bir takıntı olabilir. Başka bir örnek Avrupa’daki mülteci krizinin yol açtığı ırkçı dalgadır. Irkçı hareketin en güçlendiği dönem, oysa ki, mülteci akınının daha önceki yıllarla kıyaslandığında en düşük olduğu seviyeye tekabül etmektedir. Bu dalganın arkasında, bu nedenle, başka bir “takıntı” aramak gerekir. Bir başka örnek terör kaynaklı ölümlerin oranıdır. Bu oran başka ölüm nedenleriyle kıyaslandığında aslında oldukça küçüktür. Fakat insanlar bu diğer nedenlere kayıtsız kalabilirken terör kaynaklı ölümler karşısında böyle bir tutum hiç söz konusu değil. Kimilerinin neoliberalizm savunucularının parlayan yıldızı olarak gördüğü(21) Yuval Noah Harari örneğin, bu nedenle, bunun aslında terörün amacına hizmet ettiğini iddia ediyor. Ona göre terör sonucu ölenlerin sayısı, sözgelimi gazlı içeceklerden dolayı ölenlerin sayısına göre çok daha düşüktür. Yine de şekerden hiç kimse korkmaz.(22) Bu örneklerle sınırlı tuttuğumuzda bize söylenen şu: Ortada belirli rakamlar varken bunların dışında bir şeye inanmak rasyonel değildir. Buradaki problem rasyonel olan ile olmayan arasındaki sınırın çok keskin çizilebileceğine olan inançları. Oysa tersine çevirip soralım: Bütün ölüm nedenlerini eşitlemek rasyonel midir? Ölüm, bilindiği gibi, ölü olmakla sonuçlanan bir süreç. Ölü olan açısından bakıldığında ise bu sürecin nasıl cereyan etmiş olduğunun -kendi mevcut durumunda hiçbir fark yaratmayacağı için- bir önemi yok. Şu halde ölü olan açısından gerçekten bütün ölüm nedenleri bir. Fakat biz ölü olanların değil, dipdiri, yaşayan gerçek insanların ölümünden söz ediyoruz. İnsanların ölüme bir ölünün perspektifinden bakamamaları gerçekten rasyonel olamadıkları anlamına mı geliyor? İnsanları ölüme bir ölünün perspektifinden bakmaya zorlamak gerçekten rasyonel mi?

Buradaki tartışma salt bu çerçeveyle sınırlayacak olursak henüz masum görünüyor. Fakat “olguşinaslık” talebi olguların ya da onları temsil eden rakamların kendilerinden açık olduğu iddiasıyla elinizden bu rakamları yorumlama hakkını almak istediğinde bütün masumiyetini kaybeden bir ideolojiye dönüşüyor. Bu ideolojiye göre belirli bazı rakamlar hiçbir yorum gerektirmeksizin, kendiliğinden apaçıktır. Buna rağmen onları farklı yorumlamaya çalışmak olsa olsa bazı psikolojik takıntılarla açıklanabilecek olan irrasyonel bir davranıştır. Bu anlamıyla “olguşinaslık” bir bakıma aslında eski bir pozitivist inanışın ısıtılıp tekrar önümüze konması anlamına geliyor. 20. yüzyıl başlarında aklı başında pek çok biliminsanı ve filozof hiç yorum gerektirmeksizin kendiliğinden apaçık olan kimi çıplak olguların olduğunu düşünüyordu. Bu düşünce aynı yüzyılın ikinci yarısından itibaren “teoriden bağımsız gözlem yoktur” şeklinde ifade edilen ve Duhem-Quine Tezi olarak bilinen bir karşı argümanla gittikçe etkisini yitirir. O halde bu ideolojiyi savunanların “çıplak olgu” olarak gördükleri şey aslında kendisi de bir yorumdur ve buna dayanarak başka yorumları yasaklamalarının hiçbir makul gerekçesi yok. Peki, mevcut ekonomik sistemin dünyamıza yarayıp yaramadığı gibi “büyük” bir meseleyle ilgili bu ideolojiyi savunanların elinden neden terk edilmiş pozitivist bir dogmadan medet ummak dışında hiçbir şey gelmiyor?

Bunun yanıtı yukarıda sorduğum soruya verecek bir yanıtları olmaması olabilir. Mevcut ekonomik sistemin dünyayı bugüne kadar hep daha iyiye götürdüğünü bir an için kabul edelim. Fakat sistem bunu nasıl başardı? Bu sorunun yanıtını bilmiyorsak mevcut düzenin bizi yarın da daha iyiye götüreceği ve sınırı nereye koyduğunuza bağlı olarak (1,90 dolar – 7,40 dolar) 100 ya da 200 yıl sonra aşırı yoksulluğu dünyadan tamamen sileceğine nasıl güvenebiliriz? Bu klasik Hume problemidir: bir olayın bugüne kadar hep şu şekilde cereyan etmiş olması aynı olayın yarın da aynı şekilde cereyan edeceğine inanmak için mantıksal bir gerekçe sağlamaz. Çünkü olayın herhangi bir tekrarında tamamen farklı bir sonuçla karşılaşmayacağınızın hiçbir garantisi yok. Bilimlerin bu problemden (kısmen de olsa) kaçınabilmelerinin tek yolu bir olayı kendisini ortaya çıkaran mekanizmaya işaret ederek açıklamaktır. Bir otomobilin bizi defalarca bir yerden bir yere taşıdığına tanık olduk, belirli koşullar sağlandığında bundan sonra da aynı işi göreceğine inanıyoruz. Çünkü bir otomobilin iş görebilmek için başta motor olmak üzere belirli bir donanıma, yakıta ve üzerinde hareket edeceği uygun bir satha sahip olması gerektiğini biliyoruz; içten patlamalı bir motorun odacıklarında neler olup bittiği, pistonların dikey bir hareketi yatay bir harekete nasıl çevirdiğine ilişkin pek çok tasavvurumuz var ve saire. O halde mevcut ekonomik düzenin bizi sadece bugüne kadar hep daha iyiye taşıdığını değil, bundan sonra da hep daha iyiye götüreceğini iddia ediyorsanız istediğiniz kadar “çıplak” kabul edin hiçbir rakama dayanamazsınız, çünkü bu rakamların tamamı düne ilişkindir. Oysa bizim bilmek istediğimiz bunun yarın nasıl olacağı. Bunu göstermek için favoriniz olan bu düzenin nasıl işlediğini açıklamaktan başka bir çareniz yok. Olguşinaslık ideolojisi tam da bu zayıflığı örtbas etmenin bir yolu gibi görünüyor.

Söylenilen şu: Rakamlar ortada, bundan ötesinde tartışılacak bir şey yok. Hâlâ ötesini tartışmak istiyorsanız bu ancak psikolojiyle, yani takıntılı olmanızla açıklanabilir. Fakat bu rakamlara ilişkin bütün söylediklerinize inansak bile bu rakamların hepsi düne ilişkin rakamlar. Oysa siz yarın hakkında konuşuyorsunuz. Yukarıda gördük, Hickel’a yoksulluk sınırı olarak 1,90 ya da 7,40 dolar günlük geliri baz almanın bir fark yaratmayacağı, çünkü trendin her yerde yukarıya doğru olduğu gerekçesiyle karşı çıkılıyor. Fakat bu trendin sürekli olduğunun garantisi ne? Böyle bir trend niye var? Şu benzetmeyi trivyal bulanlar olabilir, ama durumu gerçekten özetlediğine kolay karşı çıkılabileceğini sanmıyorum: Konya ovasının uçsuz bucaksız düzlüklerinde bir otobüs dolusu insan bir yerden bir yere seyahat ettiğinizi düşünün. Şoför alenen uyuyor ve bunu gören yolcular paniğe kapıldı. Fakat siz insanların paniğe kapıldığı andan itibaren, yani diyelim on dakikadır, otobüsün kendi yolunda ilerlemeye devam ettiğine işaret edip şoförün uyuyor olamayacağını, uyuyor olsa bile otobüsü sürmeyi bir şekilde uykusunda da başarabildiğini öne sürüyorsunuz. Dayandığınız tek argüman otobüsün o ana değin yoldan çıkmamış olması. Ne ki bu ilk dönemeçte yoldan çıkıp devrilmeyeceğinin ya da -Allah muhafaza!- karşıdan gelen bir araçla burun buruna gelmeyeceğinin hiçbir şekilde garantisi değil. Bunun başınıza gelmeyeceğinden emin olmanın tek yolu şoförün uyanık olduğundan emin olmak. Diğer yandan, olguşinaslık ideolojisine göre olgu otobüsün kendi yolunda düz gidiyor olduğuysa, bundan ötesini tartışmak ancak bir takıntının sonucu olabilir.

Ya yoksulluk, kapitalist “refahın” sistemik bir özelliğiyse?
Günümüzde çokça konuşulan, ama yeterince konuşulduğu -ya da konuşması gerekenlerin yeterince konuştuğu- yine de söylenemeyecek olan çevre problemleri dünyanın kapitalizm eliyle küresel bir felakete sürüklendiğinden endişe duymak için yeterince gerekçe veriyor bize. Fakat benim yukarıda söylemeye çalıştığım bununla sınırlı değil. Çünkü mevcut ekonomik sistem dünyayı, söylendiği gibi, hep daha iyiye götürmüş olsa ve yarın bir felakete sürükleneceğimizden endişe duymak için nedenimiz olmasa bile, bundan mevcut ekonomik sistemin dünyayı yarın da daha iyiye götüreceği sonucunu çıkaramayız.

Bunu şöyle bir örnek üzerinden açabilirim: Çöp üretimi önemli çevresel sorunlardan birisidir. Yaşadığımız dünyanın yaşanabilir kalması için çöp üretimini azaltmanın ya da hiç olmazsa geri dönüşümü kesin etkili kılmanın bir yolunu bulmamız gerekiyor. Fakat bir an için bu problemi tamamen bir kenara bırakacak olursak çöp üretimi kendi başına aslında maddi refahın nesnel bir göstergesidir. “Bolluk” dendiğinde kafamızda canlanan arzu edilir bir refah seviyesidir. Bu nedenle bu terimin hiçbir olumsuz tınısı yoktur. Oysa bolluk ihtiyaçtan fazlasına işaret ettiği için çöp olgusunu zorunlu olarak beraberinde getirir. Şu an içinde yaşadığımız dünyanın olağanüstü bir bolluk döneminde olduğuna kuşku yok. Çöp üretiminin akıl almaz boyutlardaki artışı bunun nesnel göstergelerinden biri.

Küresel boyutta maddi refahın artışının bir diğer göstergesi de, tabii ki, aşırı yoksulluk sınırının altında yaşayan bir kitlenin, iddia edildiği gibi, bu yoksulluktan kurtulmuş olmaları. Elimizde küresel boyutta refah artışını gösteren iki ölçüt var. Tabii ki bundan başka bir yığın ölçüt bulunabilir, fakat biz bu ikisini karşılaştırmak istiyoruz. Bu maddi refahı yaratan şey her ne ise, acaba elimizdeki bu iki ölçütten hangisine göre bu “şey” daha başarılı olmuştur? Bunun için yapmamız gereken son on yıllarda aşırı yoksullukta gözlemlenen düşüşü aynı yıllar içinde çöp üretimindeki artışla kıyaslamak. Bu durumda refahı yaratan “mekanizma”nın çöp üretimi baz alındığında daha “başarılı” olduğuna kuşku yok. Her yıl çöpe giden gıdanın eğer dağıtılabilse dünyada açlığı bitirebileceği çöp konusunda ilk akla gelen şeylerden biri. Bu tabii ki yanlış değil, fakat biz popülizmin girdaplarından uzak durmak için bu tür argümanlara tevessül etmeyelim. Çöp olgusuna sadece ve sadece bollukla ilişkisi açısından olumlu bir şey olarak bakıyoruz. Benim işaret etmek istediğim şey şu: Toplam üretimle kıyaslandığında çöp üretimi oranının sürekli artış eğiliminde olduğunu görüyoruz. Fakat bu trendin sonuna kadar bu şekilde devam edeceğini düşünebilir miyiz? Diyelim ki çöp üretimini gerçekten olumlu bir şey olarak görüyoruz, hiçbir önlem almıyoruz ve herhangi bir çevresel felaketle de karşılaşmıyoruz. Böyle bir durumda bile bu “trend”in aynı şekilde kendini devam ettireceğini varsaymak saçmalık olurdu. Çünkü bunu varsaymak, bir süre sonra üretimin % 100’ünün çöp olacağı, dolayısıyla hiçbir şey tüketmeyeceğimiz anlamına geliyor. Bu hiç mümkün değil. Ama gerçekçi gözle bakacak olursak çöp üretiminin % 50’ye çıkması bile aslında yok denecek kadar düşük bir olasılık. Yani bu “trend”in kendini aynı şekilde devam ettireceğini varsaymak mümkün değil. Peki diğer ölçüt söz konusu olduğunda oradaki trendin kendini koruyacağını neye dayanarak söyleyebiliriz. Çünkü yapılan şey bu. Eğer bu trend aynı şekilde devam ederse 200 yıl sonra aşırı yoksulluk sınırının altında hiç kimse kalmayacağı müjdesi veriliyor bize. Nasıl çöp üretiminde -önlem almaya hiç gerek duyulmasa bile- doğal diyebileceğimiz bir sınır varsa, yoksulluğun düşüş trendinde de böyle “doğal”, daha doğrusu sistemik bir sınırın olmadığının garantisi ne? Sadece veriye bakmamızı, sadece rakamlara odaklanmamızı söyleyenlerin bütün istediği aslında bizim bu soruyu sormamamız. Oysa bu rakamları hangi koşullarda nasıl bir mekanizmanın ortaya çıkarmış olduğunu bilmeden bu rakamlara dayanarak yapacağımız her türlü projeksiyon tamamen anlamsız olacaktır. Çöp üretimi belli ki maddi refahı yaratan mekanizmanın sistemik bir parçası. Bu koşullar altında çöp üretimini belirli bir minimumun altına indiremeyeceğimiz gibi onun belirli bir maksimumu geçmesini de beklemeyiz. Peki ya dünyadaki aşırı yoksulluk tamamen aynı şekilde, maddi refahı yaratan bu mekanizmanın sistemik bir parçasıysa? Ya aşırı yoksulluk da bu şartlar altında belirli bir maksimumu geçmesini beklemeyeceğimiz fakat belirli bir minimumun altına da indiremeyeceğimiz, maddi refahımızı borçlu olduğumuz mekanizmanın sistemik bir özelliğiyse?(23) Eğer öyleyse aşırı yoksulluk sınırının altında yaşayan insanların sayısındaki (oransal) düşüş trendi bir yerde duracak demektir. Bunun böyle olmadığının garantisinin ne olduğunu sormak neden gayet meşru olmasın?

Karşılaştırılamaz olanların karşılaştırılması
Jason Hickel’in başlattığı bu tartışmada ortalık sakinleşip ‘akademik ateşkes’ sağlandıktan sonra Hickel da daha mutedil bir dille yazmaya başlar, ama temel bir talebinde buna rağmen ısrarcı olur. Hickel, Max Roser’dan bütün tartışmanın temelinde yatan infografiği Our World in Data’dan kaldırmasını ister. Bu ilk bakışta aslında tuhaf bir talep. Çünkü belirli verilerden çıkarılan bazı istatistiksel sonuçların yayımlanmasına karşı çıkmak araştırmacıların akademik özgürlüğüne müdahale olarak anlaşılabilir. Diğer yandan akademik özgürlüğün sınırsız olmadığı da gün gibi ortadadır. Irkçı bir araştırmacının ırkçı zihniyetini temellendirmeye yönelik bir projesi, örneğin, akademik olarak araştırılmaya değer bir konu olarak görülemez. Max Roser ve ekibini ırkçılıkla kıyaslamak haksızlık olarak görülebilir. İkisi arasında bir derece ya da şiddet farkı olduğuna kuşku yok. Fakat ikisi arasında özsel olarak bir fark var mı? Bugün aklı başında pek çok biliminsanı “insan ırkları” ile kastedilen şeyin nesnel, bilimsel bir temeli olmadığında,(24) bu kavramın 19. yüzyıl biyolojisinin ırkçı eğilimlerinin sonucu uydurulduğu konusunda hemfikir.(25) Fakat kabul etmeli ki, bu aslında rastlantısal olarak öyle. İnsanın evriminde Australopithecuslardan itibaren yan yana yaşamış pek çok tür ortaya çıkmışken bugün homo sapiens’in yapayalnız olması rastlantısal değilse ne? O halde “ırk” kavramının uydurma olduğu doğru olmakla beraber, ırkçı bir araştırma projesine karşı çıkmanın asıl gerekçesi bu değil. Çünkü yalnızca buna dayanarak karşı çıkmak akademik özgürlüğe gerçekten aykırı olurdu. Karşı çıkmamızın asıl nedeni böyle bir araştırma projesinin belirli bir ideolojinin propagandası dışında hiçbir hakiki bilimsel amaca hizmet etmeyecek olması. Şimdi “Afrika’dan Einstein’lar Newton’lar çıktı da biz mi duymadık?” zihniyetinin yukarıda değindiğim “Afrika’da milyarderler yaşıyordu da biz mi duymadık?” zihniyetiyle paralelliğine dikkat çekmek isterim. İkisinin hatası ortak: karşılaştırılamaz olanların karşılaştırılması. IQ testlerinin nesnel olarak ölçtüğü tek şeyin IQ testlerindeki başarı oranı olduğu hep söylenir. Birbirinden çok farklı toplumlarda yaşamış insanların “zekâ”larını nesnel olarak ölçecek hiçbir kriter bulamazsınız. Başka deyişle bu insanlar zekâ bakımından karşılaştırılamazlar. Öte yandan Max Roser’ın yaptığı buna tam olarak paralel: Eski Mısır’ın zenginliğini Victoria dönemi Britanya’sının zenginliğiyle, sömürgecilik öncesi dönemde yaşamış Afrika’nın kadim halklarının zenginliğini günümüz toplumunun zenginliğiyle karşılaştıramazsınız. Bu karşılaştırmada ısrar etmenin tek nedeni bilimsel değil, yukarıda ortaya koymaya çalıştığım gibi, belirli bir ideolojinin propagandası olabilir. O halde Hickel’in talep ettiğinden fazlasını istemeye hakkımız var: Max Roser’ın söz konusu infografiği geri çekmesi yetmez, bunun dayandığı türde “araştırma”ların akademiye sokulmaması gerekir.

Dipnotlar

1) https://www.theguardian.com/commentisfree/2019/jan/29/bill-gates-davos-global-poverty-infographic-neoliberal

2) https://whyevolutionistrue.wordpress.com/2019/01/31/is-the-world-really-getting-poorer-a-response-to-that-claim-by-steve-pinker/

3) https://ourworldindata.org/extreme-history-methods

4) https://www.jasonhickel.org/blog/2019/2/6/response-to-max-roser

5) https://glineq.blogspot.com/2019/02/global-poverty-over-long-term.html

6) https://www.vox.com/future-perfect/2019/2/12/18215534/bill-gates-global-poverty-chart

7) https://www.theguardian.com/commentisfree/2019/jan/29/bill-gates-davos-global-poverty-infographic-neoliberal

8) https://whyevolutionistrue.wordpress.com/2019/01/31/is-the-world-really-getting-poorer-a-response-to-that-claim-by-steve-pinker/

9) https://www.aljazeera.com/programmes/upfront/2018/03/steven-pinker-trump-violence-religion-180323165958898.html

10) https://www.cato.org/publications/commentary/leftists-are-trying-muddy-waters-falling-global-poverty

11) https://www.resilience.org/stories/2019-02-04/a-letter-to-steven-pinker-about global-poverty/

12) https://ourworldindata.org/extreme-history-methods

13) https://www.resilience.org/stories/2019-02-07/a-response-to-max-roser-how-not-to-measure-global-poverty/

14) https://glineq.blogspot.com/2019/02/global-poverty-over-long-term.html

15) https://www.vox.com/future-perfect/2019/2/12/18215534/bill-gates-global-poverty-chart

16) https://www.academia.edu/2745113/Empires_of_inequality_ancient_China_and_Rome

17) https://www.academia.edu/8660373/The_Size_of_the_Economy_and_the_Distribution_of_Income_in_the_Roman_Empire

18) https://slides.ourworldindata.org/world-poverty/#/GDP-year-1

19) https://www.gatesnotes.com/Books/Factfulness#

20) https://news.harvard.edu/gazette/story/2019/06/focal-point-harvard-professor-steven-pinker-says-the-truth-lies-in-the-data/

21) https://www.haaretz.com/us-news/MAGAZINE-how-yuval-noah-harari-became-the-pet-ideologist-of-the-liberal-elites-1.6673776

22) https://www.theguardian.com/culture/2018/sep/09/21-lessons-for-the-21st-century-by-yuval-noah-harari-digested-read

23) Ekonomistlerin “orta gelir tuzağı” (middle income trap) dedikleri olgu tam olarak benim burada işaret etmek istediğim “tuzak”la örtüşmüyor. Fakat paralellik çok açık. Çünkü bu “orta gelir tuzağı” da mevcut düzenin sistemik bir özelliği olmalı.

24) https://www.scientificamerican.com/article/race-is-a-social-construct-scientists-argue/

25) https://www.newsweek.com/there-no-such-thing-race-283123

Önceki İçerikKitapçı Rafı
Sonraki İçerikHücre yeniden programlanması hangi ufukları açıyor?