Yaşlı adam küçük ahşap bir yatakta bir sürü battaniyenin altında yatıyordu ancak pencere açıktı ve bu yüzden oda soğuktu. Titreyen bir sesle karla doldurulmuş olan tavuğun durumunu sordu. Delikanlı, ilk günkü gibi taze olduğunu söyledi. “İyi” dedi yaşlı adam tatmin olmuş bir şekilde. “İki gün sonra bana yine haber ver.”
Çeviri: Uğur Erözkan
Sunuş
Sosyalist şair, oyun yazarı, tiyatro yönetmeni ve kuramcısı Bertolt Brecht’in (1898-1956) okuyacağınız öyküsü bildiğimiz kadarıyla ilk kez Türkçeleştiriliyor. Brecht, “Deney” adlı öyküsünde, bilimsel düşüncenin öncülerinden büyük İngiliz filozof Francis Bacon’un (1561-1626) sistematikleştirdiği “bilimsel yöntemi” öyküleştiriyor.
“Deney” adlı öykü, Brecht’in 1949’da yayımlanan “Kalendergeschichten” (Takvim Öyküleri) adlı eserinde yer alıyor. Arkadaşımız Uğur Erözkan öyküyü İngilizcesinden çevirdi (Tales from the Calender, The Experiment). İlgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz.
Francis Bacon’ın devlet adamı kariyeri, “suçlu er geç bir gün açığa çıkar” sahte özdeyişinin basit bir örneğiymiş gibi, sona erdi. Krallığın en yüksek yargı görevlisiyken yozlaşmadan suçlu bulunup hapse atıldı. Tüm icraatlarının yanı sıra, uygunsuz tekellerin bağışları, keyfi tutuklama hükümleri ve verilmiş jüri kararlarını uygulamama… Onun Adalet Bakanlığı yaptığı dönem İngiltere tarihindeki en karanlık ve utanç verici dönemdi. Suçlarının açığa çıkarılmasından ve itirafından sonra bir hümanist ve filozof olarak dünya çapındaki ünü onun suçlarının krallığın çok ötesinde duyulmasına yol açtı.
Hapishaneden salıverilip konağına dönmesine izin verildiğinde yaşlı bir adamdı. Bedeni, başka insanların mahvolmasına sebep olmak için harcadığı çabalar ve başkalarının onu mahvetmek için çabalamaları sonucu çektiği acılar nedeniyle zayıf düşmüştü. Fakat eve dönmesinin üzerinden çok zaman geçmeden çok yoğun bir doğa bilimleri çalışmasına dalıverdi. İnsanlara hükmetmede başarısız olmuştu. Şimdi ise kalan gücünü, insanlığın doğanın güçlerine nasıl en iyi şekilde hükmedebileceğini araştırmaya adadı.
Çalışmaları pratik konulara odaklanmıştı, sürekli olarak bahçelerde ve konağın ahırlarında araştırma yapmak için dışarıda bulunuyordu. Bahçıvanlarla bitmek bilmeyen saatler boyunca meyve ağaçlarının aşılama ihtimallerini tartışıyor ve sütçülere her bir ineğin süt verimini nasıl ölçeceklerini anlatıyordu. Bu sayede bir seyis dikkatini çekti. Değerli bir at hastalanmıştı ve onunla ilgilenen genç, günde iki kere filozofa atın durumuyla ilgili rapor veriyordu. Hevesi ve gözlem gücü yaşlı adamı memnun etti.
Fakat ahırlara gittiği bir akşam yaşlı bir kadının delikanlıya şunları söylediğini duydu:
“Dikkatli ol, o kötü bir adam! Büyük bir lord olabilir, çok para kazanmış olabilir ama her şeye rağmen kötü bir adam. O senin efendin, bu yüzden işini itina ile yap fakat her zaman onun kötü olduğunu aklında tut.”
Filozof altüst olup derhal eve geri döndüğü için çocuğun yanıtını duymadı; ancak ertesi sabah delikanlının kendisine karşı olan tutumunun değişmemiş olduğunu gördü.
At iyileştikten sonra etrafta yaptığı birçok gezide çocuğun da ona eşlik etmesine izin verdi ve ona küçük görevler verdi. Yavaş yavaş çeşitli deneylerle ilgili onunla konuşmayı alışkanlık haline getirdi. Bunu yaparken büyüklerin çocukların anlayacakları dilde konuşmak için katlandıkları, kelimelerini seçme gibi bir zahmete girmedi, onunla eğitimli bir insanla konuşur gibi konuştu. Yaşamı boyunca büyük dehalarla karşılaşmıştı ve onlar tarafından nadir olarak anlaşılmıştı: Kendini açıklayamadığı için değil, aksine fazlasıyla açıklamaya çalıştığı için. Bu nedenle çocuğun güçlüklerine canı sıkılmıyordu; bununla birlikte, tanıdık olmayan kelimeler kullandığında sabırlı bir şekilde onu düzeltiyordu.
Delikanlının esas görevini gördüğü nesneleri ve deneyimlediği süreçleri tanımlamak oluşturuyordu. Filozof, ona bir şeyin davranışının, onunla ilgili yapılan tanımdan tam olarak anlaşılabilmesi ve bunun da ötesinde bu tanıma bağlı olarak onunla ilgilenilebilmesi için ne kadar kelime olduğunu ve ne kadar kelime kullanılması gerektiğini öğretmişti. Ayrıca bazı kelimeler vardı ki kullanılmaması daha iyiydi, doğrusunu söylemek gerekirse, hiçbir anlamları yoktu: “iyi”, “kötü”, “güzel” ve benzeri kelimeler.
Çocuk kısa süre sonra anladı ki bir böceğe “çirkin” demenin hiçbir anlamı yoktu. Hatta “çabuk” yeterince iyi bir tanımlama değildi; kendi boyutlarındaki diğer varlıklara kıyasla ne kadar çabuk olduğunu ve bunun neyi sağladığını belirtmek gerekiyordu. Onu boş bir eğik düzleme koyman ve uçması için ses çıkarman gerekiyordu ya da ilerlemesi için önüne küçük ödüller koyman gerekiyordu. Kendini onunla yeterince uzun süre meşgul edersen “çabucak” çirkinliğini kaybediyordu.
Bir keresinde filozofla karşılaştığında elinde tuttuğu bir parça ekmeği tanımlaması gerekmişti.
“İşte şimdi ‘iyi’ sıfatını çekinmeden kullanabilirsin” dedi yaşlı adam, “ekmek insanların yemesi için yapıldığı ve onlar için iyi ya da kötü olabildiği için. Yalnızca doğa tarafından daha büyük miktarlarda yaratılan ve -görünüşe göre- özel amaçlar için yaratılmamış olan ve bunların ötesinde yalnızca insanların kullanımı için üretilmemiş olan şeyler için bu gibi sıfatlarla yetinmek aptalcadır.”
Çocuğun aklına büyükannesinin onun lordluğu hakkındaki uyarıları geldi.
Öğrenilmesi gereken şeyler oldukça somut ise öğretilenleri kavramada hızlı bir gelişim gösterdi: At, uygulanan tedavi sayesinde iyileşti ya da bir ağaç uygulanan işlemin sonucunda kurudu. Kavradığı başka bir şey ise gerçekleşen değişimlerin ölçülen şeylere bağlı olarak değişip değişmediğine dair her zaman makul bir şüphenin olması gerektiği idi. Çocuk büyük Bacon’ın düşünme tarzının bilimsel önemini güç bela anlayabildi; ancak tüm bu girişilen işlerin gözle görülür faydası onun coşkuyla şevke gelmesi oldu.
Filozofu şu şekilde anlamıştı: Dünya için yeni bir çağın şafağı aydınlanıyordu. İnsanlık bilgi birikimini neredeyse her gün genişletiyordu. Ve bütün bu bilgi birikimi insanın esenliğinin ve mutluluğunun artması içindi. Bilim öncü kuvvetti. Bilim evreni, yeryüzünde bulunan her şeyi -bitkiler, hayvanlar, toprak, su ve hava- araştırıyordu ki bu sayede kaynaklar daha fazla kullanılabilsin. Önemli olan şey neye inandığın değildi, ne bildiğindi. İnsanlar çok fazla inanıyorlardı ve çok az biliyorlardı. Kişi her şeyi kendi kendine, kendi elleriyle denemeli ve yalnızca kendi gözleriyle gördüğü şeyler üzerine konuşmalı, başka türlü işe yarar bir sonuç elde edilemez.
Yeni öğreti buydu ve insanlar günbegün daha fazla buna yöneliyor, yeni görevler üstlenmeye hazır ve hevesli oluyorlardı.
Aralarında kötü olan birçokları olmasına rağmen, kitaplar bunda önemli bir rol oynadı. Çocuk için şu çok açıktı; eğer yeni görevler üstlenenler arasında olmak istiyorsa kitaplara ulaşmanın bir çaresini bulmalıydı.
Doğal olarak evde kütüphaneye hiçbir zaman erişimi olmamıştı. Efendisini ahırlarda beklemeliydi. Yapabileceği en fazla şey, eğer yaşlı adam günlerce ortalarda gözükmezse, ona parkta rastlamaktı. Yine de araştırma için duyduğu merak nedeniyle her akşam geç saatlere kadar yanan lambasında kurum bağladı. Odanın etrafında bulunan çitten kitaplığa anlık bir bakış atabiliyordu.
Okumayı öğrenmeye karar verdi.
Bu kesinlikle kolay değildi. Bu isteğini ilettiği cemaatin rahibi, ona kahvaltı masasının üzerindeki bir örümcekmiş gibi baktı.
“Tanrının sözlerini ineklere mi okumak istiyorsun?” diye sordu kızgın bir şekilde. Ve delikanlı dayak yemeden oradan uzaklaşabildiği için şanslıydı.
Bu yüzden başka bir yol benimsemeliydi.
Köyün kilisesinin giyinme odasında bir dua kitabı vardı. Eğer çanı çalmaya gönüllü olursan içeri girebilirdin. Şimdi, eğer rahibin takdis sırasında hangi bölümleri söylediğini belirleyebilirsen kelimelerle harfler arasında bir bağlantı kurmak mümkün olabilirdi.
Bütün ayinlerde, takdis sırasında çocuk, rahibin okuduğu Latince sözcükleri, ya da en azından bir kısmını ezberlemeye başladı. Kabul etmek gerekir ki rahibin sözcükleri okuma şekli pek sık görülmeyen bir şekilde belirsizdi ve çoğu zaman takdisi okumuyordu.
Yine de bir süre sonra çocuk, rahip tarafından seslendirilen bazı ilahileri tekrar etmeyi başardı. Baş seyis çocuğu ahırın arkasında alıştırma yaparken yakaladı ve rahibi taklit ettiğini düşündüğü için ona dayak attı. Böylece sonunda çocuk dayağı yemiş oldu.
Okuma çabalarına bir süreliğine ara vermesine neden olan o büyük felaket gerçekleştiğinde henüz rahibin okuduğu sözcüklerin yerini dua kitabında bulmayı başaramamıştı. Lord hazretleri ölümcül bir şekilde hastalanmıştı.
Bütün sonbahar boyunca hastaydı ve kış geldiğinde henüz iyileşmemişti ki birkaç mil uzakta bulunan bir konağa üstü açık bir kızakla gitti. Çocuk ona eşlik ediyordu. Sürücünün oturduğu yerin yanındaki kızak demirlerinin üzerinde ayakta duruyordu.
Ziyaret tamamlanmış, yaşlı adam ev sahibinin eşliğinde kızağına doğru ağır ağır yürüyordu ki yolun üzerinde donmuş, öylece yatan bir serçe gördü. Durup bastonuyla serçeyi ters çevirdi.
Arkasında, elinde bir şişe sıcak suyla koşturan çocuk, ev sahibine “sence ne zamandır burada böylece yatıyor?” dediğini duydu.
Cevap şöyleydi: “Bir saat de olabilir bir hafta ya da daha fazla da.”
Küçük yaşlı adam derin derin düşünerek yürüdü ve ev sahibine oldukça dalgın bir şekilde veda etti.
“Eti hâlâ oldukça tazeydi, Dick” dedi çocuğa, kızak hareket ederken.
Gün, karla kaplı arazilerin üzerinden batmakta olduğu için ve hava hızla soğuduğu için hızlı bir şekilde geri döndüler. Öyle ki avlu kapısına geldiklerinde, belli ki kümesinden kaçmış olan bir tavuk arabanın altında ezildi. Yaşlı adam arabacının, büsbütün çırpınan tavuktan kurtulmak için çabalamasını izledi ve manevrası başarısız olunca durması için işaret etti.
Üzerindeki battaniyeleri ve kürkleri atmaya çalışıp kızaktan indi, çocuk koluna girmişti, arabacının havanın soğuk olduğu yönündeki uyarısına rağmen tavuğun bulunduğu yere kadar yürüdü.
Tavuk ölmüştü.
Yaşlı adam delikanlıya tavuğu yerden almasını söyledi.
“İç organlarını çıkar” diye buyurdu.
Efendisinin soğuk rüzgârda zar zor ayakta durduğunu gören arabacı, “bu iş mutfakta yapılamaz mı?” diye sordu.
“Hayır, burası daha iyi” dedi yaşlı adam. “Eminim Dick’in üzerinde bir bıçak vardır ve kara ihtiyacımız var.”
Çocuk kendisine söylenenleri yaptı ve besbelli hastalığını ve soğuk havayı unutan yaşlı adam, bir çabayla yere eğilip bir avuç dolusu kar aldı. Dikkatli bir şekilde tavuğun içine karı doldurdu.
Çocuk anlamıştı. O da yerden kar alıp öğretmenine vermeye başladı, ta ki tavuk tamamen karla dolana kadar.
“Bu onu haftalarca taze tutmalı” dedi yaşlı adam göstererek. “Onu kilerde, soğuk taşların üzerine koy.”
Biraz tükenmiş halde ve bir kolunun altında karla doldurulmuş tavuğu taşıyan çocuğa yaslanarak kapıya kadar olan kısa mesafeyi yürüdü.
Salona adımını atar atmaz soğuktan titremeye başladı.
Ertesi sabah ateşler içinde yatıyordu.
Çocuk, öğretmeninin durumu hakkında, umutsuz bir şekilde nereden bir bilgi alabilirim diye çabalıyordu. Çok az şey öğrenebildi. Malikânedeki hayat değişmeden devam ediyordu. Üçüncü gün bir şeyler değişmeye başladı: Araştırma için çağrılmıştı.
Yaşlı adam küçük ahşap bir yatakta bir sürü battaniyenin altında yatıyordu ancak pencere açıktı ve bu yüzden oda soğuktu. Yine de hasta adam hararetli gözüküyordu. Titreyen bir sesle karla doldurulmuş olan tavuğun durumunu sordu.
Delikanlı, ilk günkü gibi taze olduğunu söyledi.
“İyi” dedi yaşlı adam tatmin olmuş bir şekilde. “İki gün sonra bana yine haber ver.”
Ayrıldıktan sonra çocuk, tavuğu yanında getirmediğine pişman oldu. Yaşlı adam hizmetçilerin salonundaki halinden daha iyi gözüküyordu.
Günde iki kere karı değiştirdi, taze kar koydu ve yeniden hasta odasına gittiğinde tavuk hâlâ bozulmamıştı.
Çocuk bazı sıra dışı engellerle karşılaştı.
Başkentten doktorlar gelmişti. Koridor fısıltılarla, emirler ve yaltaklanan seslerle uğulduyordu ve her yerde tanıdık olmayan yüzler vardı. Elinde, üzerinde büyük bir örtü olan bir tabak taşıyan bir hizmetçi, kaba bir şekilde onu kovaladı.
Sabah ve öğleden sonra boyunca hasta odasına ulaşmak için birçok başarısız deneme yaptı. Yabancı doktorlar büyük malikâneye yerleşmeye çalışıyorlar gibi gözüküyordu. Doktorlar ona, savunmasız olan hasta adamın üzerine çöreklenmiş kocaman siyah kuşlar gibi gözüküyordu. Akşam boyunca koridordaki oldukça soğuk olan bir dolabın içerisinde saklandı. Sürekli olarak titriyordu fakat bunu iyi bir şey olarak görüyordu; çünkü deneyin selameti için ne pahasına olursa olsun tavuk soğuk tutulmalıydı.
Akşam yemeği süresince “kara akın” biraz azalmıştı ve çocuk hasta odasına girmenin bir yolunu bulmuştu.
Hasta yalnız başına yatıyordu; herkes yemekteydi. Yeşil gölgesiyle bir okuma lambası küçük yatağın başucunda yanıyordu. Yaşlı adamın yüzü garip bir şekilde çökmüş ve balmumu gibi solmuştu. Gözleri kapalıydı; ancak elleri örtülerin üzerinde durmadan hareket ediyordu. Oda çok sıcaktı; pencereleri kapatmışlardı.
Çocuk, elinde tuttuğu tavuğu sıkıca kavrayarak yatağa doğru birkaç adım attı ve alçak bir sesle birçok kez, “Efendim!” diye seslendi. Cevap yoktu. Ancak hasta uyuyormuş gibi gözükmüyordu, dudakları ara sıra konuşur gibi hareket ediyordu.
Çocuk, filozofun dikkatini çekmeye karar verdi, deney için bir sonraki talimatların önemine ikna olmuştu. Ancak örtüleri çekmeyi başardıysa da -tavuğu kutusuyla birlikte sandalyenin üzerine bırakması gerekmişti- arkasından tutulup çekildiğini hissetti. Kül gibi olmuş yüzüyle şişman bir adam ona katilmiş gibi sert bir ifadeyle bakıyordu. Büyük bir çabayla kendini adamın ellerinden kurtardı ve bir sıçrayışta kutuyu da alıp kendini kapıdan dışarı atmayı başardı.
Koridorda, onu görüp yukarıya geldiğini sandığı bir uşak gördü. Bu çok kötüydü. Önemli bir deneyi yürütmek üzere lord hazretlerinin emriyle oraya geldiğini nasıl ispatlayacaktı? Yaşlı adam tamamıyla doktorların kontrolü altındaydı; odadaki kapalı pencereler bunu gösteriyordu.
Şimdi ise avluda ahırlara doğru giden bir hizmetçi gördü. Bu nedenle akşam yemeğini yemeden gitti, tavuğu kilere koyduktan sonra yavaşça samanlığa girdi.
Başına bela olan soruşturma nedeniyle uyuması kolay olmadı. Ertesi gün onu saklandığı yerden çıkaran şey korku oldu.
Kimse ona aldırış etmiyordu. Avluda korkunç bir koşturmaca vardı. Lord hazretleri o sabah ölmüştü.
Bütün gün tepesine yumruk yemiş de sersemlemiş gibi etrafta dolaştı durdu. Öğretmeninin kaybını hiçbir zaman atlatamayacakmış gibi hissediyordu. Elinde bir kâse dolusu karla öğleden sonra kilere girdiğinde yaşadığı kayıp için duyduğu keder yerini bitirilmemiş olan deney için duyduğu kedere bıraktı ve kutunun üzerine gözyaşları döküldü. Büyük buluş ne olacaktı?
Avluya geri dönerken -ayakları o kadar ağırlaşmıştı ki ayak izlerinin her zamankinden daha derin olup olmadığını anlamak için arkasına baktı- Londra’dan gelen doktorların henüz dönmemiş olduklarını fark etti. Arabaları hâlâ oradaydı.
Doktorlara olan nefretine rağmen keşfin sırrını onlara açmaya karar verdi. Onlar eğitimli insanlardı ve mutlaka deneyin önemini anlayacaklardı. Gidip donmuş tavuğun bulunduğu kutuyu aldı ve çok korkutucu olmayan tıknaz bir beyefendi önünden geçene kadar çeşmenin arkasına saklandı. Elinde kutuyla öne çıktı. İlk önce sesi boğazında düğümlendi fakat en sonunda ne istediğini kırık dökük birkaç cümleyle açıklamaya çalıştı.
“Ekselansları, lord hazretleri bunu altı gün önce ölü olarak buldu. İçini karla doldurduk. Lord hazretleri bunun onu taze tutacağına inanıyordu. Bakın efendim, gerçekten de taze tuttu.”
Tıknaz adam kutunun içine tereddütle baktı.
“Eee, ne anlama geliyor bu?” diye sordu.
“Bozulmadı” dedi çocuk.
“Hmm” dedi tıknaz adam.
“Kendiniz bakın” diye üsteledi delikanlı.
“Anlıyorum” dedi tıknaz adam ve kafasını salladı. Kafasını sallayarak yürüyüp gitti.
Çocuk adamın arkasından şaşkın bir şekilde bakakaldı. Tıknaz adamı anlayamadı. Yaşlı adam soğuk havada hayatı pahasına bu deneyi yaparak ölümüne neden olmamış mıydı? Kendi elleriyle yerden kar almıştı. Bu gerçekti.
Çocuk yavaşça kilerin kapısına doğru yürüdü fakat kısa bir mesafe kala durdu, birden arkasına dönüp mutfağa doğru koşmaya başladı.
Çevreden konuklar cenazeye geleceği için aşçı çok yoğundu.
“Ne yapıyorsun o kuşla?” diye ters ters homurdandı aşçı. “Tamamen donmuş bu.”
“Bunun bir önemi yok” dedi delikanlı. “Lord hazretleri bunun önemi olmadığını söyledi.”
Aşçı çocuğun yüzüne bir an boş boş baktı, ardından elinde büyük bir tavayla, muhtemelen bir şeyleri atmak için kapıya yöneldi.
Çocuk elinde kutuyla, sabırsızca aşçıyı takip etti.
“Deneyemez misin?” diye yalvardı.
Aşçının sabrı taştı. Tavuğu devasa elleriyle kavradığı gibi dışarıya fırlattı.
“Düşünecek daha iyi bir şeyin yok mu?” diye ardından bağırdı. “Bir de lord hazretleri ölmüşken!”
Çocuk kızgın bir şekilde tavuğu yerden aldı ve ortadan kayboldu.
Sonraki iki gün cenaze merasimleri vardı. Yapacak çok şeyi vardı, atlara koşum takımlarını giydirip çıkarıyordu ve gece olduğunda neredeyse gözleri açık bir şekilde uykuya dalacak kadar yorgun oluyordu, yine de kutuya taze kar koymayı ihmal etmiyordu. Her şey ona çok umutsuz görünüyordu ve “yeni çağ” sona ermiş gibiydi.
Fakat üçüncü gün, defin töreninin yapılacağı gün, yıkanmış ve en iyi giysilerini giymiş haldeyken ruh hali değişti. Güzel, aydınlık bir kış günüydü ve köyden çan sesleri geliyordu.
Yeni umutla dolu halde kilere gitti ve ölü kuşu uzun uzun ve dikkatlice inceledi. Üzerinde hiçbir çürüme belirtisi göremedi. Yaratığı dikkatli bir şekilde kutusuna koyup paketledi, içini temiz beyaz karla doldurdu, kolunun altına aldı ve köye doğru yola koyuldu.
Neşeli bir şekilde ıslık çalarak büyükannesinin mütevazı mutfağından içeri girdi. Anne ve babası genç yaşta ölmüştü, bu nedenle onu büyükannesi büyütmüştü. Cenaze için giyinmekte olan yaşlı kadına kutunun içinde ne olduğunu göstermeden önce lord hazretlerinin deneyinden söz etti.
Kadın çocuğu sabırla dinledi.
Sonunda “fakat bunu herkes bilir” dedi. “Soğukta sertleşirler ve bir süre böyle kalırlar. Bunda dikkate değer olan şey nedir?”
“Ben bunu hâlâ yiyebileceğine inanıyorum” diye yanıtladı delikanlı, olabildiğince sıradan gibi görünmeye çalışarak.
“Bir haftadır ölü olan bir tavuğu yemek mi? Neden, zehirlidir o!”
“Öldüğünden beri hiçbir değişiklik olmadıysa, neden yenmesin ki? Ve bu tavuk lord hazretlerinin arabasının altında kalarak ölmüştü, yani oldukça sağlıklıdır.”
“Fakat içeriden çürümüştür” dedi yaşlı kadın, yavaş yavaş sabrı tükenerek.
“Ben buna inanmıyorum” dedi delikanlı kararlı bir şekilde, parlak gözlerini tavuğa dikerek. “Tüm bu süre boyunca içinde kar vardı. Sanırım bunu pişireceğim.”
Yaşlı kadın sinirlendi.
“Benimle cenazeye geliyorsun” dedi kesinlikle. “Lord hazretlerinden, tabutunun arkasında saygılı bir şekilde yürümeni sağlayacak kadar iyilik görmüş olduğunu düşünüyorum.”
Çocuk karşılık vermedi. Kadın siyah yün eşarbını başına bağlarken tavuğu karın içerisinden çıkardı, üzerindeki kar zerreciklerini eliyle temizledi ve sobanın önündeki iki kütüğün üzerine koydu. Buzunun açılması gerekiyordu.
Yaşlı kadın onu daha fazla umursamadı. Hazır olduğunda çocuğun elini tutup onunla birlikte kararlı bir şekilde kapıdan çıktı.
Çocuk epey bir süre uysal bir şekilde yürüdü. Cenazeye giden erkek ve kadın başka insanlar da vardı. Birdenbire acıdan ağlamaya başladı. Ayaklarından biri bir kar yığınına saplanmıştı. Yüzünü buruşturarak ayağını çekti, topallayarak gidip yolun kenarındaki bir taşın üzerine oturdu ve ayağını ovalamaya başladı.
“Ayağımı burktum” dedi.
Yaşlı kadın şüpheli bir şekilde baktı ona.
“Pekâlâ yürüyebilirsin” dedi.
“Yürüyemem” dedi çocuk asık bir suratla. “Fakat bana inanmıyorsan ayağım iyileşene kadar benimle burada oturabilirsin.”
Yaşlı kadın tek kelime etmeden çocuğun yanına oturdu.
Böylece on beş dakika kadar geçti. Köylüler gitgide azalarak geçmeye devam ettiler. İkisi inatla yol kenarında çökmüş vaziyette oturmaya devam ettiler.
Daha sonra yaşlı kadın ciddi bir ses tonuyla: “Sana yalan söylememeyi öğretmedi mi?” dedi.
Çocuk cevap vermedi. Yaşlı kadın sızlanarak ayağa kalktı. Onun için fazla soğuk olmaya başlamıştı.
“Eğer on dakika içerisinde arkamdan gelmezsen” dedi, “seni ağabeyine söyleyeceğim ve sırtını kırbaçlayacak.”
Ve cenaze nutkuna yetişebilmek için hızlı adımlarla yürüyüp uzaklaştı.
Çocuk, kadının yeterince uzaklaşmasını bekledi ve yavaşça ayağa kalktı. Arkasını döndü fakat sık sık etrafını kontrol etti ve bir süre topallayarak yürümeye devam etti. Ancak bir çit araya girip yaşlı kadının görüşünü kapattıktan sonra yeniden normal bir şekilde yürümeye başladı.
Kulübede umutlu bir şekilde bakarak tavuğun yanına oturdu. Bir tencere suda onu haşlayıp bir kanadını yemesi gerekiyordu. Böylece zehirli olup olmadığını öğrenmiş olacaktı.
Üç top atışı duyulduğunda hâlâ orada oturuyordu. Toplar Francis Bacon’ın onuruna ateşlenmişti; Verulam Baronu, St. Alban Vikontu, eski İngiltere Adalet Bakanı, çağdaşlarının bazılarının tiksintiyle ancak birçoğunun da uygulamalı bilimlere karşı hevesle dolmasını sağlayan adamın.