Ana Sayfa Kitapçıl Sonra her şey gözden kayboldu…

Sonra her şey gözden kayboldu…

210

Rus Edebiyatı denince benim aklıma hep büyük balo salonlarında yapılan valsler, klasik müzik, soğuk ve karlı zamanlarda ekmek almaya dahi para bulmak için çırpınan fakir insanlar, zarif ama soluk renklerde yıpranmış kıyafetleriyle, düşmüş ama vakarını koruyan kadınlar gelir. Bugüne kadar biriktirdiklerimden olsa gerek… Annesi gibi piyanist olan Soneçka yetenekli olmasına yeteneklidir ancak babasız bir çocuk olması başta olmak üzere, dönemin koşullarına da bağlı olarak oldukça fakir ve zorlu bir hayat yaşar.  Gençliğin verdiği umutlar, parasızlığın sivri dişleri arasında hızla öğütülmektedir. Annesiyle olan ilişkisi dışında hemen hiç sosyal çevresi olmayan Soneçka, ünlü opera şarkıcısı Marya Nikolayevna’yla tanışarak onun eşlikçisi olunca dünyası yavaş yavaş değişmeye başlar. Marya Nikolayevna zengindir çünkü işini bilen bir tüccar ile evlidir, güzeldir, zariftir, yıllar içinde hep aynı sosyal çevrede olmanın getirdiği avantajla kim bilir belki de Soneçka’nın görmediği zayıf yönlerini örtmeyi bilen, sevilen, aranan bir kişidir. Yani Soneçka’nın sahip olmadığı, pek çoğunu görene kadar hayal bile etmediği her şey Marya Nikolayevna’nın ayaklarının altında serilidir. Önce Avrupa turnesinde şarkıcıya piyanoda eşlik etmek niyetiyle işe giren Soneçka, kısa sürede kendi hayatı ile Marya Nikolayevna’nın hayatı arasındaki uçurumu görür ve sahip olamadığı şeylerin sorumlusu Marya Nikolayevna’ymışcasına ona öfke duymaya başlar. Bir yandan kendisine önem vermesini, kendisine ihtiyacı olmasını, biraz da onu kontrol altına alabileceğini umarak beklerken bir yandan da bir açığını yakalayarak ona acı çektirmenin, mümkünse onu avucuna düşürmenin hayalini kurmaktadır. Zaman içerisinde pek çok şehir ve ülkeye beraber gideceği bu şarkıcı onun tüm hayatının ana nesnesi, neredeyse yaşama amacı olacaktır. Kitabın kapağında italik harflerle yazan bir cümle bize Soneçka’nın Marya Nikolayevna’ya karşı olan hislerinin bir yönünü apaçık gösterir: “Onun için vazgeçilmez, yeri doldurulamaz olmalıyım, sonuna kadar sadık, kendimi hiç düşünmeden.”

İnsanoğlunun doğası mıdır yoksa bizim toplumumuza has bir duygu mudur bilmiyorum ama ülkemiz insanında sıklıkla şahit olduğum duygu durumunu hatırlattı bu uzun öykü bana. Hani “Ben niye bu kadar düşük maaş alıyorum bunca yıllık eğitimime karşın?” diye sormaz da “Doktorlar niye o kadar çok maaş alıyor?”, “Komşunun arabası niye benimkinden daha iyi?” diye düşünür ya kimi insan, Soneçka da Marya’nın kendisinden daha güzel, daha zarif, daha zengin, daha mutlu olmasını sorgular. Hayatın adaletsizliğini kavrayabileceğini düşündüğümüz kimi yerler hariç sanki suçlu olan hep Marya Nikolayevna’dır. Bir yandan bu haksızlığa karşı sürekli bilenir, durmaksızın onun ipliğini pazara çıkaracak, kocası Pavel Fyodoroviç’e karşı rezil edecek, zor durumda bırakacak bir sırrı keşfetmek için Marya Nikolayevna’nın hayatını gözler. Tesadüflerin önüne çıkardığı bir isim, gizli bir aşkın emarelerini aramak için sürekli tetikte olmasına sebep olur. Belirsiz bir içgüdü ile bu aşkı keşfedip Pavel Frodoroviç’in yüzüne vurmak isterken zamanın akıp gidişi hem Marya Nikolayevna’ya hayranlığını hem de onun hayatına duyduğu kıskançlığı artırır. Nihayet o sırra erdiğinde ise hayat ona planlarını gerçekleştirme imkânı verecek midir?

Çarlık Rusya’sının toplumsal dokusu, Bolşevik Devrimi ve arkasından gelen dönemin peşi sıra Birinci Dünya Savaşı’ndan çıkmış Sovyetler’in ekonomik sıkıntıları, halkın yoksulluğu, işsizlik, her dönem her yerde işini bilip kervanını güden kurnaz tüccarlar, varsıl ile yoksul arasındaki uçurum, bohem hayatın fütursuzca harcadığı servetler… Arka fonda bütün bunları okumak, hissetmek mümkün. Ama yine de hikâyenin ana teması insanın duygularını anlatması, kişinin var olma sebebini bulmak için kimi zaman yaşadığı buhranları ve bunların sonucunda yarattığı mesnetsiz amaçları sahiplenişi. Metin bir yandan Soneçka’nın perişanlığına üzülmemize neden olurken, sürekli etrafındakilerle kıyaslama yapmak uğruna kendi değerini keşfedemeyip başka hayatların figüranı olan insanlara karşı da hafif bir öfke duygusu yaratıyor. Bu tip insanların özellikle kendi hayatlarını nasıl heba ettiklerini kitabın sonunda içi burularak okuyan tek kişi olmadığıma eminim. Kayıp bir hayata üzülmemek çoğu kişinin üstesinden gelebileceği bir durum değil çünkü.

Nina Berberova St. Petersburg’dan Paris’teki sürgün günlerine savrulan hayatının etkilerini Eşlikçi Kız’a yansıtırken, insan evladının en sağlıksız duygularından birini, kıskançlığı, kişinin kendini tanımaya çalışmasıyla beraber bir karakter yaratarak tamamlıyor. Kontrol edemediğimiz pek çok duyguyla hayatımızın yönünü nasıl çizdiğimizin farkına varamadığımızı gözler önüne seriyor. Bize de kitabı okurken kendini var etmeye çalışmanın önemini düşünmek, belki de kimi zaman düştüğümüz hatalarımızla yüzleşmek kalıyor.

Eşlikçi Kız, Nina Berberova,Çev. Roza Hakmen, Can Yayınları, 2019, 94 s.

Önceki İçerikBotaniğe açılan bir pencere:
Darwin’in En Güzel Bitkileri
Sonraki İçerikTarih, öznelcilik ve görecelilik