Ana Sayfa 178. Sayı Copernicus ve Bruno: Sonsuz evrenin mimarları

Copernicus ve Bruno:
Sonsuz evrenin mimarları

3462

Copernicus devrimi, yeni bir evren kavramıyla sonuçlanan düşünsel bir devrimdir; insanın evrenle olan ilişkilerindeki bir dönüşümdür. Astronomide başlayan değişim, bu bilim dalı ile sınırlı kalmamış, insanın doğaya ilişkin görüşlerindeki köklü değişikliklere yol açmıştır. Yol açtığı yeniliklerden biri, önce Giordano Bruno, 150 yıl sonra da Newton tarafından ortaya atılan sonsuz evren kavramıdır.

Antikçağ’da ve Ortaçağ’da egemenliğini sürdüren Aristotelesçi bilim anlayışından ilk ve en önemli kopuş astronomide gerçekleşmiştir. Astronomide Copernicus ile başlayan değişim, Aristoteles’in temsil ettiği Antikçağ bilim anlayışının kökten sarsılmasıyla sonuçlanmıştır.

Eski anlayışın temelinde yatan Aristoteles-Ptolemaios kozmolojisi -ilki temel olmak üzere- üç maddede özetlenebilir: 1) Yer gökcisimlerinin merkezinde sabit bir şekilde durmaktadır. 2) Gökcisimleri dairesel yörüngelerde dolanırlar. 3) Evren sonludur. Ayüstü dünya ve ayaltı dünya ayrımına dayanan bu evren anlayışı birçok fiziksel ve metafiziksel sorunun çözümünde anahtar bir rol oynuyordu. Bu kozmolojik yaklaşım yalnızca astronomi ya da fizik gibi bilimler aracılığıyla dünyevi sorunlara değil, aynı zamanda insan-tanrı ilişkisi gibi tinsel sorunlara da uygulanabiliyordu.

Gerçekten de Yer’in evrenin merkezinde olduğu ilkesinin kabul edilmesi, birçok bilimsel sorunun cevaplandırılmasına olanak sağlıyordu. Uçan bir kuşun yuvasını bulabilmesi, yukarı doğru fırlatılan bir taşın aynı yere düşmesi ya da insanların uzaya fırlamamaları gibi olgular, bu çerçevede yorumlanabiliyordu ve bu çerçeve sağduyuya uygundu. İşte Copernicus sisteminin ortaya çıkışı böylesine güçlü bir bilim geleneğine meydan okunması anlamına geliyordu.

Yeni paradigmanın oluşumu
Öte yandan Copernicus sistemi -başlangıçta bunu hedeflememiş olsa da- Aristotelesçi bilimin sıkıca bütünleştiği metafizik arka planı da tehdit ediyordu. Daha açık bir deyişle Copernicusçu astronominin kabul edilmesi, mevcut din anlayışının altüst olması anlamına geliyordu. Aristoteles ve Ptolemaios sisteminin ürettiği temel astronomi kavramları daha geniş bir düşünce dokusunun yalnızca bir kısmını oluşturduğu için, Copernicus devriminin öyküsü, yalnızca astronomların ve gökyüzünün öyküsü olmamıştır. Bu radikal değişim eski bilim geleneğinin ve bu geleneği ayakta tutan inançların yıkılması demekti.

Modern bilimin doğuşu demek olan Newton’un bilimsel çalışmalarına bir başlangıç noktası olmanın ötesinde Copernicus sistemi, Aristoteles ve Ptolemaios sisteminin dışında yeni kavramların tanımlanmasına, yeni çözümlerin ortaya çıkmasına ve sonuçta birçok bilimsel ve felsefi sorunun doğmasına da zemin hazırlamıştır. Bu durum, aynı zamanda, birbirine bağlı birçok kavramın yeniden tanımlanması, kısaca yeni bir paradigmanın oluşumu demektir.

Astronomide reform
Gökbilimciler her zaman bilimsel gerekçelerle olduğu kadar pratik nedenlerle de daha doğru gökyüzü haritaları yapmak istemişlerdir. Copernicus döneminde Jülyen takviminin gözden geçirilmesi zorunluluğu, denizcilerin güneş ve yıldızların rehberliğine duydukları gereklilik ve kilisenin dini günlerin tarihlerini saptama gereksinimi, söz konusu pratik etkenler arasında yer alır. Bu etkenlere yeni gözlem araçlarının ortaya çıkışı da eklenebilir.

İlk defa 15. yüzyılda, gökbilimsel bilgiler mekanik saatler kullanılarak atmosferik kırılmaya göre düzeltilmiştir. Bu gözlemcilerden biri de ressam Albrecht Dürer (1471-1528) olmuştur. Daha kesin verilerin elde edilmesiyle birlikte Aristoteles-Ptolemaios sisteminin yeni verilerle uyuşmadığı görülmüştür. Bu koşullarda astronomide reform hareketini destekleyen Kilise, aralarında Polonya doğumlu Nicolaus Copernicus’un (Mikołaj Kopernik) da bulunduğu “bir grup seçkin gökbilimcinin” (Trusted 1994: 24) yardımına başvurmuştur.

Copernicus Güneş’in evrenin merkezinde bulunduğunu ve Yer’in bir gezegen gibi, Güneş’in çevresinde dolandığını savunan sisteminin ana hatlarını ilk kez 1512-1514 yılları arasında hazırladığı Commentariolus(1) adlı yapıtında açıklar. Güneş-merkezli sistem ayrıntılı olarak Copernicus’un 1543 yılında yayınlanan De Revolutionibus Orbium Coelestium(2) adlı yapıtında ele alınır. De Revolutionibus iki ana bölümden oluşur: Birinci bölümde sistemin ana hatları tanıtıltır. İkinci bölümde ise ayrıntılara iniltir. Copernicus’un temel kabulleri şunlardı:

1) Bütün gök çemberlerin ya da kürelerin merkezi tek değildir.

2) Yerin merkezi evrenin merkezi değil, yalnızca ağır olanın ve Ay çemberinin merkezidir.

3) Bütün gök çemberleri sanki o hepsinin ortasındaymış gibi Güneş’in çevresinde dönerler; bunun için evrenin merkezi Güneş’in yakınındadır.

4) Güneş ile Yeryüzü arasındaki uzaklığın Sabit Yıldızlar Küresi yüksekliğine göre oranı, Yer’in yarıçapı ile Güneş uzaklığı arasındaki orana göre öyle küçüktür ki, Güneş-Yer uzaklığı Sabit Yıldızlar Küresi yüksekliğine göre çok önemsiz kalır (bkz. Nicolaus Copernicus, “Commentariolus”, Gökcisimlerinin Dönüşleri Üzerine içinde: 8-9).

Yaptığı çalışmalar sonucunda Copernicus, Güneş’in merkezde olması gerektiği ve Yer’in de diğer gezegenlerle birlikte Güneş’in etrafında döndüğü sonucuna ulaşmıştır. Buna göre Yer kendi ekseni etrafındaki dönmesini yirmi dört saatte, Güneş etrafındaki dolanımını ise bir yılda tamamlamaktadır. Bu sistemde, merkezde Güneş bulunur ve sırasıyla Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter ve Satürn gezegenleri, Güneş’in çevresinde dairesel yörüngeler üzerinde sabit hızlarla hareket ederler. Ay ise bir gezegen değil Yer’in çevresinde dönen bir uydudur. Satürn gezegeninden sonra, bütün gezegenleri kuşatan ve hareketsiz olan sabit yıldızlar küresi gelir. Gece ve gündüzler, Yer’in ekseni etrafındaki dönüşlerinden, mevsimler ise Yer’in Güneş çevresindeki hareketinden meydana gelir (bkz.Tekeli ve diğerleri 1999: 259; Akdoğan 1996: 86). Böylece Copernicus Yer için üç farklı hareket türü elde etmiş olmaktaydı: 1) Yer’in Güneş’in etrafındaki yıllık hareketi. 2) Yer’in kendi ekseni etrafındaki günlük hareketi. 3) Gündönümlerini oluşturan eksenin hareketi (bkz. Trusted 1994: 25). Copernicus’un Yer’in kendi ve Güneş etrafındaki hareketini kanıtlamak için kullandığı kanıtlarla Ortaçağ düşünürleri Jean Buridan (1300-1358) ve Nicholas Oresme’nin (1320-1382) aynı konudaki bazı kanıtları arasında çarpıcı bir benzerlik vardır:

“Söz konusu kanıtlar arasında; gemilerin hareketiyle açıklanan, hareketin göreceliğini; yerin günlük dönmeyi, aynı hareketi uçsuz bucaksız göklerin yapması halinde gerekecek hızdan çok daha küçük bir hızla yapması mümkün olduğundan, yerin dönmesinin daha akla yakın olduğunu; havanın yerin günlük dönmesine katıldığını; cisimlerin yükselme ve düşmelerindeki hareketin, düzgün doğrusal ve dairesel öğelerin bileşimi olan bir hareketin sonucu olduğunu ve son olarak da, durgunluk, hareketten daha soylu bir durum olduğu için, soylu olmayan yerin dönmesinin, soylu göklerin dönmesinden, daha uygun düşeceğini buluruz.” (Grant 1986: 80)

Aristoteles’in evreni. Aristoteles’e göre dört elementin her birinin evrende doğal bir yeri vardır.

Copernicus’un ortaya koyduğu evren anlayışının temel ilkesi gökcisimlerinin merkezine Güneş’in konulmasıdır. Güneş’in merkeze konulması ise, ayüstü dünya ve ayaltı dünya ayrımını ortadan kaldıracaktır. Diğer bir deyişle Güneş’in merkeze yerleştirilmesi mükemmel-dünya ve mükemmel olmayan-dünya ayrımının ortadan kalkması ve dolayısıyla gökcisimleriyle Yer arasında bir farkın olmaması anlamına gelecektir. Bu ayrımın ortadan kalkması birçok sorunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Eskiden mükemmel olmadığı düşünülen Dünya’da, yani yeryüzünde, her cismin doğasına uygun olarak yaptığı(3) düşünülen hareket de açıklamasız kalacaktı.

Copernicus sistemi ile Aristoteles ve Ptolemaios sistemi arasındaki fark yalnızca gökcisimlerinin merkezine hangi gök cisminin yerleştirileceği sorunuyla sınırlı kalmamıştır. Başka bir deyişle yer-merkezli sistemden güneş-merkezli sisteme geçiş, yalnızca bir referans ya da koordinat değişikliği değildir. Güneş-merkezli sistem her şeyden önce bir önceki sistem tarafından yanıtlanmış birçok sorunun bir problem olarak tekrar ortaya çıkmasına yol açan bir ilke değişikliği demektir.

Gönülsüz devrimci mi?
Pozitivist bakış açısından Copernicus, güneş-merkezli sistemini önemli bilimsel gelişmelerin olmadığı Ortaçağ’dan sonra kendi yaptığı gözlemler ve argümanlarla oluşturmuştur. Bu yaklaşım herhangi bir bilimsel gelişmenin sıfırdan başlayabileceğini varsaydığı için yanlıştır. Bilimsel gelişmeler belirli bir bilgi birikimi temelinde ortaya çıkabildiği için, Copernicus, tek başına bir çağın ne başlatıcısı ne de kapatıcısı sayılabilir. Copernicus devrimini doğru değerlendirebilmek için onu hem bilim tarihi hem de düşünce tarihi içine yerleştirmek ve aralarındaki bağlantıyı dikkate almak gerekir.

Düşünce tarihi açısından bakıldığında Copernicus’un, modern bilimin doğuşu sırasında çağının bazı gelenekleriyle bağlarını kopardığı görülür. Ancak geleneklerden sıyrılmak geleneklere dayanmadan başarılamaz. Bu durum dikkate alındığında Copernicus’un hem eski geleneğin içinde olması, hem de yeni bir geleneği başlatması anlaşılır olacaktır. Öyleyse hangi anlamda “Copernicus devrimi”nden söz edilebilir?

Nicolaus Copernicus.

Copernicus devrimini araştırmanın bir yolu, Copernicus’un eseri hakkındaki görüşü ile ortaya koyduğu ürün arasında bir fark(4) gözetmek olabilir. Bazı bilim tarihçileri, eski astronomi geleneği ile sürdürdüğü bağlara ve bazı ifadelerine dayanarak Copernicus’u, devrim yapmış bir gökbilimci olarak değil, yalnızca eski astronomi sistemini mükemmelleştirmeye çalışan biri olarak ele alırlar. Bu tarihçilere göre Copernicus, Ptolemaios (Batlamyus) sistemindeki Güneş’le Yer’in yerlerini değiştirmiş ve bu değişiklikle Ptolemaios sistemini geliştirdiğine ve onu daha kullanışlı kıldığına inanmıştır. Buna göre Copernicus De Revolutionibus’u yazarken Almagest’in gelişmiş bir versiyonunu yazdığını düşünmüş ve öyle de sunmuştur (bkz. Akdoğan 1996: 86; Trusted 1994: 24).

Gerçekten de Copernicus yapıtını astronomide bir devrim yapmak niyetiyle yazmamış gibidir. Bilim tarihçisi Thomas Kuhn’a (2007: 227) göre De Revolutionibus’un tarihsel önemi, kendisinin ne dediğinden çok, başkalarına ne söylettiğinde yatar. Kitap, kesin bir biçimde dile bile getirmediği bir devrime yol açmıştır; devrimci bir yapıt olmaktan çok, devrim yapan bir metindir. De Revolutionibus, diğer önemli bilimsel metinler gibi belirli bir bilimsel düşünme geleneğinde doğmuş ama sonuçta kendi öncüllerini yıkan yeni bir geleneğin kaynağı olmuştur.

Copernicus’un ünlü eseri De Revolutionibus.

Bununla birlikte Copernicus’un, kendi sisteminin orijinal yönünün ve bazı sonuçlarının farkında olduğunu gösteren güçlü işaretler de vardır. Copernicus’un kendi sisteminin orijinalliğinin ve bazı sonuçlarının farkındalığı konusu, Aydın Sayılı’nın Kopernik ve Anıtsal Yapıtı (1973) adlı çalışmasında ayrıntılı olarak ele alınır. Bilim tarihçisi John Henry de Copernicus’un astronomide devrim başlatamayacak kadar “tutucu ve çekingen bir papaz” olarak tanımlanmasına karşı çıkarak ve De Revolutionibus’un çok önemli iki boyutuna işaret ederek, Copernicus’un kesinlikle devrimci bir düşünür olduğunu ortaya koyar:

“1) Amacı, yalnızca yeni bir matematik sistem ortaya koymakla kalmayıp, Evrenbilimi yeniden bir bilim olarak konumlandırmaktı. 2) Matematik ile fizik arasında matematiğe öncelik vermiş; nasıl devinebildiğine dair fizik açıklaması verememekle birlikte, matematik gerektirdiği için Yerküre’nin devinmesi gerektiği üzerinde durmuştur.” (Henry, 2016: 106)

Copernicus’un kendi sistemi hakkındaki düşünceleri konusunda bir uzlaşma söz konusu olmasa da daha az tartışmalı olan konu bir “Copernicus devrimi”nden söz edilebileceğidir. Copernicus sistemi astronominin temelindeki ilkeyi değiştirerek yeni kozmolojiye giden yolu açmıştır. Copernicus sistemi en azından sonuçları açısından kesinlikle devrimcidir. Üstelik bu devrim yalnızca astronomiyle sınırlı kalmamış, birçok düşünce alanını da etkisi altına almıştır. Devrimin temelinde matematiksel astronomideki dönüşümler yatsa da kozmoloji, fizik, felsefe ve din alanındaki kavramsal değişiklikleri de kapsamıştır. Bu durum Kuhn tarafından Copernicus devriminin çoğul yapısı olarak adlandırılır:

“Copernicus Devriminin çoğul yapısına yaklaşılırken, bilimle düşünce tarihinin bir araya getirilmesi zorunludur. Devrimin merkezi astronomidedir. Devrimin ne doğası ne zamanlaması, ne de nedenleri gezegen gökbilimcilerinin araçları olan veriler ve kavramlar iyice kavranmadan anlaşılabilir. (…) Gezegen astronomisi hiçbir zaman kendisine ait değişmez kesinlik, yeterlik ve kanıtlama ölçütleri olan, büsbütün bağımsız bir uğraş olmamıştır. Gökbilimciler başka bilimlerde de eğitim alıyorlardı; çeşitli felsefe ve din sistemlerine de bağlıydılar. Gökbilimcilerin pek çok astronomi dışı inancı, Copernicus Devriminin önce geciktirilmesinde, daha sonra da biçimlendirilmesinde en önemli etkenler olmuştur.” (Kuhn 2007: 11)

Copernicus devrimi, yeni bir evren kavramıyla sonuçlanan düşünsel bir devrimdir; insanın evrenle olan ilişkilerindeki bir dönüşümdür. Astronomide başlayan değişim, bu bilim dalı ile sınırlı kalmamış, insanın doğaya ilişkin görüşlerindeki köklü değişikliklere yol açmıştır. Yol açtığı yeniliklerden biri, önce Giordano Bruno, 150 yıl sonra da Newton tarafından ortaya atılan sonsuz evren kavramıdır.

Copernicus sisteminin yenilikleri
Copernicus’un teorisi bilimsel gelişmenin daha önceki bilgilere dayandığının iyi bir örneğini temsil eder. Aslında Copernicus, çeviriler yoluyla Batı’ya aktarılan, Aristoteles ve Ptolemaios’un temsil ettiği astronomi geleneğinin bir üyesiydi. Ptolemaios sistemi olmasaydı Copernicus de astronomideki başarısını ortaya koyamayacaktı.

Kuhn’a göre (2007: 228) astronomi tarihi perspektifinden bakıldığında Copernicus’un yapıtının ikili özelliği göze çarpar: “De Revolutionibus hem eski hem modern, hem muhafazakâr hem de radikaldir. Bu yüzden yapıtın anlamı ancak, hem geçmişine hem geleceğine, hem hangi geleneğin içinden çıkmış olduğuna hem de hangi geleneği türettiğine bakarak anlaşılabilir.” Bu yapıt bir bütün olarak değerlendirildiğinde eski astronomi ve kozmoloji geleneği içinde yer alsa da, eserin klasik çerçevesi içinde yazarının bile öngöremediği bir biçimde, bilimsel düşüncenin yönünü değiştiren ve eski gelenekten hızlı ve kökten bir kopuşa yol açan yenilikler barındırdığı görülür. De Revolutionibus’un yayınlamasından sonra astronomi ve kozmoloji alanındaki görüşler radikal bir biçimde değişmeye başlamıştır:

“Giriş niteliğindeki Birinci Kitabı dışında tüm kitapları, teknik anlamda uzman bir gökbilimci olmayan herhangi birisinin anlayarak okumasını neredeyse olanaksız kılacak ölçüde matematikseldi… Ancak, sonuçları açısından De Revolutionibus, hiç kuşkusuz devrimci bir yapıttır. Bu yapıttan, temelde yeni bir gezegen astronomisi yaklaşımı, gezegenler sorununun ilk doğru ve basit çözümü ve nihayet astronomi modeline eklenen farklı dokularla birlikte yeni bir kozmoloji türemiştir.” (Kuhn 2007: 226-227).

Copernicus’un kendi düşünceleriyle bunları yorumlamış olanların değerlendirmelerini birbirinden ayırmak zordur; aslında onun yapıtı, “Copernicus devrimi”nin birçok temel öğesini içermez:

“Copernicus Devrimi olarak bildiğimiz temel öğelerle -gezegen konumlarının doğru ve kolay hesaplanması, episaykıl ve eksantriklerin terk edilmesi, kürelerden vazgeçilmesi, Güneş’in bir yıldız olması, evrenin sonsuz genişlemesiyle- ve başka birçok öğeyle Copernicus’un çalışmasının hiçbir yerinde karşılaşmayız. De Revolutionibus, çalışmalarını Copernicus’un yapıtına dayandıran ve yazarının bile kendi yapıtında görememiş olduğu radikal sonuçları açığa çıkaran sonraki kuşakların çalışmalarından çok, Yer’in hareket ettiği düşüncesi dışında hemen her açıdan Antikçağ ile Ortaçağ gökbilimci ve kozmologlarının yapıtlarına yakın gibi görünür.” (Kuhn 2007: 227)

Mars’ın retrograt hareketi. Yerdeki bir gözlemciye göre Mars ileri giderken sabit yıldızların oluşturduğu arka plana göre geriye doğru hareket yapar gibi görünür. Bu türden döngülerin dairesel hareket temelinde açıklanması gökbilimcileri 2000 yıl uğraştıran temel bir sorun olmuştur.

Copernicus, sisteminin ayrıntılarını matematikle temellendirmek bakımından Ptolemaios’un kullandığı yöntemlerden ayrılmamıştır. Ancak Copernicus sisteminin bu özelliği, güneş-merkezli astronomi modelinin başarısında olumlu bir etken olmuştur. Çünkü Copernicus, bilim tarihinde ilk kez güneş merkezli sistemi Ptolemaios’un modelini kullanarak matematikselleştirmeyi başarmıştır. Antikçağ’da Sisamlı Aristarchus (MÖ 310-230) da güneş-merkezli bir astronomi modeli önermiş, fakat bu modelini nicel değil nitel bir tarzda ortaya koyabilmiştir.

Copernicus’un kozmolojide geleneklere bağlı kaldığı yönlerden biri, gökcisimlerinin yerlerini belirlemek için seçilecek referans noktasında olmuştur. Ona göre evrenin tümünü ve kendi kendisini kavrayan sabit yıldızlar küresi hareketsizdir ve gökcisimlerinin yer ve hareketlerinin belirlenmesinde temeldir. Copernicus’un referans sistemi ile Aristoteles’in aynı konudaki görüşleri arasında bir benzerlik kurulabilir. Copernicus’un evreni de tıpkı Aristoteles ve Ptolemaios’un evreni gibi, “kapalı ve sonlu”dur. Ayrıca her iki sistemde de gezegenler ve yıldızlar eşmerkezli saydam küreler üzerinde taşınırlar. (Koyré 1998: 30; Trusted 1994: 24) Bu küreler, ortak bir merkez (Yer ya da Güneş) etrafında, mükemmel bir hareket olan dairesel hareket yaparlar.

Ptolemaios sisteminin episaykıl ve eksantrik modeli, gezegen hareketlerinde gözlenen retrograt hareketler ya da parlaklık değişimi gibi düzensizlikleri çözerken ikinci dereceden düzensizlikleri ortaya çıkarmaktaydı. Daha fazla çember kullanılarak da ikinci dereceden düzensizlikler sorunu çözülmeye çalışılıyordu. Bu modellerden bazıları gezegenlerin konumlarını öngörmede son derece doğru sonuçlar verebiliyordu. Bununla birlikte doğruya ulaşmanın faturası giderek artan karmaşıklık olmuştur. Ptolemaios sistemine sürekli yeni küçük episaykıllar ekleniyordu. Artan karmaşıklık, yalnızca gezegen hareketlerine daha iyi bir yaklaştırma sunuyordu, ama mutlak kesinlik değil. (bkz. Kuhn 2007: 132) Copernicus’un, De Revolutionibus’un önsözünde belirttiği gibi Ptolemaios sistemi evreni bir ucubeye dönüştürmüştü:

“Bir kişi, her biri güzel olmakla birlikte tek bir vücuda ait olmayan ve birbirine uymayan ellerini, ayaklarını, kafasını ve diğer organlarını başka başka yerlerden alırsa, bedeni -bu parçalardan ötürü- bir insandan ziyade bir canavara benzer.” (Copernicus 2010: 12-13)

Ptolemaios.

Copernicus yapıtını, Ptolemaios ve onun takipçilerinin gezegen hareketlerini açıklarken ortaya çıkardıkları sorunları çözmek amacıyla yazmıştır. Güneş-merkezli sistemini ortaya atarken göz önünde bulundurduğu başlıca amaç gökcisimlerinin konumlarını öngörmede kullanılan yöntemlerin iyileştirilmesidir. Ptolemaios sisteminde ad hoc hipotezler yardımıyla ele alınıp geçiştirilen sisteme ek sorunlar, Copernicus sisteminin gövdesini ya da ana kısmını oluşturur. Bunun tersine Ptolemaios sisteminin bütününü oluşturan düzenlemeler ise Copernicus sisteminde kendi bünyesi ile örgün bir bağlantısı olmayan eklentiler statüsüne düşer. (bkz. Sayılı 1973: 121) Copernicus sisteminde ön plana geçen konulardan biri de gezegenlerin duraklama ve retrograd hareketlerinin kesin olarak ve bütünlük içinde açıklanmasıdır.

Aristoteles’in ortak merkezli küreler sisteminde gökcisimlerinin yere olan uzaklığının sabit kalacağı varsayılır. Ancak Güneş’le Ay’ın görünüş açılarında, gezegenlerin ise parlaklıklarında değişmeler gözlenmiştir. Bu gözlemler Ptolemaios sistemince hatasız bir şekilde açıklanamamıştır. Sonuçta Aristoteles ve Ptolemaios sistemlerinde, gezegenlerin birbirlerine ve yere göre mesafelerinin ne olduğu konusunda kesin bir bilgi ortaya konulamamıştır. Örneğin Yer’den bakıldığında Venüs ve Merkür’ün Güneş’ten daha mı yakın yoksa daha mı uzak olduğuna karar verilememiştir. (bkz. Sayılı 1973: 48) Sonuçta Ptolemaios sistemi gezegenlerin sıraları ve uzaklıkları problemini doyurucu bir biçimde yanıtlayamamıştır.

Ptolemaios’un eseri Almagest’ten bir sayfa.

Oysa Copernicus sisteminde, Merkür ve Venüs gezegenlerinin sırası ve Güneş’e olan yakınlıkları başarılı bir biçimde açıklanır. Copernicus’a göre, gezegenlerin sıralanışı ile onların Güneş etrafındaki dönme süreleri arasında bir paralellik vardır. Copernicus, gezegen hareketlerindeki düzensizliklerin yalnızca görünürde olduğunu ve bunun da geometri ve perspektife bağlı olarak ortaya çıktığını ileri sürmüştür.

Copernicus’u yeni bir sistem kurmak için harekete geçiren esas neden Aristoteles kozmolojisi ile Ptolemaios sistemi arasındaki uyumsuzluktur. (bkz. De Revolutionibus’un önsözü) Ptolemaios sistemi ile Aristoteles kozmolojisinin uyuşmazlığı ile ilgili tartışmalar Copernicus’tan önce başlamış ve Copernicus’un yaşamı boyunca devam etmiştir. Bu uyumsuzluğu gidermeye çalışan Copernicus, Ptolemaios sistemindeki ekuantlara -düzgün dairesel hareket ilkesine aykırı düştüğü için- açık bir biçimde karşı çıkmıştır. Eksantrikleri de bir dereceye kadar yadırgadığı anlaşılan Copernicus, episaykılı kendi sisteminde kullanmaktan çekinmemiştir. Ancak Copernicus sisteminde, eski sistemdeki “retrograd hareketleri, yani gezegen hareketlerinde görülen yön değişmelerini meydana getirmeye yarayan ana episaykıllar… vazifesiz kalarak elenmiştir… Ayrıca, alt gezegenlerin deferentleri, yer dolanımı dolayısıyla Copernicus sisteminde lüzumsuz hale gelmiştir.” (Sayılı 1973: 50) Copernicus ekuantları hiç kullanmazken, eksantrikleri kısmen episaykılları ise çokça kullanmıştır. Copernicus’un gezegen hareketlerini açıklamak için kullandığı temel hareket biçimi ise dairesel hareket olmuştur.

Copernicus’un Yer’in Güneş etrafında döndüğünü ileri sürmesi Aristoteles fiziğini ve evren anlayışını altüst etmesi demekti. Eski sistemde ayüstü dünya için geçerli sayılan düzgün dairesel hareket, Copernicus evreninde “ayaltı dünya” için de geçerli hale gelmiştir. Aynı şekilde ayaltı dünyada geçerli olan bazı ilkelerin ayüstü dünyada de geçerli sayılması da Aristotelesçi fizik ve kozmoloji sarsmıştır. Copernicus’a göre, ağır cisimlerin Yer’in merkezine doğru doğal hareket yapması yerküresine özgü (lokal) bir hareket değildir ve diğer gökcisimleri için de geçerlidir. Bu gökcisimleri tıpkı yerküre gibi ağır cisimlerin kümeleştiği merkezlerdi ve bundan dolayı biçimleri küreseldi. Copernicus’un fizik teorisi açısından getirdiği asıl yenilik ayaltı ve ayüstü dünyalar ikiliğini kaldırması ve gerek küresel madde kümeleşme merkezlerine yönelen öteleme hareketini gerekse düzgün dairesel dolanım hareketini evrenin bütün bölgeleri için geçerli saymasından kaynaklanır. (bkz. Sayılı 1973: 92) Copernicus’un kozmolojik düşünceye getirdiği yeniliklerden biri de evrenin merkezinde sabit bir Güneş varsaymasıdır:

“Copernicus zamanına kadar evrende ana etkilerin hep çevreden gelmekte ve evrenin iç bölgelerine yönelmekte olduğu tasavvur ediliyordu. Copernicus sisteminde ise, ilk hareket küresi ortadan kalkmış ve sabit yıldızlar küresi de hareketsiz olduğuna göre, evreni etkileyen en önemli etmenin merkezde bulunan ve her tarafa ısı ve ışık gönderen Güneş olduğu ve evrende etkinin merkezden çevreye yayıldığı düşünülmeye başlandı.” (Sayılı 1973: 114)

Copernicus sistemi tüm gökcisimleri için tek bir astronomi sistemi tasarlayarak, adeta sistemciklerin toplamı görünümündeki Ptolemaios sisteminin karmaşıklığına son vermiş ve sistem fikrine eski itibarını iade etmiştir. Copernicus sistemi bütün gök cisimleri arasında kurulmuş yeni bir birlik ve bir bağın ifadesidir. Bu bakımdan bütün evreni kapsayacak yapıda tasarlanmış ilk astronomi modelidir.

Copernicus sistemine karşı tepkiler
Copernicusçulara göre Copernicus sistemi, Yer’i evrenin merkezi olmaktan çıkararak hareketli kılmış bir modeldir. Copernicus’un de böyle düşündüğü De Revolutionibus’un önsözünden anlaşılmaktadır. Bu yönüyle şiddetli eleştirilere hedef olacağı kesin olan kitabını olası tepkilerden korumak istemiştir. Copernicus’un olası tepkiler yüzünden yayınlamayı sürekli ertelediği De Revolutionibus ölümünden kısa bir süre önce, yani 1543’te yayınlanabilmiştir.

“Kitabını, döneminin engin bilgi sahibi gökbilimcilerin dışında kimsenin okuyamayacağı bir biçimde yazmıştı. De Revolutionibus, astronomi dünyasının başlangıçta ciddi bir hareketlenmeye yol açmadı. Meslekten olmayan insanlarla ruhban sınıfı arasında yapıta karşı geniş çaplı bir muhalefet geliştiğinde, kitabın seslendiği kişiler olan Avrupa’nın en yetkin gökbilimcilerinden pek çoğu, Copernicus’un şu ya da bu matematiksel tekniğinin vazgeçilmez olduğunu düşünmeye başlamıştı.” (Kuhn 2007: 303-304)

Bununla birlikte, Copernicus’un matematiksel tekniğinin kabul edilmesi De Revolutionibus’un “ana fikrinin” de kabul edilmesi anlamına gelmemiştir. Yapıt, başlangıçta Yer’in hareketsiz olduğuna inanan birçok gökbilimcinin inancını sarsmamış, kitaptaki diyagramlardan ya da Yer ile Ay arasındaki uzaklığın saptanmasında kullanılan tekniklerden alıntı yapan yazarlar, Yer’in hareketini ya hiç dikkate almamışlar ya da saçma olarak nitelemişlerdir.

Copernicus’un şeması hızla benimsenmiş ve gökbilimsel tabloların yeni derlemelerinin temelini oluşturmuştur. Onun astronomi şeması 16. yüzyılda yapılmakta olan daha kesin gökbilimsel gözlemlere daha uygun bulunduğu için Ptolemaios sistemine göre daha çok tercih edilmiştir. Daha uygun bulunmasının asıl nedeni ise oldukça ileri matematiksel veri düzenlemesine sahip olmasıdır. Diğer bir deyişle Copernicus’un astronomi şeması “görünüşleri koruma”da Ptolemaios şemasından çok daha başarılı olmuştur. Bununla birlikte, ne yazık ki Copernicus sisteminin genellikle görünüşleri korumaya yönelik bir buluştan başka bir şey olmadığı düşünülmüş, yani fiziksel bir tanımlama olarak kabul edilmemiştir. Örneğin Erasmus Reinhold (1511-1553), kutsal kitaplara ve Aristoteles’e aykırı olarak ortaya atılmış bir görüş olarak Yer’in gerçekte hareket ettiği savını reddetmiştir. Reinhold, De Revolutionibus’un elindeki nüshasının kapak sayfasına şu notu düşmüştü: “Astronomik Aksiyom: Göksel hareket, üniform ve dairesel ya da hem üniform hem de dairesel hareketlerin bileşimidir.” (aktaran Trusted 1994: 26)

Dante’nin evreni. İlk İtalyan şairlerinden Dante Alighieri İlahi Komedya adlı şiirinde Aristotelesçi dünya görüşünün Hıristiyanlaştırılmış bir versiyonunu sunar.

Copernicus sisteminin bazı gökbilimciler tarafından, bir yönüyle kabul edilirken diğer yönüyle reddedilebilmesi dönemin astronomisiyle yakından ilgilidir. O dönemde astronomi ile fizik ayrı bilimler olarak kabul edildiği için gökbilimcinin görevinin evrenin fiziksel yapısını ortaya koymak değil, gezegenlerin yerlerini doğru bir biçimde hesaplamak olduğu düşünülüyordu:

“Bazı bilginlere göre astronomi evrenin gerçek ve fiziksel bünyesini belirlemekten sorumlu olmayıp yalnızca zahiri görünüşleri ‘kurtarmak’ ve doğru hesap sonuçları sağlayacak, sistemler kurmakla yetinebilirdi. Bazı diğerlerine göre bu kadarla yetinilmesi esasen zorunluydu; çünkü insan aklı bu gibi yüksek konuların özüne ve bilgisine erişemezdi. Daha başka düşünürlere göre ise kurulacak astronomi sistemlerinin, evrenin fiziksel gerçeklerine uyması ve bunları temsil etmesi şarttı.” (Sayılı 1973: 48)

Aslında Ptolemaios’un astronomi sistemi ortaya çıkışından Rönesans’a kadar kendisinden beklenen işlevi yerine getirdiği için ayakta kalabilmişti. Bu sistemde gezegen konumları hem geçmişe hem de geleceğe yönelik olarak hesaplanabiliyor; takvim sistemi ve denizcilik için gerekli bilgileri sağlaması dışında, yıldız haritalarının hazırlanmasını ve astrolojik kehanetlerin yapılabilmesini de olanaklı kılıyordu. Bununla birlikte eğitimli zihinler burada bir problem görüyorlardı. Endülüslü filozof İbn-i Rüşd’ün söylediği gibi:

“Günümüz gökbilimi, içinden var olan gerçeği çıkarabileceğimiz hiçbir şey sunmuyor. Yaşadığımız dönemde geliştirilmiş olan model, hesaplamalarla uyumludur, varoluşla değil.” (aktaran Henry, 2016: 99)

Özetle astronomi gezegenlerin konumlarının nasıl hesaplanacağını gösteriyor ama evrenin gerçek, fiziksel yapısı hakkında güvenilir hiçbir şey söylemiyordu. Aynı şekilde sisteminin kozmolojik ve fiziksel yenilikleri görmezlikten gelinerek ya da reddedilerek görünümü kurtarmada yalnızca yeni bir hesaplama aracı olarak kabul edilmesi Copernicus’un kabul edebileceği bir yaklaşım olmaktan uzaktı. Aslında Copernicus’un kendisi, “yeni bir fiziksel tanımlama” getirdiğini düşünmüştür. Onun aynı zamanda fiziksel gerçekliği tanımlayan bir sistem kurmak istediğini gösteren kanıtlardan biri De Revolutionibus’un okuyucuya iki farklı tarzda sunulmuş olmasıdır. Yapıtı yayınlayan arkadaşı Andreas Osiander’e (1498-1552) göre gökbilimciler gökyüzünün gerçek doğasını bilmeyecekleri için yalnızca gökcisimlerinin konumlarını hesaplamakla yetinmeliydiler:

“Bu hipotezler üzerinde dikkatle duran biri buradan, başladığı zamankinden daha budala ayrılmamak adına, başka bir amaç uğruna düzenlenmiş bilgileri hakikat olarak alıp kesin bir bilgi sunmaya muktedir olmayan astronomiden kesinlik beklemesin.” (Copernicus 2010: 6).

Osiander’in kaleme aldığı bu görüşler, imzasız ve büyük bir olasılıkla Copernicus’un haberi olmadan De Revolutionibus’un başında yer almıştır. Oysa Osiander’in girişini takip eden Copernicus’un önsözü fiziksel bir sistem önerildiğini açıkça ortaya koyar:

“İnsanlar evrendeki kürelerin devinimlerine dair yazmış olduğum ve Dünya küresine belirli devinimleri yakıştırdığım bu kitaplarımı ellerine alır almaz, düşüncemden ötürü ıslıklanarak sahneden kovulmam gerektiğini haykıracaklar.” (Copernicus 2010: 9)

Osiander’in yazdığı önsözle Copernicus’un yazdığı önsöz arasında açık bir çelişki vardır. Bruno, Kepler ve Galileo söz konusu önsözün Copernicus tarafından yazılmadığını fark etmişlerdir. Kepler, Osiander’in yazışmalarını inceleyerek söz konusu önsözün Copernicus tarafından yazılmadığını kanıtlamıştır. (bkz. Höffding 1955: 109)

Kuhn’a göre Copernicus karşıtı kişi ve çevreleri üç grupta toplamak mümkündür: İlk grupta Kilise ve çevresi; ikinci grupta Jean Bodin gibi düşünür ve Du Bartas gibi şairler; üçüncü grupta Aristoteles ve Ptolemaios sistemini savunan gökbilimciler vardır.

Ptolemaios’un ve Copernicus’un evren modelleri (Andreas Cellarius’un Harmonia Macrocosmica -1660- adlı eserinden çizimler).

 

Ptolemaios’un ve Copernicus’un evren modelleri (Andreas Cellarius’un Harmonia Macrocosmica -1660- adlı eserinden çizimler).

Katolik Kilisesinin Copernicus sistemine karşı yönelttiği dinsel eleştiriler De Revolutionibus’un yayınlanmasıyla başlamış değildir. Copernicus sistemine karşı dini eleştiriler sonradan, Copernicus evreninin sonuçlarıyla ilgili olarak ortaya çıkmıştır. De Revolutionibus ilk kez yayınlandığında sadece gökbilimciler arasında değil Kilise çevresinde de “faydalı bir el kitabı” olarak görülmüştür. Bu yapıt önceleri Roma Kilisesi tarafından olumlu karşılanmış ve Cizvit gökbilimcileri tarafından da benimsenmiştir. (bkz. Trusted 1994: 33) Ancak Copernicus sisteminin fiziksel bir gerçeği ifade ettiğinin savunulmaya başlanmasından sonra Kilise Copernicusçuluğu yasaklama yoluna gitmiş, Yer’in gerçekten hareket ettiğini ileri süren kitapların basımını da 1822 yılına kadar durdurmuştur.

Popüler düzeyde Copernicus sistemine karşı kullanılan en etkili silahlar, dinsel olanlar ve özellikle İncil’den yapılan alıntılar olmuştur. Protestanların gösterdiği tepkinin, Katoliklerin gösterdiği tepkiye oranla çok daha şiddetli olduğu görülmektedir. Bunun nedeni Kiliseler arasındaki mücadeleydi. Protestanlar tek temel kaynak olan İncil ve inananlar arasına giren (Kutsal Kitap’ın metaforik ya da alegorik bir biçimde yorumlanması dahil) her türlü engele karşıydılar. Martin Luther, Kalvin ve Melanchton gibi birçok Protestan lider Copernicus’un güneş-merkezli sistemine, İncil’e dayanarak karşı çıkmışlardır. Katolik kilisesi ise 1610 yılına kadar Copernicus sistemine resmen karşı olmamış ve bu tarihe kadar De Revolutionibus’un önde gelen Katolik üniversitelerinde öğretilmesine izin verilmiştir. (bkz. Kuhn 2007: 325)

Kilise ve çevresinin gösterdiği tepkinin asıl nedeni Copernicus kozmolojisinin kültür üzerindeki yıkıcı etkileridir. Yer’in döndüğü görüşü salt astronomi sorunu olmamıştır. Tehlikede olan yalnızca bir evren anlayışı ya da İncil’deki birkaç ifade değildi. Hıristiyan dünyası, Yer’in birçok gezegenden biri olduğu düşüncesini kabul etmeye henüz hazır değildi. En iyi tanımını 14. yüzyılın başında yazılmış olan Dante’nin İlahi Komedya’sının verdiği geleneksel Hıristiyan düşüncesinde kozmoloji, ahlak ve teoloji öylesine bütünleşmişti ki Yer’in dönmesi asla yalnızca bir astronomi sorunu olarak kalamazdı. (Kuhn 2007: 315)

Jean Bodin gibi düşünür ve Du Bartas gibi şairler tarafından temsil edilen Copernicus karşıtı cephe ise dünyanın hareket ediyor olmasının sağduyuya aykırı olduğunu, hareketin kabul edilen ilkeleriyle çeliştiğini, Copernicus sisteminin yalnızca “görünümü kurtarmak” için ortaya atıldığını ve astronomide devrim yapmak için ciddi bir gerekçe oluşturmadığını ileri sürüyordu. Tıpkı günümüzde olduğu gibi 16. ve 17. yüzyıllarda da insanlar evrenle ilgili bilgilerini gökbilimcilerden değil şairlerden ya da bilimi popülerleştirenlerden öğrendikleri için bu kişiler halk üzerinde oldukça etkiliydiler.

Bilimsel itirazlar
Her şeyden önce Copernicusçu model Yer’in biz hissetmeden hareket ediyor olması nedeniyle inanılması zor bir düşünceydi. Yalnızca kendi ekseni çevresindeki dönüşü bile saatte yaklaşık 1500 km gibi baş döndürücü bir hızı gerektiriyordu. Yeryüzündeki canlı ve cansız nesnelerin bu dönüşten etkilendiklerini gösteren hiçbir belirti gözlenmiyordu. Dolayısıyla Yer’in hareket ediyor olması fiziksel açıdan olanaksız gibiydi.

Copernicus’u dönemin bilimsel kavramlarına dayanarak eleştirenlerden biri gökbilimci Maria Tolsani (1470-1549) olmuştur. De Revolutionibus için bir eleştiri yazmış olan Tolsani’ye göre, “fiziksel bir tanımlama olarak ele alındığında” Copernicus sisteminin Aristoteles fiziği ile uyum içinde olması düşünülemezdi. Ona göre eğer Copernicus mevcut fizik teorisini doğru anlamış olsaydı kendi evreninin fiziksel gerçekliğini öne sürmeyebilirdi. (bkz. Trusted 1994: 51) Bu eleştirinin temelinde Aristoteles fiziğine duyulan aşırı güven yatmaktaydı. İşin kötü yanı Copernicus’un güneş-merkezli sisteminin yol açtığı bazı bilimsel itirazlara 16. yüzyılın bilgileri açısından cevap vermek mümkün değildi. Bu itirazları iki grupta ele almak mümkündür: 1) Yer’in kendi ekseni etrafındaki günlük dönüşüne karşı olan itirazlar, 2) Yer’in ve bazı gezegenlerin Güneş etrafındaki yıllık dönüşüne karşı olan itirazlar.

Copernicus’un döneminde bir nesnenin hareket etmediği halde hareket ediyormuş gibi ya da hareket ettiği halde hareketsizmiş gibi görünebileceği ilke olarak kabul edilmekteydi. Dolayısıyla gökyüzünde oluşan görüntülerin Yer’in batıdan doğuya hareket etmesi halinde de ortaya çıkabileceğini kabul ediyorlardı. Bununla birlikte, eylemsizlik ilkesine henüz ulaşılamadığından Yer’in kendi ekseni etrafında yaptığı günlük dönüşün ortaya çıkardığı bazı fiziksel sorunlar cevapsız kalmaktaydı. Dönemin fiziksel bilgileri bakımından dikey olarak yukarı doğru fırlatılan bir okun aynı yere düşmesi, kuşların batıya uçtukları kolaylıkla doğuya da uçabilmeleri ya da doğuya doğru atılan mermilerin geri tepmemesi gibi gözlemler Yer’in günlük dönüş yaptığı görüşüne karşı “açık kanıt” olarak kabul edilmiştir. Yer’in günlük dönüşüne karşı olan itirazlar ancak eylemsizlik ilkesinin Galileo tarafından keşfedilmesinden sonra doyurucu bir biçimde yanıtlanabilmiştir.

Ptolemaios’un Merkür modeli. Ptolemaios, gezegen hareketlerini açıklayabilmek için ayrıntılı ve genellikle kafa karıştırıcı episaykıl (ilmik), eksantrik (dış merkezli) çember ve ekuant (sanal gözlem noktası) birleşimleri kullanmıştır.

Yer’in ve diğer gezegenlerin Güneş çevresinde yıllık dönüşler yaptığı görüşüne de iki şekilde karşı çıkılmıştır. Birinci itiraz sabit yıldızların gözlenen konumları ile ilgilidir. Copernicus sistemine göre, Yer’in, Güneş etrafındaki yörüngesi üzerindeki herhangi bir noktadan altı ay sonraki konumu farklı olacaktır. Bu durumda Yer’den örneğin yaz ortasında gözlenen sabit bir yıldızın açısının, aynı yıldızın kış ortasında gözlenen açısından farklı olması, yani yıldız paralaksı olması gerekir. Oysa Yer’den bakıldığında, sabit yıldızların birbirlerine olan görece konumları yıl boyunca değişmemekteydi. Dönemin bilimsel bilgileri açısından güneş-merkezli sisteme karşı bir kanıt özelliği taşıyan bu gözlemi Copernicus şu şekilde açıklamıştır: Bir yıldız paralaksı gözlenememesinin nedeni, sabit yıldızlar küresiyle kıyaslandığında Yer’in yörünge çapının çok küçük kalmasıdır. Bu durumda bir yıldız paralaksı olsa bile bu değişiklik fark edilir derecede olmayacaktır. (Yıldız paralaksının gözlenememesinin nedeni 16. yüzyılda teleskopun keşfedilmemiş olması değildir. Yıldız paralaksı 17. ya da 18. yüzyılın teleskopları ile de gözlenememiştir. Yıldız paralaksı üretilen güçlü teleskoplarla ilk kez 1838’de gözlenebilmiştir.) Bugünkü bilgilerimiz bakımından doğru olan bu görüş, “uçsuz bucaksız evren” kavramını gerektirdiği için 16. yüzyılda kabul edilmeye henüz hazır değildi. (bkz. Trusted 1994: 32)

Yer’in yıllık dönüş yaptığı görüşüne karşı ikinci itiraz Venüs ve Merkür gezegenlerinin evreleri ve gözlenen büyüklükleriyle ilgilidir. Gezegenlerin Güneş’in etrafında döndüğü görüşü kabul edildiği takdirde Venüs ve Merkür gezegenlerinin gözlenenden çok daha fazla boyut değişikliği göstermeleri gerekeceği düşünülmüştür. Buna göre, Venüs’ün tıpkı Ay kadar görünüm değiştirmesi gerekiyordu. Çıplak gözle gözlenemeyen Venüs’ün evreleri ancak 17. yüzyılda teleskopun bulunmasıyla Galileo tarafından gözlenmiştir.

Copernicusçu ilk gökbilimciler
16. yüzyılın ikinci yarısında kullanılan temel astronomi ders ve el kitapları, 13. yüzyıldan kalmaydı. Bu ders ve el kitapları 13. yüzyılda yaşamış İngiliz gökbilimci Johannes de Sacrobosco (1195 -1256 ) tarafından yazılmıştır. Sacrobosco’nun en ünlü astronomi kitabı ise Tractatus de Sphaera’dır. De Revolutionibus’un yayımlanmasından sonra hazırlanan el kitapları ise Copernicus’un getirdiği yeniliklerden ya hiç söz etmiyor ya da bu fikirleri reddediyordu. Popüler kozmoloji kitapları da ağırlıklı olarak Aristoteles evrenini tanıtıyordu.

Güneş-merkezli evren modelini kabul eden ya da sempatiyle karşılayan ilk gökbilimciler, bu modeli anlatan ya da savunan eserler yazarak Copernicus’un görüşlerinin yayılmasına katkıda bulundular. Kimi gökbilimciler Copernicus’tan daha ileri gittiler.

De Revolutionibus’u yayınlayan Andreas Osiander (1498-1552). Osiander’in kitaba imzasız yazdığı ve Copernicus’un fikirleriyle uyuşmayan önsöz tartışma yaratmıştır.

Copernicusçu Battista Benedetti (1530-1590) gezegenlerde insanların yaşıyor olabileceğini ileri sürmüştür. (Tekeli ve diğerleri 1999: 260) George Joachim Rheticus’un (1514-1576) Narratio Prima adlı çalışması yayınlandığında “yeni astronomi yöntemini en iyi biçimde anlatan en kısa teknik eser” olarak ün kazanmıştır. Copernicus evreninin popüler savunması ise 1576 yılında İngiliz gökbilimci Thomas Digges (1546-1595) tarafından yapılmıştır. Digges, Yer’in hareket ettiği düşüncesini dar akademik çevrelerin dışına çıkararak daha geniş çevrelere taşımıştır. Digges, gezegenlerin ve yıldızları taşıdığı kabul edilen saydam küreleri reddetmiş ve sabit yıldızların farklı mesafelerde olduğunu ileri sürmüştür. Digges’e göre sabit yıldızların tek bir küre oluşturacak şekilde sıralanmaları olanaksızdır ve evren sonsuzdur. (bkz. Trusted 1994: 42; Koyré 1998: 35) Evrenin sonsuzluğu düşüncesi Ortaçağ’da metafizik planda uzun uzun tartışılmış olsa da Copernicus’la birlikte bu düşünce güçlü bir fiziksel olasılığa dönüşmüştü.

Tübingen Üniversitesi astronomi profesörlerinden Michael Maestlin (1550-1631) ise, kendisi Ptolemaios sistemini tercih etmesine karşın, çalışmaları, Kepler de dâhil olmak üzere Copernicus evrenine birçok taraftar kazandırmıştır. (bkz. Akdoğan 1996: 90-91; Sayılı 1973: 33) Copernicus evrenini Avrupa kıtasında ve İngiltere’de tartışmaya açan Giordano Bruno ise, Güneş’in rotasyon hareket yaptığını, kutuplarda basık olduğunu, sabit yıldızların gezegenlere sahip birer “Güneş” olabileceğini ve en önemlisi evrenin sonsuz olduğunu ileri sürmüş ve savunmuştur. (bkz. Höffding 1955: 123; Tekeli ve diğerleri 1999: 260)

Güneş-merkezli astronomi sistemini savunan ilk gökbilimcilerin çoğu bu sistemin bilimsel düzeyde kabul edilmesinden çok popülerleşmesini sağlamışlardır. Copernicus devrimine asıl katkı astronomide ve fizikte Tycho Brahe, Johannes Kepler ve Galileo Galilei’nin çalışmalarıyla, kozmolojide ise Giordano Bruno’nun çalışmasıyla gelmiştir.

Copernicus ve felsefe
16. yüzyılda modern bilimle başlayan bir zihniyet devrimi yaşanmıştır. Bu zihniyet devriminin sonuçlarından biri, Antikçağ’da ve Ortaçağ’da geçerliliği sürdüren sonlu ve hiyerarşik evren anlayışının çözülerek yerini sonsuz ve homojen bir evren anlayışına bırakmasıdır. Diğer bir deyişle ayaltı dünya ve ayüstü dünya ayrımına dayanan eski evren anlayışı yerini, her yerinde aynı ilkelerin geçerli olduğu açık, sınırsız, hatta sonsuz evren anlayışına bırakmıştır. Böylece yeni kozmoloji anlayışı ayaltı ve ayüstü dünya arasındaki ayrımı ortadan kaldırarak astronomi ile fiziğin iç içe geçmesinin, hatta tek bir bilim olmasının yolunu açmıştır.

Tarihsel olarak modern bilimin kuruluşunun astronomiyle sıkı bir ilişkisi vardır. Daha açık bir deyişle modern bilimin kaynağında Copernicusçu astronomiye karşı ileri sürülen fiziksel kanıtların çürütülmesi zorunluluğu yatar. Aslında Antikçağ’dan beri güneş-merkezli sistemlere yöneltilen eleştiriler hep aynı türden olmuştur. Copernicusçu sistem de yeni bir fizik teorisini ve yeni bir kozmolojiyi gerektirmiştir. Yer’in bir gezegen olduğu düşüncesi, eski dünya görüşünden kopmanın ilk işareti olmuş ve zaman içinde bir takım felsefi sonuçlara da yol açmıştır. Copernicus astronomisi, hem bilimsel hem de felsefi bakımdan önemli gelişmelerin başlangıcı olmuştur. Ancak sisteminde örtük olarak bulunan fizik ve kozmoloji anlayışının geliştirilmesi Copernicus’un kendisi tarafından değil, daha sonra, özellikle Galileo ve Bruno gibi düşünürler tarafından yapılabilmiştir.

De Revolutionibus’unevreni
Copernicus kendi sistemini kurarken Ptolemaios tarafından geliştirilen matematiksel tekniklerden tam olarak yararlanmış ve bu anlamda onun öğrencisi olmuştur. Copernicus, ayrıca geleneksel kozmoloji anlayışının bazı özelliklerini de kendi sisteminde korumuştur.

De Revolutionibus’daki biçimiyle Copernicus evreni hiyerarşik bir evrendir. Copernicus’un, gökcisimlerinin değil Yer’in hareket ettiğini ileri sürmesinin nedenlerinden biri gökcisimlerini daha tanrısal bulmasıdır. De Revolutionibus’da, “hareketsizlik durumu[nun], değişim ve hareketlilikten daha soylu ve daha kutsal sayıldığı için … her tarafı saran ve kuşatan” (Copernicus 2010: 38) sabit yıldızlar küresine uygun düştüğünü bildirir. Dolayısıyla hareketsiz olan, gözlenen tüm cisimlerin üzerinde olan sabit yıldızlar küresidir. Copernicus evreninin hiyerarşik özelliğine işaret eden bir özellik de evrenin merkezine Güneş’i yerleştirme nedenidir. Ona göre Güneş mükemmel bir gök cismidir; ışığın ve hayatın kaynağıdır. Bu noktada Copernicus’un Pisagorcu ve Hermetik geleneği takip ederek evrenin merkezinin “en önemli ve en iyi yer” olduğuna inandığı söylenebilir. Bu inanç ise Ortaçağ’ın ve Aristoteles’in kabul ettiği görüşün tam tersidir.

Ancak Copernicus’un evreni hiyerarşik özellikler taşısa da, tam olarak hiyerarşik olarak yapılanmış olduğu söylenemez. Çünkü Copernicus evreninde, biri Güneş, diğeri sabit yıldızlar küresi olmak üzere iki mükemmellik vardır. Bu nedenle Copernicus evreni sonludur. Copernicus sabit yıldızlar küresini zorunlu kılan yer-merkezli astronomi sisteminin (bu sisteme göre sabit yıldızlar Yer’in etrafında birlikte hareket ediyor gibi görünmektedir) dışına çıktığı halde, sabit yıldızlar küresinin varlığına inanmaya devam etmiştir. Güneş-merkezli bir sistemde sabit kürelerin varlığı herhangi bir şeyi açıklamasa da, Copernicus sistemine iki yönden yararı dokunduğu söylenebilir: İlki sabit yıldızlar küresinin evreni bir arada tutma işlevidir. İkincisi ise Güneş’e merkezi konum atfedilmesine olanak sağlamasıdır. (bkz. Koyré 1998: 30-31)

Gerçekten de Copernicus, evrenin sonsuz olduğunu değil, yalnızca ölçülemez olduğunu söylemiştir. Ona göre, sabit yıldızlar küresiyle karşılaştırıldığında yeryüzü ve onun Güneş etrafındaki yörüngesi bir nokta gibidir. Bununla birlikte bu görüş yeni değildir. Copernicus öncesi astronomide de evren oldukça büyük bir şekilde tasarlanmıştır: Ptolemaios’a göre de Yer, evrende bir nokta gibidir. Ancak Copernicus, güneş-merkezli bir astronomi sistemi kurabilmek için evrenin sınırlarını daha da genişletme ihtiyacı duymuştur:

“Copernicus, evrenin sınırlı ya da sonsuz olup olmadığını düşünmez. Fakat Yer’in sabit yıldızlar bölgesine olan uzaklığıyla karşılaştırıldığında, Yer’in yörünge çapının çok küçük olduğundan kesinlikle emindir. Çünkü sabit yıldızların gözlenen hareketlerindeki değişmeleri [yıldız paralaksı], Yer’e yakın olan gezegenlerdekileri algıladığımız gibi algılayamayız. Bu, Copernicus’a göre eski bakış açısından farklı bir şeye işaret etmese de, evrenin bu inanılmaz derecedeki büyüklüğü, yeni teorinin sunduğu en büyük buluşlardan biriydi ve Copernicus da bu durumun bütünüyle farkındaydı.” (Höffding 1955: 107)

Copernicus’un tasarladığı evren, Ortaçağ astronomisinden, yani Ptolemaios evreninden 2000 kat daha büyüktür. Bununla birlikte sonsuz evren anlayışıyla kıyaslandığında Copernicus evreni ile Ptolemaios evreni arasındaki büyüklük farkının önemi kalmaz. Çünkü sonlu ile sonsuz arasında orantı olmadığı için, sonsuz evrene evrenin boyutları genişletilerek yaklaşılamaz. (bkz. Koyré 1998: 33) Evrenin sonsuzluğu düşüncesine ise bilimsel çalışmalarla bağlantılı metafizik spekülasyonlarla ulaşılmıştır.

 Copernicus’un fiziği
Aristotelesçi fizik ve kozmolojide cisimlerin hareketi, cisimlerin doğasından ve fiziksel uzayın yapısından kaynaklanıyordu. Buna göre bir cisim doğası gereği bulunması gereken yere ulaşmaya çalışıyordu. Üstelik bu hareket tarzı gökcisimleri için de söz konusuydu. Bir bakıma “fiziksel bakış” olarak adlandırılabilecek bu anlayışın yerini yavaş yavaş “kozmolojik bakış” almıştır. Güneş-merkezli astronomi sisteminde ise kozmolojik bakış açısının ön plana geçtiği görülür.

Copernicus sistemine göre Yer’e doğru hareket eden ağır cisimler “evrenin belirli bir yerine” ulaşmaya çalışmazlar, yalnızca “yeryüzüne dönmek için” hareket ederler. (bkz. Koyré 1994: 47) Daha açık bir deyişle ağır cisimlerin yere düşmesi, bütünden koparılmış herhangi bir yeryüzü parçasının bütünle yeniden birleşmeyi istemesi eğiliminin bir sonucudur. Copernicus’un De Revolutionibus’daki (2010: 39) deyişiyle:

“Kanımca çekim veya ağırlık, bir birlik ve bütünlük içinde kalabilsinler ve kürenin şekline uygun olabilsinler diye, evrenin tanrısal iradesi tarafından nesnelere bahşedilen doğal bir eğilimden başka bir şey değildir. Bu eğilimin Güneş, Ay ve diğer parlak gezegenler için de geçerli olduğuna inanılabilir.” (Copernicus 2010: 39)

Görüldüğü gibi Copernicus’un cisimlerin hareketi konusunda yapmış olduğu açıklama teolojik ve animistik bir özelliktedir. Bununla birlikte Copernicus’un, Aristoteles fiziğinin fazla dışına çıkmadan kendi sistemini destekleyecek türden fiziksel kavramlara başvurması yeni bir fizik teorisinin gerekliliğine işaret etmesi bakımından yararlı olmuştur.

Jan Matejko’nun “Astronomer Copernicus – Conversation with God (Tanrı ile Konuşma)” adlı tablosu.

“[Copernicus için] hava ile suyun, Yer’in dönüşü sırasında geride kalmamasının nedeni, bunların Yer’le tam bir bütünlük kurması ve bu yüzden de Yer’in hareketine katılmalarıdır. Bu, Yer’deki nesnelerde de böyledir. Böylelikle Copernicus kendi teorisinin neden olduğu fiziksel itirazlara kısa bir cevap vermeye çalıştı. Gezegenlerin Yer’in etrafında dönmelerinin nedeniyle ilgili hiçbir şey söylemedi. Daha öncekiler gibi, dairesel hareketin cisimlerin doğal hareketi olduğunu varsayıyordu. Doğrusal bir hareket, ancak bir parça, bağlı olduğu bütünden ayrıldığı zaman oluşur. Yani bu, daima, bir şeyin olması gerektiği şekilde olmadığının bir göstergesiydi. Copernicus’un teorisi betimleyicidir. Bu teori, Yer’deki şeylerin belli bir görüş noktasından nasıl göründüğünü göstermek için bir girişimdir. Fakat o, bu görüş noktasını benimsemeye olan zorunlu ihtiyacı gösteremedi ve belli noktalarda netleştirilmek üzere pek çok soru işareti bıraktı.” (Höffding 1955: 108)

Copernicus, tüm gökcisimlerin dairesel hareket yaptıklarını kabul ederek yeryüzünün fiziksel yapısı ile gökcisimlerinin yapısını aynılaştırmıştır. O böylece, ayaltı dünya ile ayüstü dünyayı birbirine bağlamış ve Aristotelesçi kozmolojinin hiyerarşik yapısına ilk yıkıcı darbeyi indirmiştir.

 Copernicus ve Hermes Trismegistus
Bilimsel düşüncenin tarihi pek mantıksal değildir. Bilimsel düşüncenin evrimini anlamak için mantık dışı etkenleri de hesaba katmak gerekir. Copernicus’u güneş-merkezli sistem kurmaya yönelten nedenlerin hepsi bilimsel özellikte olmamıştır. Güneş-merkezli sisteminin kurulmasında rol oynayan çok önemli etkenlerden biri estetik ya da metafizik özelliktedir. Copernicus ve Kepler, ışığın ve ışığın kaynağı olan Güneş’in evrendeki en iyi, en güzel şey olduğuna inandıkları için, Güneş’in evrenin merkezinde bulunması gerektiğine ilişkin derin bir inanç duymuşlardır. (Koyré 1994: 87)

Rönesans döneminde etkin olan ve Copernicus’u de etkileyen akımlardan birine kaynaklık eden Hermetik eserlerde Güneş’e merkezi bir rol atfedilir. Dindar bir Hıristiyan olan Copernicus’un Hermetik görüşleri kabul etmesinin nedeni, muhtemelen “kendi Ortodoks Hıristiyan inancını destekleyeceği” (Trusted 1994: 38) beklentisi olmuştur. Gerçekten de Copernicus De Revolutionibus’da Güneş’e merkezi bir önem atfeder:

“Zaten bu güzeller güzeli tapınaktaki ışığı, her yeri aynı anda böylesine aydınlatabilen buradan başka ve daha iyi bir yere kim yerleştirebilir ki? Gerçekten de evrenin bu aydınlatıcısına kimisinin akıl, kimisinin de kılavuz demesi boşa değildir. Trismegistus onu görünen Tanrı, Sophocles’in Electra’sı ise her şeyi gözetleyen olarak betimlemiştir. Güneş sanki kral tahtında oturuyormuş gibi etrafında dönen yıldızlar ailesini yönetir. Dünya da Ay’la olan münasebetinde hiç aldatılmaz; aksine Aristoteles’in Canlılar Üzerine’de dediği gibi Ay da Dünya’yla çok yakın bir ilişki içindedir. Güneş tarafından yüklenen Dünya her yıl gebe kalır.” (Copernicus 2010: 47-48)

Tübingen Üniversitesi astronomi profesörlerinden Michael Maestlin (1550-1631) Ptolemaios sistemini tercih etmesine karşın, çalışmaları, Kepler de dâhil olmak üzere Copernicus evrenine birçok taraftar kazandırmıştır.

Ancak bu alıntıdan Copernicus’un güneş-merkezli astronomi sistemine yalnızca Hermetik geleneğin etkisiyle ulaştığı sonucuna varılamaz. Onun Güneş’e merkezi önem atfeden literatüre başvurması, aynı zamanda, kendi astronomi sisteminin fiziksel gerçekliğe uygun olduğunun kabul edilmesini sağlamaya yönelik bir çabadır. Dikkat edilirse Copernicus Güneş’i önemli kılacak birçok görüşü peş peşe sıralamaktadır. Lynn Picknett ve Clive Prince’in Copernicus’tan Newton’a, bilimsel devrim sürecinin aslında Hermetik bir devrim olduğunu ileri süren görüşleri söz konusu bağlamı gözden kaçırdıkları için abartılı ve hatalıdır. (bkz. Lynn Picknett ve Clive Prince, Yasak Evren: Kopernik’ten Newton’a İnançtan Bilime Hermetik Devrim, 2018, Omega Yayınları)

Ptolemaios’tan başlayarak matematiksel astronomi ile fiziksel astronomi arasında bir kopukluk söz konusuydu. Copernicus’un yeni bir astronomi sistemi kurmasının nedenlerinden birisinin, hem fiziksel gerçekliği temsil eden hem de gezegenlerin görünen hareketlerini matematiksel bir şekilde açıklayan, birbirleriyle tutarlı ve “tek bir” astronomi sistemi kurmak olduğu söylenebilir. Nitekim Copernicus’un, Ptolemaios sisteminin fiziksel gerçeklik ile bağını kopartan ekuant modelini kendi sisteminde kullanmaması, hem fiziksel hem de matematiksel özellikte bir sistem kurmak istediğinin bir belirtisi olarak yorumlanabilir. (bkz. Koyré 1994: 85-86) Gerçekten de Copernicus, kendi sistemini salt bir “hipotez” olarak görmemiştir. Kendi sistemini aynı zamanda fiziksel gerçekliği ifade eden bir astronomi olarak tasarlamıştır. Bu saptama Copernicus’un bilim ve felsefe tarihindeki yerinin belirlenmesi açısından kritik önemdedir.

 Copernicus ve basitlik ilkesi
Ptolemaios sisteminin barındırdığı çelişkilerden ve yetersizliklerden yola çıkarak Yer, Ay, Güneş, gezegenler ve sabit yıldızlar arasındaki ilişkiyi daha kısa bir yoldan açıklayan Copernicus, aynı zamanda, modern bilimde basitlik ilkesi’nin ön plana çıkmasını sağlayan yolu da açmış oluyordu. Onun açtığı bu yolda yürüyen düşünürler arasında Galileo, Kepler ve Newton da vardır. Copernicus, bilimde basitlik ilkesiyle ilgili bu görüşünü, Commentariolus’da şöyle ifade etmiştir:

“[Ptolemaios sisteminin sunduğu] açıklama ancak bir yıldızın kendi yörüngesinde de kendi merkezinde de hep eş hızla devinmediğinin göründüğü kimi belli ek çemberler düşünülürse doyurucu oluyordu. Bu yüzden böyle bir kuram yeterince sağlam görünmüyordu, akla da pek uygun değildi. İmdi bunları anlayınca, acaba görünen farklılığın kaynaklandığı neden olarak kabul edilebilecek, çemberlerin kendi içlerinde hepsinin eş devinimle devindiği mükemmel devinimin nedeni olarak kabul edilebilecek, akla daha yakın bir çember biçimi bulunamaz mı, diye sık sık düşünüyordum. Gerçekten zor ve açıklanamaz olan bu konunun içine daldım. Sonunda aksiyom adı verilen kimi kabullerle, daha önce verilenlerden daha az ve daha basit araçlarla bir çözüme ulaşılabileceği ortaya çıktı.” (Nicolaus Copernicus, “Commentariolus”, Gökcisimlerinin Dönüşleri Üzerine içinde: 7-8)

Görüldüğü gibi Copernicus gökcisimlerinin hareketlerinin açıklanmasında başvurulacak etmen ya da neden sayısında bilimsel düşüncenin temelinde bulunan ekonomi ilkesini hem vurgulamış hem de uygulamıştır.

Bazı bilim tarihçileri ve bilim felsefecileri, Copernicus’un kendi döneminin anlayışının dışına çıkabilmesi üzerinde önemle durmuşlardır. Copernicus’un ortaya koyduğu yeni sistemin dönemin bilimsel bilgileri bakımından ikna edici açıklamalar sunmadığına ve güneş-merkezli sistemin birçok metafiziksel ve bilimsel soruna yol açtığına işaret etmişlerdir. (bkz. Burtt 1980: 36-37; Koyré 1994: 147) Öyleyse bilim ve felsefe tarihi açısından kritik soru şudur: Copernicus yepyeni sorunların ortaya çıkmasına yol açacak bir sistemi niçin ortaya atmış olabilir? Soru şöyle de formüle edilebilir: Copernicus niçin tüm fiziksel ve metafiziksel zorluklarına rağmen kendi astronomi sisteminin doğruluğunu (fiziksel gerçekliğini) ileri sürebilmiştir? Bu sorunun cevabı modern fizik biliminin dayandığı felsefenin temel yapısını da ortaya koyacaktır:

“Copernicus bu çok ciddi itirazlara karşı koyabilmek için, ancak [kendi] kavrayışının astronomi olgularını daha basit ve harmonik bir matematiksel düzene soktuğunu iddia edebilirdi. Daha basitti, çünkü Ptolemaios sisteminin yeryüzünün hareketsiz durduğu kabulünün gerektirdiği seksen episaykıl yerine Copernicus yalnızca otuz dördüyle ‘görünümü kurtarmayı’ başarabiliyordu. Daha harmonikti, çünkü gezegensel fenomenlerinin büyük kısmı artık Güneş etrafındaki bir dizi ortak merkezli dairelerle açık bir şekilde temsil edilebiliyordu, Ay [bu kuralı bozan] tek düzensiz gök cismiydi.” (Burtt 1980: 38 yazarın vurgusu)

Copernicus, hem Antikçağ’da hem de Ortaçağ’da kullanılmış olan “basitlik ilkesini” Cusalı Nicholas’ı Ortaçağ’ın düşünce sisteminin dışına çıkaran “görelilik ilkesi”yle bağlantılı bir biçimde kullanmıştır. Copernicus’a göre uzayda bir hareket algılandığında, duyulara dayanarak, hareket edenin algılanan cisim mi yoksa algılayan kişinin üzerinde bulunduğu Yer mi olduğu bilinemezdi:

“Sonuçta hem algılanan şey, hem de algılayan kişi farklı hızlarda ya da farklı yönlerde hareket ediyor olabilir. Deniz yolculuğu yaparken, kendimiz hareket ettiğimiz halde kıyı bizden uzaklaşıyor, hareket ediyormuş gibi görünür. Şimdi varsayalım ki Yer, evrende olup biteni algıladığımız yer, hareket halinde. Bu durumda, algılanan nesnelerin hareket ettiklerini sandığımızdan daha basit ve doğal bir dünya-kavrayışına sahip olacağız.” (Höffding 1955: 106-107)

Copernicus’un “Yer’den başka bir gökcismini evrenin merkezi olarak kabul etmek doğru mudur?” sorusu aslında büyük bir metafizik varsayım içermekteydi. Diğer düşünürler de bu metafizik varsayımı görmekte geç kalmamış ve bunu tartışmaya açmışlardır. Copernicus’un yapıtının içerdiği bu meşruiyet sorununa dönemin matematikçileri olumlu Aristotelesçi ve empirik felsefecileri ise olumsuz yanıt vermişlerdir:

“Çünkü soru oldukça derine gidiyor ve yalnızca gökbilimsel dünya temelde geometrik midir sorusunu değil, fakat aynı zamanda Yer de dâhil bir bütün olarak evren temel yapısı itibariyle matematiksel midir sorusunu kapsıyordu. Yalnızca olgular açısından referans noktasında daha basit geometrik bir ifade sağladığı için bu değişikliği yapmak meşru mudur? Bu noktayı kabul etmek bütün Aristotelesçi fizik ve kozmolojiyi bir kenara atmak anlamına geliyordu.” (Burtt 1980: 52).

Copernicus’un Varşova/Polonya’daki heykeli.

Böylece Copernicus, Aristotelesçi akımın dışında kalan bir “matematiksel akımın” içinde yer alıyordu: “Aristotelesçiliğin dışındaki bu alternatif arka plan Platoncu bir eğilimle bütünleşmiş olan Hıristiyan teolojisinin ve Yunan felsefesinin sentezinden oluşmaktaydı. Bu sentezdeki Yeni-Platoncu akımın içinde Pisagorcu öğeler çok güçlüydü.” (Burtt 1980: 52-53) Aristoteles fiziği ise duyusal algı üzerine kurulmuş olduğu için matematiğe temelden karşıydı:

“[Aristoteles fiziği] deneyin ve ortak duyunun nitelikçe belirlenmiş olgularının yerine geometrik bir soyutlama koymayı reddeder ve a) duyulur deneyin verileri ile matematiksel kavramların farklı türden şeyler oluşuna, b) matematiğin niteliği açıklayamaz ve devinimi türetemez oluşuna dayanarak, bir matematiksel fiziğin olanaklılığını yadsır. Şekillerin ve sayıların zaman dışı krallığında ne nitelik ne de devinim vardır.” (Koyré 1994: 144)

Modern bilim, astronomi ile fiziğin birleşmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Diğer bir deyişle, astronomi ile fiziğin birleşmesine kadar gökbilimsel olguların incelenmesinde kullanılan matematiksel araştırma yöntemlerinin yerdeki fiziksel nesnelerin incelenmesinde de kullanılmasını sağlayan bir sentezin sonucudur.

Bilimsel düşüncenin ayrılmaz bir parçası olan basitlik ilkesi Copernicus’un çalışmalarını da belirlemiştir. Aristoteles ve Ptolemaios sistemi karmaşık olduğu için eleştiren Maria de Novara(5) basit geometrik figürler ya da sayılar kullanarak bir evren resmi oluşturması yönünde Copernicus’u teşvik etmiş, Copernicus da bu görevi başarıyla yerine getirmiştir. (Armitage 2004: 86-87; Trusted 1994: 34) Copernicus’un basitlik ilkesine başvurması, diğer etkenlerle birlikte, De Revolutionibus’u dönemin akademisyenleri için kabul edilebilir kılmıştır. (bkz. Trusted 1994: 29)

16. yüzyıl düşünürleri Yer’in mi yoksa Güneş’in mi hareket ettiğini şüphe götürmez bir şekilde ortaya koyabilecek hiçbir empirik test olmadığı konusunda hemfikir olmuşlardır. Ancak 16. yüzyıldaki bilimsel bilgi düzeyi, Aristoteles ve Ptolemaios sisteminin gözlemlere daha iyi uyduğuna işaret etmekteydi. Bu nedenle yeryüzünün hareketsiz olduğu görüşü, Copernicus sistemine rağmen yaygın olarak kabul görmüştür. Genelde Copernicus’un teorisi hesaplama tekniği olarak olumlu karşılansa da fiziksel gerçekliğin ifadesi olarak ele alınmak istenmemiştir. Böylece Copernicusçuluk, düşünce tarihinde duyusal algı yerine akla dayanmanın çarpıcı bir örneği olagelmiştir.

GIORDANO BRUNO

Copernicus güneş-merkezli astronomi anlayışıyla oldukça güçlü bir bilim geleneğine meydan okumuş ama eski evren anlayışını bütünüyle yıkmamıştır. Ortak merkezli saydam kürelerden oluştuğu için Copernicus’un evreni de tıpkı Aristoteles ve Ptolemaios evreni gibi kapalı ve sonluydu. Ayrıca evrenin sınırı anlamına gelen sabit yıldızlar küresi de Copernicus sisteminde korunmaktaydı. Böylece, bir bakıma yeni astronomi eski kozmolojinin dar sınırları içine sıkışıp kalmıştı.

16. yüzyılın sonlarının en renkli filozofu olma unvanına sahip Giordano Bruno (1548-1600). Bruno’nun tarihsel önemi evrenin sonsuzluğunu ilan etmesindedir.

Bu gerilimin ortadan kalkması için eski evren anlayışının içeriden dışarıya doğru sınırsızca genişletilmesi ya da yıkılması gerekiyordu. İşte Copernicus astronomisinde çekirdek halinde bulunan kozmolojinin geliştirilmesi bu ihtiyacı karşılayabilirdi. Katolik ve Protestan ana akımların çok dışında kalan ve 16. yüzyılın sonlarının en renkli filozofu olma unvanına sahip Giordano Bruno (1548-1600), bu teoride nüve halinde bulunan kozmolojiyi geliştirerek yeni astronomiyle uyumlu yeni bir evren anlayışına ulaşmıştır. Bruno’nun tarihsel önemi evrenin sonsuzluğunu ilan etmesindedir.

Evrenin sonsuzluğu
Evrenin ruh sahibi ve yaşayan bir organizma olduğunu ileri süren Platoncu anlayışı canlandıran Bruno’nun bilimsel açıdan en özgün ve tehlikeli görüşü, evrenin sonsuz olduğunu ve birçok dünya içerdiğini iddia etmesiydi. Bruno bu düşüncesini, astronomik kanıtlara değil, “Dünya ruhu”nun mevcut astronominin dar ve çelimsiz mekanizması içerisinde barınamayacağına dair mistik bir sezgiye dayanarak ortaya atmıştır. (bkz. Whitfield 2008: 115) Aynı nedenle Bruno’yu Copernicus’un teorisini savunmaya yönelten şey de empirik kanıtlar ya da matematiksel mantık değil, onun dini ve metafizik inançları olmuştur. Bruno’ya göre Copernicus’un evren anlayışı doğru fakat sınırlıdır. Copernicus için şöyle yazmıştır:

“Ortak kabul gören felsefenin bir takım yanlış ön yargılarından kurtulmamızı ona borçluyuz. … Yine de o, kendisi bunu pek aşabilmiş değildi; doğadan çok matematiğin bir öğrencisi olduğu için, yanlışı ve yanlış yönlendiren ilkeleri onları kökünden çekip atacak derinlikte kavramayı ve sorunların üstesinden gelerek diğer insanları boş bilgilerden arındırmayı ve dikkatlerini değişmez ve kesin olan şeylere çevirmeyi başaramadı.” (alıntılayan Trusted 1994: 39)

Bruno’ya göre duyu-algısı karışık, yanıltıcı ve yetersizdir. Bu nedenle bilimsel/felsefi bilginin temeli olamaz. Sonsuzluğu algılamaya yetecek bir duyu yoktur. Bruno’nun sözleriyle:

“Sonsuzluk duyu nesnesi olamaz; duyularıyla ona ilişkin bir fikir sahibi olmayı isteyen kimse, tözü ve özü de gözleriyle görmek isteyebilir. Eğer onu duyulur, duyulara görünür olmadığı için reddettiyse, kendi tözünü ve varlığını da reddetmelidir. Duyulara dayanarak tanıtlama yapma beklentilerimizi sınırlamalıyız. Onların tanıklığını sadece algılanabilir şeyler için kabul etmeliyiz, hatta yargıları akıl tarafından kontrol edilmediği sürece, algılanabilir şeyler için bile kabul etmemeliyiz. Ufuk gibisinden bir şeyi belirlerken nasıl değişken olduklarını bir düşünün. Üzerinde yaşadığımız dünyaya özgü sorunlarda onlar tarafından nasıl kolaylıkla yanıltıldığımızı bildiğimiz halde, yıldızlı kubbenin sınırlarına dair bize söylediklerinden daha ne kadar şüpheleneceğiz?” (alıntılayan De Santillana 2006: 264)

Bruno’ya göre sonsuzluk duyu-algısı ve hayal gücü tarafından değil, sadece anlık (intellect) tarafından kavranabilir. Ona göre, “sonsuzluk” anlığın ilk ve en kesin kavramıdır. Kısaca sonsuzluk ancak anlıkla erişilebilen ve anlaşılabilen bir şeydir.

Gerçekten de Copernicus’un kendi sistemini Aristotelesçi kozmoloji ve astronomi anlayışına karşı savunmak için kullandığı argümanlar çok zayıftı. Bununla birlikte onun teorisi, içerisinde kendisini izleyecek düşünürlerce geliştirilebilecek yeni bir kozmoloji anlayışının tohumlarını barındırmaktaydı. Örneğin “gök mekaniğinin” yasalarını “yer olgularına” uygulaması, evreni iki farklı dünyaya bölen eski nitel bölümlemenin terk edilmesini gerektiriyordu. Copernicus’taki devrimci ilkeyi önceden gören Bruno olmuştur:

“Bruno dâhice bir sezgiyle, yeni gökbilimin kapalı ve sonlu dünya anlayışını hemen terk edip, yerine açık ve sonsuz bir evren anlayışı koyması gerektiğini gördü. Bu, doğal yerler kavramının, dolayısıyla, doğal olmayan ya da ‘zorla’ olan devinimin karşısına konan ‘doğal’ devinim kavramının terk edilmesi demektir. Uzayı ‘toplanma yeri’ diye gören Platoncu uzay anlayışının, onu bir ‘kılıf’ diye gören Aristotelesçi anlayışın yerini aldığı Bruno’nun sonsuz evreninde, ‘yerler’, ne olursa olsun bütün cisimler için, tümüyle eşdeğerli, dolayısıyla, tümüyle doğaldır. Bu bakıma, Copernicus’un Yer’in ‘doğal’ devinimi ile Yer üzerindeki nesnelerin ‘zorla’ olan devinimi arasında bir ayırım yaptığı yerde, Bruno bunları birleştirir.” (Koyré 1994: 147)

İmpetus fiziği ve hareketin göreliliği
Bruno Copernicus astronomisini destekleyebilmek için impetus fiziğine başvurmuştur. Yer’i “hareket halindeki gemiye” benzeten Bruno’ya göre, Yer’in hareketinin Yer üzerindeki harekete etkisi, “geminin hareketinin bu gemi üzerindeki ya da içindeki şeylere etkisinden daha fazla” değildir:

“[İ]ki adamdan birisinin hareket halindeki bir gemide, ötekinin dışarıda durduğunu, her ikisinin de ellerinin aynı yüksekliğe kalktığını ve aynı zamanda birer taşı hiç itmeden yere bıraktıklarını tasarlayalım. Dışarıda duranın bıraktığı taş, bırakıldığı çizginin dışına çıkmadan, önceden bilinen yere ulaşırken, gemide bulunanın bıraktığı taş, kendisini geriye taşıyacaktır. Bunun bir tek nedeni vardır: Gemiden bırakılan taş, bunun sonucu olarak, kendi hareketi içine sürüklenir ve dışarıdan atılan taşa göre bir impetus(6) kazanır; bu olay, taşların aynı ağırlıkta olmasına, aynı havayı geçmesine, aynı noktadan hareket etmesine ve aynı itime sahip olmasına karşın gerçekleşir. Böyle bir ayrım için başka bir açıklama yapabiliriz: Gemiye bağlı ya da benzer şekilde ona ait olan şeyler, onunla birlikte hareket ederler. Birinci taş, impetusun etkisine sahiptir ve gemiyle birlikte hareket eder; oysa öteki taş söz konusu katılıma sahip değildir. Buradan açıkça görüleceği gibi, ne hareketin çıkış noktası, ne varış yeri, ne aldığı yol, bir doğru çizgi üzerinde yer değiştiren etkiye yol açar. Tüm farklılık, başlangıçtaki impetustan kaynaklanır.” (Bruno, Küllerin Şöleni, 112-113)

Copernicus’un “gök mekaniğinin” yasalarını “yer olgularına” uygulaması, evreni iki farklı dünyaya bölen eski nitel bölümlemenin terk edilmesini gerektiriyordu. Copernicus’taki bu devrimci ilkeyi önceden gören Bruno olmuştur.

Ne var ki impetus fiziği Copernicus sistemine yeterli temeli sağlayacak olanaklara hiçbir zaman sahip olmasa da çok önemli bir ilke olan hareketin göreliliğinin ortaya konulmasını sağlamıştır. Bruno’ya göre, göksel cisimler etherik uzayda dairesel değil serbestçe hareket ederler. Her bir cisim, cisimlerin kendi impetusu tarafından belirlenen dinamik bir uyuma sahiptir ve hareketsiz bir cisim olmadığı için, sonsuz uzayda sürekli hareket halindedir. Dahası, evrenin hiçbir matematiksel veya fiziksel merkezi yoktur. Hiçbir cisim hareketsiz olmadığı için de kesin bir hareket ölçüsü vermek imkânsızdır. Sonuç olarak, tüm hareketler görecelidir. Galileo İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog’unda (Dialogo sopra i due massimi sistemi del mondo, tolemaico e copernicano) kimi argümanlarını tekrarlamış olsa da, Engizisyon tarafından yargılandığı için Bruno’dan alıntı yapmamıştır. Hareketin göreliliği ilkesi Galileo’dan önce Bruno tarafından ortaya konulmuştur.

Copernicusçu Bruno, eski elementler doktrinini yıkmıştır. Eski elementler doktrinine göre, elementlerin her biri evrendeki “doğal yer”ine ulaşmaya çalışırlar. Bu nedenle ağırlık ve hafiflik söz konusu elementlerin mutlak özellikleri olarak kabul edilmiştir. Diğer bir deyişle elementler doktrini ayüstü dünya ve ayaltı dünya arasındaki ayrıma dayanmaktadır. Gökyüzünün değişmezliği inancının yıkılması ve ayüstü ve ayaltı dünya arasındaki ayrımın ortadan kalkmasıyla birlikte eski elementler doktrini de temelsiz kalmıştır. Bruno sabit yıldızlar inancına da özellikle saldırmıştır. Çünkü sabit yıldızlar inancı, Yer’in mutlak merkezi nokta olarak kabul edilmesini gerektirir. Oysa Bruno’ya göre, “her gök cismi merkezi bir noktadır ve uzayda, Yer gibi serbestçe hareket etmektedir.” (Höffding 1955: 127-128) Bu durumda sabit kürelere inanma gereği de ortadan kalkacaktır.

Bruno’ya göre gökcisimlerinin kendilerini hareket ettirecek dış kuvvetlere ihtiyacı yoktur. Gökcisimleri, kendilerini ileri hareket ettiren içsel bir itkiye sahiptir; her gökcismi ve her küçük dünya kendi içinde bir hayat ve hareket kaynağına sahiptir. Ona göre uzay, içinde dünya-ruhunun aktif olduğu ether ile kaplıdır. Bu nedenle kürelerin belli bölgelere yerleştirilmesine de gerek yoktur. Bruno kendi görüşünün doğrulanmasını Tycho Brahe’nin kuyruklu yıldızların doğası üzerine yaptığı araştırmalarda bulmuştur.

Antikçağ’da “akıl dışı”, Ortaçağ’da “tanrısal aşkınlık” olarak ele alınan sonsuzluk ideası Bruno ile birlikte dünyevileşmiştir. (bkz. Bumin 1996: 14) Sonsuzluk kavramı geleneksel olarak yalnızca Tanrı’ya, yani cisimsel değil, ruhsal varlığa yüklenebilecek bir kavram olmuştur. Bu geleneksel inanç Cusalı Nicholas’ı ve daha sonra Descartes’ı da etkilemiş, ama tasarladıkları evreni “sonsuz” (infinite) kavramı ile nitelemekten çekinmişlerdir. Bu kavram yerine “bitimsiz” (interminate) ya da “sınırsız” (indefinite) terimleri kullanılmıştır.

Sonsuz evren düşüncesi Bruno’dan yaklaşık iki bin yıl önce Antikçağ’da atomcu Leukippos (MÖ 500-440) ve onun öğrencisi olan Demokritos (MÖ 460-370) tarafından savunulmuştur. Aristoteles’in fizik ve kozmolojisi karşısında tutunamayan bu düşünce Ortaçağ’a gelindiğinde neredeyse bütünüyle ortadan kalkmıştır. Ancak, bu iki düşünürün izleyicileri olan Epikuros (MÖ 341-270) ve Lucretius’un (MÖ 98-55) eserleri, Rönesans hümanistleri tarafından literatüre yeniden kazandırılmıştır. Bruno da en verimli kavramlarını, özellikle Lucretius’un De Rerum Natura(7) adlı yapıtından türetmiştir. Bir yandan Lucretius’a dayanarak kavramlar(8) oluşturan Bruno, diğer yandan da Cusalı Nicholas’ı “yaratıcı bir şekilde yanlış anlayarak” (Koyré 1998: 34) kendi sonsuz evren görüşünü oluşturmuş ve böylece, Aristoteles’in mantık ve kozmolojisine karşı koyabilmiştir. Aslında Bruno ve Nicholas “evrenin sonsuzluğu”ndan aynı şeyi anlamazlar; Nicholas evrene sınır çekilemeyeceğini söylemekle yetinir, Bruno ise evrenin sonsuz olduğunu sevinçle ilan eder.

Cusalı Nicholas’ın ortaya koyduğu evren görüşü, ancak Copernicus sisteminin ortaya çıkışından sonra bilimsel kozmolojiye dönüşebilirdi. Nicholas’ın evren görüşü De Revolutionibus’un yayınlanmasından yüz yıl önce ortaya atılmıştır ve hiçbir bilimsel temeli yoktur. Kozmolog rolündeki Nicholas aslında bir mistikti ama sonsuzluk kavramının hem fenomenlerle hem de teoriyle uyuşabileceği görüşünü ayakta tutmak da oldukça önemliydi.

Cusalı Nicholas gibi Bruno’nun da kozmolojiye bilimsel amaçlarla yaklaşmadığı söylenebilir. Buna karşın Bruno, ilginç bir biçimde, sonuçta doğru bir düşünceye ulaşmıştır. Bu düşünceye göre, Güneş evrenin merkezinde değildir. Dahası evrenin bir merkeze ihtiyacı yoktur. Güneş sistemi, sonsuz evrenin herhangi bir noktasında bulunabilir; ancak Güneş, kendisine en yakın yıldızdan paralaks yokluğunu mümkün kılacak ölçüde uzak olmalıdır:

“Bruno’nun sonsuz ve merkezsiz bir evrenle görünümleri bağdaştırmış olması, onun kozmolojik yapısının yalnızca bir parçasıydı. Bruno, yaklaşık olarak 1584’ten itibaren, kendi sonsuz uzayındaki diğer gökcisimleriyle Copernicusçu Güneş sisteminin fiziksel ilişkilerini açıklıyordu. Güneş’in sonsuz uzaya saçılmış sonsuz sayıdaki yıldızdan yalnızca biri olduğunu düşünüyordu; sonsuz göklerdeki diğer gökcisimlerinin bazıları da Yer gibi üzerinde yaşam bulunan gezegenler olmalıydı. Yalnızca Yer değil, Güneş ve bütün bir Güneş sistemi Tanrının yaratısının sonsuzluğu içinde kaybolan sıradan toz zerrelerine dönüşmüş, skolastiklerin derli toplu, düzenli evreni uçsuz bucaksız bir kaos olmuştu; Copernicusçuluğun gelenekten ayrılışında en yüksek noktaya varılmıştı.” (Kuhn 2007: 379).

Giordano Bruno Engizisyon tarafından sekiz yıl yargılandı.

Copernicusçu görüşün varlığı, sonsuzluk kavramıyla fenomenler (gözlenen gök cisimleri) arasında uyum için gerekli bilimsel temeli sağlamış ve böylelikle Bruno’nun kozmolojisi de “bilimsel” bir görünüm kazanabilmiştir.

Görüldüğü gibi Bruno’nun ağır basan yönü “metafizikçi” (Koyré 1994: 90) yönüdür. Onun sisteminde, “eski Platoncu biçimler” kullanılmıştır: “Her bir yıldız bir biçim ya da ruh ile devinmektedir ve her şeyde ruh ve yaşam vardır. Maddesiz form yoktur, ikisi birlikte bir birlik oluşturur; fakat formlar, madde içinde meydana gelir ve yok olurlar. Bütün tikel şeyler değişir fakat evren, saltık yetkinliği içinde durağan kalır.” (Thilly 1995: 288) Bruno’nun metafiziğine egemen olan kavram doluluktur (plenitude) ve doluluk ilkesinin içerdiği tüm sonuçları çıkarmıştır. Ortaçağ’da “Tanrı niçin sonsuz bir evren yaratmadı?” sorusu, Skolastik düşünürler tarafından “sonsuz bir yaratma olanaksızdır” şeklinde cevaplanmaktaydı. Aynı soruya Bruno’nun yanıtı şöyle olmuştur: “Tanrı sonsuz evreni yaratmıştır. Dahası, başka türlü yapamazdı.” (Koyré 1998: 39) Bruno’ya göre, Tanrı’nın yarattığı varlıklar, Tanrı’nın yaratması mümkün olan tüm varlıkları kapsar. Bu varlıklar arasında sayısız yıldız, güneş ve bizim dünyamız gibi dünyalar vardır. Tanrı içine bu sonsuz dünyayı yerleştirebilmek için sonsuz bir uzaya ihtiyaç duymuştur. (Koyré 1998: 46) Ona göre uzay her yerde türdeş (homojen) ve kendine benzer bir yapıdadır. Bruno’nun akıl yürütmesi şöyledir: “Boş” uzay homojen olmayan bir yapıda olamaz ya da “boşluk” sınırsız ve sonsuz olandan başka bir şey olamaz. Ona göre uzay madde ve ether ile kaplıdır. Uzay ve madde ise sonsuzdur.

Bruno’ya göre evrene bir sınır çizilemez. Çünkü mutlak bir sınır çizmeye yönelik hiçbir girişim yetkin değildir: “Bizim dünyamız gibi, her biri kendi merkezi noktaları olan bir dünyalar sonsuzluğunu içerir. Tanrı her şeyi kucaklayan ve canlandıran gizli bir ruh olarak bu sonsuz evrenin her noktasında işlev görür.” (Höffding 1955: 112) Bruno, Tanrı’nın evrenin her yerinde bulunması gerektiğine inanır. Tanrı, sonsuz evrende her yerde bulunur, etken ilkedir (natura naturans); o, kendisini içsel gereklilik ile izleyen yaşayan dünya (natura naturata) içinde ifade eder. Cusalı Nicholas gibi Bruno da Tanrı’yı “karşıtlıkların birliği” olarak tasarlamıştır. (Thilly 1995: 287) Bruno’ya göre, hiçbir sonsuz etkinin sonsuz nedene tekabül etmesi gerekmediği düşüncesi çelişkilidir. Eğer Tanrı, orijinal birliği ile evrende yayılan her şeyi kapsayan olarak sonsuzsa, o zaman Tanrı’nın özünün yayılan formu olan evren de sonsuz olmalıdır. (bkz. Höffding 1955: 128) Sonsuz mükemmellik olarak Tanrı kendini sonsuz pek çok yaratılmış varlık ve dünyalar içinde açığa çıkarmalıdır: “Tanrı’ya, gerçeklik olmayan bir olanak ya da kuvvet atfetmek doğru değildir. İmkân ve gerçeklik arasındaki karşıtlık yalnızca sonlu yaratıklar için geçerlidir ve Tanrı’ya atfedilmemelidir. Aksi halde birbiriyle tezat halinde iki Tanrı’ya sahip olurduk. Bu Tanrı’lardan biri mümkün, diğeri gerçek ya da aktif olurdu.” (Höffding 1955: 129) Böyle bir teori, Tanrı’nın birliği ile çelişecektir. Bruno’nun sözleriyle:

“Sonsuz mükemmellik kendisini, sonlu ve sayılı olanlardansa sonsuz teklerde daha emsalsiz sergiler. Dolayısıyla erişilmez ilahi görünüm için, içinde sayısız dünyanın sonsuz üyeler olarak var olduğu sonsuz bir imgenin olması zorunludur. Bu yüzden, kusursuzluğun, ilahi cisimsiz mükemmelliğin açılımını cisimsel bir tarzda göstermek için sayısız aşaması olması gerektiğinden, sayısız tek, yani içlerinde yaşam barındıran dev varlıklar olmalıdır ki bunlardan biri de, bizim kutsal anamız, bizi doğuran, besleyen ve sonunda tekrar bağrına alacak olan Yer’dir.” (De Santillana 2006: 266)

Bruno’nun panteist olduğu yaygın bir görüştür.(9) Gerçekten de Bruno için uzayın her noktası aynı tanrısal özelliklere sahiptir: “Tek bir yasa ve tek bir kuvvet evrenin her yerine hâkimdir; bu nedenle kendimizi bulabileceğimiz herhangi bir yerde Tanrı’dan kurtulamayız; dahası Tanrı’yı bulmak için kendimizin ötesine geçmemize gerek yoktur.” (Höffding 1955: 123)

Bruno metafizik görüşlerini geliştirirken döneminin bilimsel gelişmelerini yakından takip etmiştir. Örneğin Tycho Brahe’nin kuyruklu yıldızların yolu üzerine yaptığı araştırmalardan hem faydalanmış hem de bu araştırmaları kendi görüşlerinin bir doğrulanması olarak görmüştür. Tıpkı Kepler gibi Bruno da büyük bilimsel fikirleri spekülasyonlarla birleştirmiştir.

Bruno, 1600 yılında Roma meydanında yakılarak katledildi.

Yer’in evrenin merkezi olduğu görüşünün terk edilmesi, insanın evrendeki ayrıcalıklı konumunu yitirmesine neden olmuştur. Bu konumunun yok olması ise umutsuzluğa ve nihilizme ortam hazırlamıştır. Ancak bu sonuçlar hemen değil, bir süre sonra ortaya çıkmış ve (örneğin Pascal üzerinde) etkili olmuştur. Yer’in evrenin merkezi olmaktan çıkması ya da evrenin sonsuzluğu, Cusalı Nicholas ve Giordano Bruno için Yer’in ve insanın küçümsenmesi anlamına gelmez. Yeni evren anlayışı Nicholas için Yer’in “asil yıldızların seviyesine yükselmesi” anlamına gelirken Bruno için, sürekli değişen evren ile Yer arasındaki sınırların kalkmasıdır. Sürekli değişim ise bir mükemmellik işaretidir. Çünkü “değişmez bir evren ölü bir evren olacaktır; canlı bir evren hareket edebilmeli ve değişebilmelidir.” (Koyré 1998: 39-40)

Bruno Hermetik yapıtlardan da etkilenmiştir. Hermetik doktrine göre ışık ruhtur, karanlık ise maddedir. Bu yapıtların bir özelliği de Güneş’e yüklediği önemdir. Örneğin Lactantius’un Sermo Perfectus’unda (Kusursuz Dünya) Güneş tanrısal ışık ile Dünya arasında bir aracı, aslında ikinci bir Tanrı olarak adlandırılmıştır:

“… Güneş ya da Işık, güneşin aracılığıyla ışık her yere yayılır. Güneş diğer yıldızları ışığın gücünden çok, tanrısallığının ve kutsallığının gücüyle aydınlatır. Güneş ikinci bir tanrı olarak ele alınmalıdır. Dünya yaşamaktadır ve onun içindeki her şey de canlıdır ve yaşayan her şeyi yöneten güneştir.” (aktaran Trusted 1994: 37)

Animistik inanç kategorisine giren bu tür metafizik yalnızca Bruno üzerinde değil, Copernicus, Kepler ve Galileo üzerinde de etkili olmuştur. Örneğin “mekanik güç” kavramı temelde animistik bir kavramdır. Bilim tarihçisi Frances Yates’in deyişiyle:

“Animizmi çıkarıp, doğanın fizik yaşamına hareket ilkesi olarak yerleştirilen eylemsizlik ve gravitasyon yasalarıyla, öznel yerine nesnel bir anlayışla Bruno’nun evreni; bir büyücü değil bir teknisyen ve matematikçi olan bir Tanrı’nın koyduğu kendi yasalarıyla sonsuza dek hayret verici biçimde hareket eden, Isaac Newton’un mekanik evrenine benzer bir şeye dönüşecekti.” (aktaran Trusted 1994: 41)

Giordano Bruno’nun Toscana/İtalya’daki büstü.

Bruno’nun Hermetik eserlere dayanarak geliştirdiği görüşlerden sonra Kilise’nin Hermetizme karşı eleştirel tutumu sertleşmiştir. Daha sonra Descartes ve Gassendi gibi düşünürlerin Hermetik geleneğe alternatif olarak geliştirdikleri mekanikçi felsefenin etkisiyle de söz konusu gelenek giderek zayıflamıştır. Hermetik geleneği zayıflatan diğer bir etken ise 1614 yılında Isaac Cusaubon’un Hermetik eserlerin gerçekte MS 2. yüzyıldan 4. yüzyıla kadar Yeni-Platoncular tarafından yazıldığı görüşünü etkili bir biçimde savunması olmuştur. (bkz. Akdoğan 1996: 113)

Rönesans düşüncesi başlangıçta Parmenides’in felsefesini benimsemiştir. Bunun nedeni evrenin dışında aşkın bir gerçeklik tanımama isteği olmuştur. Rönesans düşüncesine göre, insanın bedeni ile Bir ve Bütün olan evren arasında benzerlikler vardır. Örneğin “fırtına içimizdeki nefes olarak, ırmaklar atardamarlar olarak, kayalar kemikler olarak yaşamaktadır”. (Bumin 1996: 15) Rönesans’ta yaygın olarak dile getirilen bu düşünceleri Bruno da benimsemiştir. Burada son derece ilginç olan nokta kendisi modern bir zihniyete sahip olmamasına karşın Bruno’nun modern bilim ve modern felsefeyi derinden etkileyebilmiş olmasıdır.

Bruno’nun takipçisi Felice Tocco, Bruno’nun eserlerini inceledikten sonra, Bruno’nun temel felsefi kavrayışını göz önüne alarak üç aşamanın ayırt edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür:

“[Bruno] ilk aşamada Yeni-Platoncularla yakın bir noktada yer alır, çünkü dünyayı insan bilgisi kadar Tanrı’nın bir açınımı (efflux) olarak ele alır. Bu aşaması özellikle De Umbris İdearum’da (Fikirlerin Gölgeleri) temsil edilir. İkinci aşamada Tanrı’yı tüm fenomenlerin değişimi boyunca daimi olan, varoluşta bütün karşıtlıkların birliği olarak, sonsuz bir töz olarak düşünür. Bu aşama Londra’da ortaya çıkan baş eseri İtalyan diyaloglarında temsil edilir. Üçüncü aşamada, atom ya da monatlar bir sonsuzluk olarak fenomenlerin temelini teşkil ederler, ancak Bruno her şeyin içinde devinen tek töz düşüncesini terk etmez. Bu aşama Frankfurt’ta ortaya çıkan Latin didaktik şiirde özellikle De minimo’da açığa çıkar. Tocco’nun işaret ettiği gibi Bruno’nun kendisi bu geçiş ve ayrımların farkında değildi. Ancak pek çok ayrıntı vardır ki bunlar Bruno’nun yorulmak bilmez İtalyan öğrencisi [F.Tocco] tarafından yapılan yorumlardan farklı bir yoruma açıktır.” (Höffding 1955: 130)

Engizisyon tarafından sekiz yıl yargılanan Bruno, Kilisenin resmi öğretisinden (ortodoksiden) sapmadığını kanıtlamak zorunda bırakılmış, buna karşın düşüncelerinden geri adım atmamış ve ölüm kararını okuyan yargıçların yüzüne karşı “siz, verdiğiniz bu karardan dolayı benden daha fazla korkuyorsunuz” demiştir. Bruno’nun yakılarak öldürülmesi oldukça dramatik olmuştur ve onu yargılayanlardan Cizvit rahip Bellarmine daha sonra Galileo Galilei’nin yargılanmasında da etkin rol oynayacaktır.

Anakronik bir değerlendirmeyle Bruno’yu “özgür düşünce” ya da “sekülerizm” için canını ortaya koymuş bir şehit olarak görmek doğru değildir. Aslında Bruno tıpkı Tommaso Campanella (1568-1639) gibi serüvenci ve dik başlı, uzlaşmaz bir kişiliktir. Yakın gelecekte çok önemli değişikliklerin olacağını vazeden bu iki düşünürün de aynı hapishanede yatmış olması bir rastlantı değildir. Rönesans biliminin en orijinal isimlerinden Tomasso Campanella (1568-1639) da bilimsel görüşleri mistik eğilimlerle birleştirmişti:

Engizisyonun Bruno’ya yönelttiği suçlamaların aslı bilinmese de (konuya ilişkin başlıca dokümanlar kayıptır) kozmolojisi nedeniyle idam edilmemiş olması muhtemeldir. Bruno İsa’nın tanrısallığını reddettiği için şeytani fikirlere sahip olmakla suçlanıyordu. Bruno Engizisyon karşısında görüşlerini korkusuzca ortaya koyar:

“Ben evreni sonsuz olarak, sonsuz ilahi gücün ve iyiliğin bir sonucu olarak görüyorum; herhangi bir sonlu dünyanın bunun karşısında hiçbir değeri yoktur. Dolayısıyla ben, bizim kendi Yer’imizin yanı sıra sonsuz dünyaların da var olduğunu söyledim. Pisagor’la aynı görüşteyim: Yer, diğer sonsuz yıldızlar gibi bir yıldızdır ve tüm bu sayısız dünyalar sonsuz uzay içinde bir bütündür, bu da gerçek evreni oluşturur.” (aktaran De Santillana 2006: 253)

Yargılanma nedeni ne olursa olsun Bruno’nun sonsuz evren görüşü döneminin çok ilerisindedir; etkisi kendi döneminde değil, sonradan ortaya çıkmıştır. Evrenin sonsuzluğu ancak Galileo’nun teleskopik keşiflerinden sonra kabul edilebilmiştir. Diğer bir deyişle Bruno içinde yaşadığı 16. yüzyılın dünya görüşünde değil 17. yüzyılın dünya görüşünde etkili olabilmiştir. Onun yürekten bağlandığı sonsuzluk kavramı hem matematiksel hem de metafiziksel bakımdan oldukça verimli sonuçlar doğurmuştur. Bruno, Ortaçağ ve Rönesans boyunca Newton’dan önce evrenin sonsuzluğu düşüncesini savunan hemen hemen tek düşünürdür. (bkz. Koyré 1994: 90) Bruno’nun sonsuz evren görüşü, geleneksel astronomiden ayrılan Brahe ve Kepler üzerinde bile etkili olamamıştır. Brahe ve Kepler kapalı evren kavramıyla düşünmeye devam etmişlerdir. (bkz. Koyré 1994: 148-149) Diğer bir deyişle Bruno’nun kozmolojisi çağının bilimini geride bırakacak kadar ileridedir, yani erken doğmuştur. Evreninin sonsuzluğu görüşü, tam olarak ancak Newton ile onaylanmıştır.

Dipnotlar

1) Copernicus Commentariolus’u bastırmamış ama sınırlı sayıda el yazması kopyasını üreterek meslektaşlarına göndermiştir. Copernicus’un ana yapıtı De Revolutionibus’un yayınlanmasından önce sisteminin yaratacağı etkiler konusunda mektuplaşmaları olduğu bilinmektedir.

2) Copernicus’un başyapıtı Türkçeye önce 2002 yılında “Gökcisimlerinin Dönüşleri Üzerine” başlığıyla kısmen tercüme edilmiştir. Yapıtın orijinal başlığı Copernicus’un imajıyla bağdaştırılamamış olacak ki çağdaş astronominin terimleriyle devrimcileştirilivermiş! Ancak aynı metin 2010 yılında başka bir yayınevi tarafından “Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine” başlığıyla orijinaline uygun ve tam metin olarak yayınlanmıştır.

3) Örneğin dumanın yukarı doğru hareketi ya da taşın bırakılınca yere doğru düşmesi.

4) Anlatıların genel dolaşıma girdikten sonra artık kendilerine ait bir yaşama sahip oldukları biçimindeki “yazarın ölümü” düşüncesi pekâlâ Copernicus’a de uygulanabilir: çünkü o da bir noktadan sonra eserinin nasıl alımlandığını kontrol edememiştir.

5) Astronomi Profesörü Domenico Maria da Novaro (1454-1504) İtalya ve Kuzey Almanya’ya hızla yayılan arka planındaki fikirler Platon’a ve Pisagor’a kadar giden büyük Yunan canlanmasının liderlerindendir.

6) İmpetus terimi ilk kez, antik çağın sonunda, “bir ilk hareket ettirici tarafından taşa, ya da atılan bir şeye katılan, maddesel olmayan bir kuvvetin, taşın, hareketini sürdürmesini sağlayan neden” anlamında John Philoponus (490-570) tarafından kullanılmıştır. Galileo, Descartes ve Newton tarafından eylemsizlik hareketinin formüle edilmesinde çok önemli bir yere sahip olan impetus kavramı P. Duhem, A. Meier ve diğer bilim tarihçilerinin çalışmalarında belgelendiği gibi, Bruno’dan önce uzun bir tarihi vardı.

7) Türkçesi Evrenin Yapısı (çev. Turgut Uyar – Tomris Uyar). Lucretius’un bu yapıtı (şiiri), matbaanın geliştirilmesinden sonra ilk basılan kitaplar arasında yer alır.

8) Ateist atomcu düşünür Lucretius yapıtında uzay ve zamanın sonsuzluğunu ısrarla vurgulamıştır.

9) Bruno’nun yapıtlarını İtalyancadan Almancaya aktaran Ludwig Kuhlenbeck bu görüşü paylaşmaz. Ona göre Bruno, Tanrı ile evreni hiçbir zaman özdeşleştirmek istememiştir. O, Tanrı’yı evrene içkin kabul etmiş, fakat aynı zamanda evrenin dışında varsaymıştır. Bu nedenle Bruno “Her şey Tanrı’dır” diyen bir panteist değil “Her şey Tanrı’dadır” diyen bir pananteisttir. (Bruno 1997: 163-164)

Evrenin sonsuzluğu ancak Galileo Galilei’nin teleskopik keşiflerinden sonra kabul edilebildi.

Kaynaklar

1) Akdoğan, Cemil (1996), Bilim Tarihi, Eskişehir: A.Ü.A.F. Yayınları.

2) Armitage, Angus (2004), Kopernik – Yaşamöyküsü ve Çalışmaları, çev. Emel Bayar, İstanbul: İzdüşüm Yayınları.

3) Bruno, Giordano (2004), Küllerin Şöleni, çev. Hüsen Portakal, İstanbul: Cem Yayınevi.

4) Bruno, Giordano (1997), Diyaloglar, çev. Sedat Umran, İstanbul: Berfin Yayınları.

5) Bumin, Tülin (1996), Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

6) Burtt, Edwin Arthur (1980), The Metaphysical Foundation of Modern Physical Science, London: Routledge & Kegan Paul.

7) Copernicus, Nicolaus (2010), Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine, çev. C. Cengiz Çevik, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

8) Copernicus, Nicolaus (2002), Gökcisimlerinin Dönüşleri Üzerine, çev. Saffet Babür, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

9) De Santillana, Giorgio (2006), Serüven Çağı Filozofları, çev. İbrahim Yıldız ve Aydın Gelmez, Ankara: Adapa Yayınevi.

10) Grant, Edward (1986), Orta Çağda Fizik Bilimleri, çev. Aykut Göker, Ankara: V Yayınları.

11) Höffding, Harald (1955), A History of Modern Philosophy, New York: Dover Publications, Inc.

12) Kenny, Anthony (2017), Batı Felsefesinin Yeni Tarihi III. Cilt Modern Felsefenin Yükselişi, çev. Volkan Uzundağ, İstanbul: Küre Yayınları.

13) Koyré, Alexandre (1998), Kapalı Dünyadan Sonsuz Evrene, çev. Aziz Yardımlı, İstanbul: İdea Yayınevi.

14) Koyré, Alexandre (1994), Yeniçağ Biliminin Doğuşu, çev. Kurtuluş Dinçer, Ankara: Gündoğan Yayınları.

15) Kuhn, Thomas S. (2007), Kopernik Devrimi / Batı Düşüncesinin Gelişiminde Gezegen Astronomisi, çev. Halil Turan vd., Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.

16) McClellan III, James E. ve Dorn, Harold (2008), Dünya Tarihinde Bilim ve Teknoloji, çev. Haydar Yalçın, Ankara: Arkadaş Yayınevi.

17) Sayılı, Aydın (1973), “Kopernik ve Anıtsal Yapıtı”, Nikola Kopernik içinde, Ankara: Unesco Türkiye Milli Komisyonu Yayınları, 25-131.

18) Tekeli, Sevim [ve diğerleri] (1999), Bilim Tarihine Giriş, Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.

19) Thilly, Frank (1995), Felsefe Tarihi, Cilt I, çev. İbrahim Şener, İstanbul: Sistem Yayınları.

20) Trusted, Jennifer (1994), Physics and Metaphysics: Theories of Space and Time, London and New York: Routledge.

21) Whitfield, Peter (2008), Batı Biliminde Dönüm Noktaları, çev. Serdar Uslu, İstanbul: Küre Yayınları.

Önceki İçerikTürkiye’de vaka sayısı 5698’e yükseldi: Toplam 92 kişi yaşamını yitirdi
Sonraki İçerikEvde kalamayanlar