Ana Sayfa 17. Sayı Albert Einstein; bir radikal…

Albert Einstein; bir radikal…

2340

Bilim ve Gelecek dergisinin 17. sayısında yayımlanmış olan “Devrimci Einstein” dosyamızı okurlarımızın erişimine açıyoruz.
Ölümünün 65. yıldönümünde büyük bilim insanını farklı bir yönüne vurgu yaparak anıyoruz.

John Simon
Çev. Ulaş Başar Gezgin

2005, Albert Einstein’ın 50. ölüm yıldönümüne ve fiziğin yönünü dönüştürecek belli başlı beş bilimsel makalesinin yayımlanmasının yüzyıl dönümüne karşılık geliyor. Einstein’ın yorumları öyle devrimciydi ki, doğa bilimlerindeki yerleşik öğretiye meydan okumakla kalmadı, ortalama insanın bile dünyaya bakışını değiştirdi. 1920’lerle birlikte, çağımızda  magazin gazeteleri ve kablolu haber kanallarının yükselişine dek olağan sayılmayacak ölçüde uluslararası bir üne kavuşmuştu. Anlaşılması güç bilimsel makaleleri de, boyalı basınla söyleşileri de başsayfa haberi oluyordu. Öte yandan, ölümünden sonra yazılan yaşamöykülerinde pek yer bulamayan; Einstein’ın sözünü sakınmaz bir köktenci (radikal) olarak, döneminin siyasal yaşamına katılımının düzgün biçimde yansıtılmasıydı.

Lenin, Troçki ve Kollontay ile aynı kafede
Albert Einstein, 14 Mart 1879’da, özgürlükçü, laik bir burjuva Alman Yahudi ailesinin çocuğu olarak doğdu. Genç Albert’in çocukluğu ve ön ergenliği, sıradan bir nitelik taşıyor. 19. yüzyılın son onyıllarının birçok genç insanı gibi meraklıydı, Darwin okudu, özdeksel (maddi) yani doğal olan dünyaya ilgi duydu ve “‘yasa içindeki yasa’yı analiz etmek için doğanın gizi”ni kavramayı arzuladı.

Einstein 1895’te, 16 yaşındayken, Alman yurttaşlığını kendi isteğiyle bırakarak İsviçre’ye yerleşti. Bunun temel nedeni, zorunlu askerlik yapmak istememesi ve Zürih Politeknik Kurumu’nda eğitimini tamamlama arzusuydu. Almanya ve Avusturya üniversitelerinde egemen olan Yahudi karşıtlığından görece bağımsız bir ortam sağlayan Zürih’te, sonunda doktorasını aldı. Ama Zürih’in başka ödülleri de vardı. Einstein zamanının büyük bir bölümünü, Aleksandra Kollontay, Troçki ve birkaç yıl sonra Lenin’i de içermek üzere, Rus köktencilerinin uğrak yeri olan Odeon Kafe’de geçirdi. Odeon Kafe’nin insanı kendinden geçiren siyasal tartışmalarına katılmak için okulu astığı bile oluyordu.

Küçük Albert hülyalara dalmış (1893).

Akademik kadro bulamayan Einstein, 1902’de, Bern’deki İsviçre patent kurumunda çalışmaya gitti. 1905’i yani “harika yıl”ını yaşaması, Özel Görelilik Kuramı, nicem (quantum)fiziği ve Brown devinimi üstüne makalelerinin yayımlanması, bu döneme rastlar. 1914’te Berlin’den tam kadro profesörlük önerisi aldı ve kabul etti. “Einstein Dosyası”nın (1) yazarı Fred Jerome, bu iş önerisinin, büyük olasılıkla, hükümetlerinin imparatorluk hedeflerini özendirmek için, bilimsel ve teknolojik alandaki yetenekleri bulup çıkarmak amacıyla, Britanya, Fransa ve Almanya arasında yapılan ödüllü yarışmanın bir sonucu olduğunu belirtiyor. Ne yazık ki Einstein bu kadroyu, Almanya’yla düşmanları arasında 1. Paylaşım (Dünya) Savaşı çıkmadan hemen önce aldı.

Einstein savaşa karşı çıkıyor
Einstein, daha önce yandaşı olduğu Alman sosyal demokratlarıyla anlaşmazlığa düşmek pahasına savaşa karşı çıktı ve kendini, partideki, savaşı, savaşan tarafların egemen sınıfları arasındaki bir kavga olarak gören azınlığın yanında konumlandırdı. Einstein kendini, meslektaşlarının birçoğuyla da görüş ayrılığı içerisinde buldu. O zamanlar, Einstein’la eşdeğer saygınlıktaki bir fizikçi olan Max Planck ve sayıları yüzü bulan diğer bilimciler, bir kuşak sonraki Nazi saldırgan sözlerini andıran bir dilde yazılmış; savaşı, “beyaz ırka karşı haddini aşan” “Rus güruhu”na, “Moğollar”a ve “Zenciler”e karşı meşru görülebilecek bir direniş olarak ussallaştıran, Almanya’nın savaş hedeflerini savunan aşırı milliyetçi “Uygar Dünya’ya Manifesto”ya imza atıyorlardı. Yalnızca Einstein ve onun dışındaki üç bilimci, daha sonra Alman hükümetince yasaklanacak bir belgeyle bu manifestoya yanıt veriyor ve bilim insanlarının (ne yazık ki, çok sayıda yazar ve sanatçı ile de birlikte) davranışlarının utanç verici olduğunu belirtiyorlardı. Bu yanıt metnine imza koyanlardan en az bir tanesi tutuklandı. Einstein tutuklanmadı. Bu, yeni kazandığı, yalnızca kendisini korumasını değil, başkalarının konuşamadığı durumlarda sözünü sakınmamasını sağlayan ününün gücünün ilk örneğiydi.

“Ders iptal-Devrim”
Einstein, savaşın sonunda sözünü sakınmamayı sürdürdü. Çok ünlü bir olay şuydu: Kaiser Wilhelm’ın tahttan düştüğü gün -bu, yalnızca ateşkese değil, diğer yedi Avrupa monarşisinin düşüp, hepsinin yerini özgürlükçü ve toplumsalcı yönetimlerin almasına tanıklık eden bir 15 gündü-, Einstein sınıfının kapısına bir yazı astı: “Ders iptal-Devrim”. Savaş boyunca, özgürlükçü ve köktenci öğrencilerinin ve meslektaşlarının savaşımına destek verdi ve onları savundu. Savaş sonrası, daha sonra hızla Nazizme dönüşecek, yeni yeni gelişen öç peşindeki militarizme karşı direnişte de onlarla birlikteydi.

Einstein’ın ön saflarda oluşu, nefret dolu Yahudi karşıtlığının canlanmasıyla birlikte onu hedef tahtası haline getirdi. Görelilik üzerine yapıtları, yalnızca aşırı sağcı siyasetçilerce değil Alman meslektaşlarınca bile, bir “Yahudi sapkınlığı” olarak karalandı. Einstein artık, uluslararası üne sahip bir fizikçiydi. 1921’de, ışığın kuantum doğasını gösteren foto-elektrik etkisi üstüne yaptığı çalışmalarla Nobel Fizik Ödülü’nü aldı. Weimar Cumhuriyeti’nin kültürel ve toplumsal yaşamında da ön saflarda yer alıyordu. Aynı zamanda, siyasal görüşlerinde gittikçe sözünü sakınmaz bir çizgi tutturmuştu. 1920’lerde, Almanya’da tırmanışta olan ırkçı ve aşırı milliyetçi şiddete karşı Yahudileri korumayı amaçlayan örgütleri destekledi ve Avrupa’nın birliği için çalıştı. Eşitlikçi çizgisi dizginlenemez bir nitelikteydi. Einstein, üniversite harçlarındaki yoksul öğrencilerin karşılayamayacağı artışı protesto ederek, akşamları düzenli olarak ücretsiz fizik dersleri veriyordu. Avrupa’daki iktisadi ve siyasal bunalım keskinleştikçe, çoğu kez, bilimsel konferanslardaki platformları siyasal soruları yanıtlamak için kullandı. Jerome şöyle diyor: “Onun için, sabah bir üniversite dersinde göreliliği tartışıp, sonra aynı günün akşamı gençlerle askere gitmemeleri için konuşmak hiç sorun değildi.”

Einstein, Naziler’in hedef tahtasında
1930’la birlikte, Hitler’in Nasyonal Sosyalist (Nazi) Partisi Almanya’da egemen siyasal güç olmaya başladı. Sözünü yine sakınmayan Einstein, bilimsel ve siyasal çıkışlarını daha rahat yapabileceği yurtdışına daha fazla çıkmaya başladı. Britanya’da, Hollanda’da, Avrupa’nın çeşitli yerlerinde ve 1930’dan sonra Kaliforniya Teknoloji Kurumu’nda konuk öğretim üyesi olarak ders verdi. 30 Ocak 1933’te Naziler iktidarı ele geçirdi ve Einstein’ın Berlin’deki mülküne el koydular. Mayıs’ta Hitler’in propaganda bakanı Göbbels, özellikle Einstein’ın yapıtlarını içeren, kamuya açık bir kitap yakma gösterisi düzenledi; bu vahşiliğin resimleri, dünyanın dört bir yanında yayınlandı. Nazi gazetelerinde, kendisini öldürecek kişiye büyük bir para ödülü verileceğinin yazılmasından sonra Einstein, Hollanda’daki konuşma turunu korumalarla birlikte tamamlamak zorunda kaldı. O kış, Kaliforniya Teknoloji Kurumu’ndayken, kendisi ve ailesi Berlin’e dönmemeye karar verdi. Onun yerine, New Jersey, Princeton’daki İleri Çalışmalar Kurumu’ndan önerilen yaşam boyu kadroyu kabul etti ve Mercer Sokağı’nda gösterişsiz bir eve yerleşti.

Einstein, 1903’te Bern’deyken.

Einstein Princeton’da, bir yandan yeni ülkesine alışmaya çalışırken, bir yandan da kararlı bir biçimde, elektromanyetizmanın ve yerçekiminin aynı temel görüngünün iki farklı biçimi olduğunu gösterme çabası olan Birleşik Alan Kuramı üstünde çalıştı. Bu, yaşamının geriye kalan döneminde başlıca bilimsel uğraşı olacaktı. Birleşik Alan Kuramı, günümüz fiziğini ve evrenbilimini devindirmeyi sürdürmektedir.

İspanya İç Savaşı’nda Cumhuriyetçiler’in safında
1940’ta ABD yurttaşlığına alınmadan önce, Einstein’ın siyasal uğraşları, Naziler’in Yahudi karşıtlığının ve faşizmin eleştirisine odaklanmıştı. Bir kez daha ününü kullanarak, sığınmacıların ABD’ye göç etmelerine izin verilmesi için hükümete dilekçe verdi, ama geri çevrildi. Sonra, Eleanor Roosevelt’e eşini ikna etmesi için ricada bulunan diğer Avrupalı aydınlara katıldı, ama sonuç aynıydı. Bu, Einstein’ın FDR (2) yönetimiyle ilk çatışması değildi. İspanya İç Savaşı’ndaki Franko karşıtı güçleri, etkin olarak ve açıkça destekledi. Nazi Hava Güçleri İspanyol köylerini bombaladığında, Birleşik Devletler, Britanya ve Fransa’yla birlikte, Cumhuriyetçi güçlerin cephane gereksinimini hiçe sayarak, düzmece bir “yansızlık” ambargosu uyguladı. Einstein’ın da katkıda bulunduğu örgütlü gösterilere ve çağrılara karşın ambargo kaldırılmadı ve (savaş sonrası, ABD yardımıyla) İspanya’nın başına çöreklenmiş faşist düzen ayakta kaldı. Abraham Lincoln Tugayı’ndan yaklaşık 3000 Amerikalı gönüllü, Cumhuriyet’le savaşma komutuna uymayıp hükümetlerine karşı çıktılar. Einstein, başından beri onların ateşli bir destekçisiydi.

Hiroşima ve Nagasaki yıkımlarına tepki
Einstein 1939’da, Naziler’den kaçıp ABD’ye sığınan Leo Szilard’ın kendisini ikna etmesiyle, Başkan Roosevelt’e, Almanya’nın çekirdek (nükleer) araştırmalarındaki ilerlemesiyle ve Almanlar’ın bir atom silahı geliştirme olasılıklarıyla ilgili uyarıda bulunmak üzere bir mektup yazdı. Mektup, ABD’nin böyle bir bomba yapma sürecinde etkili oldu. Bu, Einstein’ın en çok anımsanan kamusal edimidir. Bununla birlikte, hükümetin Einstein’ın siyasal tutumundan (radikalizminden) duyduğu korku ve Einstein’ın kendisinin konuya ilgisizliği, onu Manhattan Projesi’nde yer almaktan alıkoydu.

Savaştan sonra, Einstein, Hiroşima ve Nagasaki’nin küle döndürülmesini protesto etti. Fred Jerome, Londra Pazar Ekspresi Gazetesi’ndeki 1946 tarihli bir söyleşiyi anmaktadır. Bu söyleşide Einstein, “Japonya’ya atom bombası atılmasını Truman’ın Sovyet karşıtı dış siyasetine bağlıyor” ve “FDR yaşasaydı, Hiroşima asla bombalanmazdı” diyordu. Jerome, bu söyleşinin, FBI tarafından tutulan ve kalınlaşan Einstein Dosyası’na hemen eklendiğini belirtiyor.

Einstein, ilk eşi Mileva ile.

Savaştan sonraki ilk yıllara, hükümet ve iş çevrelerinde, ABD’nin uluslararası ve yurtiçi amaçlarını desteklemek için peydahlanmış bir anti-komünist çılgınlık damgasını vuruyordu. Mayıs 1945’te Almanya’nın yenilmesi ile Ağustos’ta Hiroşima’nın bombalanması arasındaki aylarda atom bombasının kullanılması üzerine tartışma yürüten bilim insanları, bu konuda deneyim sahibiydiler. Birçoğu, Birleşik Devletler ile Sovyetler Birliği arasındaki bir nükleer silah yarışından korkuyordu. Bu olasılığa karşı kulis yapmak için, Atom Bilimcileri Acil Durum Komitesi’ni kurdular ve Einstein genel başkanlığı kabul etti. Einstein ilk iş olarak, ABD’nin militarist genişlemesiyle ilgili görüşlerini belirtmek üzere, Dışişleri Bakanı George C. Marshall’la görüşmek istedi. İsteği geri çevrildi. Ama bir orta düzey Atom Enerjisi Kurulu yetkilisiyle görüşmesinde, Truman’ın dış siyasetinin Sovyet karşıtı bir genişlemecilik olduğunu söyledi. “Amerikan barışı”nın, ABD’nin imparatorluk tutkusu anlamına geldiğini belirtti. Atom Bilimcileri Acil Durum Komitesi’nin nükleer karşıtı iletisi ciddi bir kamusal karşılık buldu, ama bilim insanları ordunun nükleer araştırmaları bırakması ve bu tür araştırmaların uluslararası denetim altına alınması taleplerini kabul ettiremediler.

Einstein, ırkçılığa karşı mücadelede
Einstein’ın 1940’lardaki bir diğer başlıca siyasal uğraşı, ABD’de ırkçılığın, ayrımcılığın, linç girişimlerinin ve beyaz üstünlüğü görüntülerinin süregelmesi üzerineydi. Savaş sırasında ülke, bir yandan savaş alanlarında, diğer yandan eşitlik vaatleriyle yurtiçi cephede, savaşı desteklemek için seferber olmuştu. Öte yandan, ırksal adaletle ilgili resmi ileti, gerçekte oldukça muğlaktı. FDR, umut vaat eden, ama işyerlerindeki ayrımcılığı kırmakta çok az etkili olabilen bir Adil İşe-Alım Uygulamaları Kurulu kurdu. Ama 11 milyon üyesiyle güçlü bir kurum olan orduda, ayrımcılık kaldırılmadı. Savaş sonunda, ekonomik yer değişimleri, vardiyalar ve ev bölüşümleri, her zaman, geleneksel Jim Crowvari bir biçimde çözüldü: “Siyahsan, yaylan, yaylan, yaylan”! (3)

Einstein’ın yaşadığı New Jersey-Princeton Kenti (hatta üniversitesi), New York’a biraz uzak olsa da, eski güney birliğinin bir kenti sayılabilirdi. Princeton’da doğan Paul Robeson New Jersey’i, “Georgia ekim-dikim kenti” olarak adlandırıyordu. Evler, işler ve (bir zamanlar, ayrımcı Woodrow Wilson tarafından yönetilen) üniversitenin kendisi, Afrikalı Amerikalılar’a kapalıydı; protesto ve karşı çıkma, çoğu zaman polis şiddetiyle karşılanıyordu. Benzer görüntülere Almanya’da da tanık olmuş ve her durumda ırkçılık karşıtı bir kavga insanı olan Einstein, haksızlıklara karşı tepkisini koyuyordu. 1937’de, kontralto Marion Anderson, Princeton’da büyük beğeni toplayan bir dinleti verdi. Fakat ayrımcılık yapan Nassau Hanı’nda kalmasına izin verilmeyince, dinletiye katılanlardan biri olan Einstein, hemen ona kendi evinde kalmayı önermişti. Anderson öneriyi kabul etti ve ayrımcılık kalktıktan sonra bile, ne zaman New Jersey’e şarkı söylemeye gelse Einstein’ın konuğu oldu.

1946’da Paul Robeson, ülke çapındaki büyük bir linç dalgasına karşı, Einstein’ı Linçi Kaldırmak İçin Amerika Seferi’nde kendisine eşlik etmeye çağırdı. W. E. B. Du Bois ve Uygarlık Hakları Hareketi’nin diğer üyelerini de içeren grup, Einstein’ın konuşma yapacağı bir Washington yürüyüşü düzenlediler. Hastalığı buna engel oldu, ama Başkan Truman’a, linççilerin yargılanmaları, linç karşıtı bir yasanın çıkarılması ve ırkçı Mississipi Vekili Theodore G. Bilbo’nun görevinden alınması için çağrıda bulunan bir mektup yazdı. Mektup, Robeson tarafından okundu; ama eylem, Truman’a yönelik olarak, hükümet siyahları korumayacaksa, siyahların kendi kendilerini koruyacaklarını söylemesi üzerine, kısa kesildi. Bir uğultu yükseldi, ama Einstein mektubunda, Robeson’la aynı görüşe sahip olarak şöyle demişti: “Haklı olan bir davanın hizmetinde, katı bir istenç ne zaman işlemekteyse, yasal engelleri aşmanın bir yolu her zaman bulunur.”

Albert Einstein: “Amerikalıların eşitlik anlayışları beyaz derililerle sınırlı”
Amerika’da, sizlerin arasında, on yıldan biraz fazla zamandır yaşayan biri olarak yazıyorum. Ciddi bir biçimde ve ikaz ederek yazıyorum. Birçok okur “Yalnızca bizi ilgilendiren ve yeni gelmiş bir kimseyi etkilemeyecek hangi konu üzerine konuşacak?” diye sorabilir.

Böyle bir bakış açısının doğru olacağını düşünmüyorum. Bir kimsenin yetiştiği çevre, verici olduğu kadar alıcıdır. Diğer taraftan, bu ülkeye gelmiş yetişkin birisi, bu ülkeye özgü ve karakteristik herşey için keskin gözlemler yapabilir. Böyle bir kimsenin, gördüklerini ve hissettiklerini açıkça söylemesi gerektiğine inanıyorum. Bu, kişinin topluma faydalı olmasını da sağlayabilir.

Bu ülkeye yeni gelmiş bir kimsenin kendini bu ülkeye adamasını sağlayan şey, insanlar arasındaki demokrasidir. Burada, bu ülkenin demokratik anayasasını kastetmiyorum. Ayrıca bu anayasa, övgüye değerdir. Burada, kastettiğim bireylerin birbirleriyle olan ilişkileri ve birbirlerine karşı gösterdikleri davranışlardır.

Amerikalıların toplumsal görüntüsünde sorunlu bir nokta var. Eşitlik anlayışları ve insan değeri esas olarak beyaz derililerle sınırlı. Hatta bunlar arasında, benim Yahudi olmam hakkında da önyargılar var. Ancak, bunlar, “Beyazlar”ın daha koyu renkli, özellikle zenci yurttaşlarına olan tutumlarına oranla önemsiz kalıyor. Kendimi daha çok Amerikalı hissettiğimde bu durum beni daha çok üzüyor. Suç ortaklığı duygusundan yalnızca, bu konuda açıkça konuşarak kurtulabilirim.

Birçok samimi insan “Zencilere karşı davranışlarımız, bu ülkede zencilerle yan yana yaşarken edindiğimiz kötü tecrübelerimizin bir sonucudur. Onlar, bilgi düzeyinde, sorumluluk duygusunda ve güvene layık olmada bizlerle eşdeğer değiller.” şeklinde cevap verecektir.

Kuvvetle eminim ki, her kim buna inanıyorsa, o kişi kahredici bir yanlış anlayış içindedir. Atalarımız, bu siyah insanları evlerinden zorla getirdiler. Beyaz adamın sağlıklı ve rahat yaşam arayışında insafsızca sindirildiler, sömürüldüler ve köle durumuna düşürüldüler. Zencilere karşı modern önyargılar, bu uygun olmayan koşulu sürdürme isteğinin bir sonucudur.

Antik Yunan’lılar da kölelere sahipti. Bu köleler zenci değil, savaşta esir alınmış insanlardı. Irksal farklılıklar söz konusu değildi. Büyük Yunan filozoflarından biri olan Aristoteles kölelerin, zorla boyun eğdirilmiş ve özgürlüklerinden mahrum edilmiş ikinci sınıf varlıklar olduğunu söyledi. Aristoteles’in, olağanüstü zekasına rağmen, geleneksel önyargının ağına düştüğü ve kendisini bu ağdan kurtaramadığı açıktır.

Şeyler karşısındaki tutumlarımızın büyük bölümü, çocukluğumuzdan itibaren çevremizden farkında olmadan aldığımız fikirler ve duygularla koşullandırılmıştır. Başka bir deyişle, bizi biz yapan -miras aldığımız yeteneklerin ve özelliklerin yanında- gelenektir. Ancak, geleneğin davranışlarımız, inançlarımız ve bilinçli düşüncelerimiz üstündeki güçlü etkisini nadiren düşünürüz.

Geleneği küçümsemek akılsızlık olacaktır. Ancak, eğer insan ilişkilerinin daha iyiye gitmesini istiyorsak, olgunlaşmamızla birlikte gelişen aklımız sayesinde geleneği kontrol etmeye başlamalıyız ve geleneğe karşı kritik bir tavır almalıyız. Kabul edilmiş geleneğimizin, geleceğimize değerlerimize -ve bununla birlikte yaşam şeklimize- zarar verdiğini bilmeye çalışmalıyız.

Her kim bunu dürüstçe denerse, çok yakında, zencilere karşı geleneğin ne kadar uygunsuz ve ölümcül olduğunu kavrayacağına inanıyorum.

Bununla birlikte, iyi bir insan, bu derinlere kök salmış önyargıyla mücadele etmek için ne yapabilir? Bu kişi, sözüyle ve eylemiyle örnek olacak bir cesarete sahip olmalı ve çocuklarını ırkçı yargılardan etkilenmemesi için gözetmelidir.

Bu kolay değişmeyecek belayı çabucak düzeltecek bir yol olduğunu düşünmüyorum. Fakat bu amaca ulaşılıncaya kadar, adil ve iyi niyetli bir insan için daha iyi bir tatmin mevcut değildir.

(Çev. Erdem Sönmez)

“Amerikan eşitliği, sadece beyaz derililer için”
Einstein, ününü toplumsal adalet için kullanmaya istekliydi, ama bu yolla elde edebileceği onurlandırmaları kararlılıkla geri çevirdi. Ancak, bir ayrıcalıklı durum vardı. Mayıs 1946’da Pennsylvania’da, tarihsel olarak siyah bir kuruluş olan Lincoln Üniversitesi’nin rektörü Horace Mann Bond, bilimciye bir onursal derece verdi. Einstein kabul etti ve gününü lisans öğrencilerine ders anlatarak ve öğretim üyelerinin çocuklarıyla konuşarak, hatta oynayarak geçirdi.

Fritz Haber ve Einstein (1914). F. Haber, sonraları Nazilerin fizik alanındaki temsilcisi olacaktır.

Bunlardan biri, rektörün küçük oğlu Julian Bond’du, ki ileride Uygarlık Hakları Hareketi’nin önderlerinden biri olacaktı ve bugün Renkli Derili İnsanların İlerlemesi İçin Ulusal Dernek’in başkanı (4). Basın olayı yansıtmadı, ama Einstein konuşmasında “Amerikalılar’ın toplumsal bakış açısı, eşitlik ve insan onuru anlayışları, yalnızca beyaz derililer için. Kendimi ne kadar çok Amerikalı duyumsarsam, bu durum içimi o kadar çok acıtıyor. Suç ortaklığından, ancak sözümü sakınmayarak kurtulabiliyorum” diyordu.

İlerici Parti’ye destek
Bu toplumsal sorumluluk duygusu Einstein’ı, bir yandan yurtiçinde ırk ayrımcılığına karşı mücadeleye, diğer yandan uluslararası planda Soğuk Savaş’ın beslediği nükleer silah tehlikesine karşı harekete geçmeye itiyordu. Eski dostu Thomas Mann’la ve Sacco-Vanzetti davasına ilişkin siyasal içerikli resimleriyle ün kazanmış arkadaşı ve komşusu Ben Shahn ile birlikte, yeni İlerici Parti’ye destek olmaya başladı. Roosevelt’in eski Yeni Düzen koalisyonunun sol kanadınca oluşturulan, köktencileri, sosyalistleri ve komünistleri de içeren parti, 1948’de, önceki başkan yardımcısını başa getirmek hedefinin bir aracı olarak kurulmuştu. Einstein özellikle partinin Jim Crow’a karşı konumuna hayrandı ve desteğini esirgemeyerek ününden yararlanmalarını sağladı. Wallace’la ve parti destekçisi Paul Robeson’la resimleri çekildi. Güney’de kampanya yürüten bu ikili, kendilerine yönelik şiddetli saldırılara karşın, ayrımcılık yapan dinleyici kitlelerine konuşma yapmayı ve Jim Crow konukevlerinde kalmayı reddetti. Ayrıca Wallace, Einstein’ın da desteğiyle, nükleer silahların uluslararası denetimi ve yasadışı sayılmaları için çağrıda bulundu. Bununla birlikte, sonuçta, Sovyet karşıtı bir aşırı ulusalcılık ve Truman’ın Yeni Düzen-türü toplumsal programı, Wallace hareketinin çökmesine neden oldu. Truman’ın şaşırtıcı olarak yeniden seçilmesi, Soğuk Savaş’ın hızlandırılmasına ve ona eşlik eden ideolojik hegemonyanın pekişmesine yol açtı.

“Niçin sosyalizm?” adlı makale
Wallace’ın destekçilerinden kimileri, İlerici Parti’nin Yeni Düzen özgürlükçülüğünü aşmakta başarısız kalmasına sinirlendi. Parti’nin, örneğin temel endüstri alanlarında kamusal mülkiyet gibi sorunlarda açıkça toplumsalcı konumlar alması gerektiğini düşünüyorlardı. Böyle düşünenlerin arasında, toplumsalcı ve Marksçı bir bakış açısıyla kapsamlı çözümleme ve yorum organı olarak Monthly Review dergisini kuran Leo Huberman ve Paul M. Sweezy de vardı. Einstein, Monthly Review’ın kurulmasını alkışlamıştı ve Huberman’ın arkadaşı Otto Nathan’ın isteği üzerine, Mayıs 1949’da çıkan ilk sayı için, “Niçin Sosyalizm?” adlı makalesini kaleme aldı. Einstein’ın ünüyle birlikte, makalenin mantıksal, ahlaksal ve siyasal anlamda toplumsalcılık davasını berrak bir biçimde anlatışı, dikkatleri bu küçük sol derginin doğumu üzerine çekti. Dönemin siyasal düşmanlık ikliminde, makale kuşkusuz, dergiye yeterince güç ve satış sağladı.

Yahudi sorunu, Siyonizm ve Einstein
Einstein, 2. Paylaşım (Dünya) Savaşı’ndan sonra, Nazi soykırımını izleyen dönemde, Avrupalı Yahudi bunalımıyla da ilgilendi. Henüz çocukken tanıştığı Yahudi düşmanlığına karşı, kendini laik bir Yahudi olarak konumlandıran Einstein, bu aşırı ulusalcı hastalığın yakından bir gözlemcisi ve kurbanıydı. Ona, diğer nefret suçlarına yaptığı gibi tepki koydu. 1921’de bile, Filistin’de Yahudi yerleşimlerinin kurulması için para toplamak için ABD’ye ilk yolculuğunu gerçekleştirdiğinde, Avrupalı Yahudi topluluğuna yaklaşmakta olan felakete karşı çözüm aradı. Orta ve Doğu Avrupa’da artmakta olan Yahudi yaşamına yönelik yasal ve yasadışı kısıtlamalara karşı çıktı, (fazla bir başarı kazanamasa da) Amerika’ya Yahudi göçünü destekledi ve Filistin’de kendisinin ve başkalarının “Yahudi ulusal yuvası” olarak adlandırdığı ülkünün yaratılmasını savundu. Böylece adı Siyonizmle bir arada anıldı. Bu, onu tam anlamıyla tanımlayan bir etiket değildi, ama bu etiketi etkin bir biçimde reddetmedi. Yine de, kendini, Vladimir Jabotinskiy ve Menachem Begin gibi aşırı ulusalcılardan ve bağnazlardan, Hayim Weizman ve David Ben Gurion gibi anadalga Siyonistler’den ayrı tuttu. 1930’da şöyle yazıyordu: “Şoven milliyetçilik dizginlenmeli… Filistin’de, ancak, kendini ülkede, evinde duyumsayan iki halkın barışçıl işbirliği temelinde bir gelecek görebiliyorum… Her şeye karşın bir araya gelmeliler”. Savaştan önce de sonra da, iki-uluslu bir Yahudi-Filistin devletini savunuyordu.

Einstein 1946’da, hâlâ “yeri yurdu belirsiz” yüzbinlerce Avrupa Yahudisi ve sığınmacı nüfusun azıcık bir bölümünü bile emmeye isteksiz olan galip müttefiklere, İngiliz-Amerikan Filistin İncelemesi Kurulu önünde konuşarak bir “Yahudi anayurdu” çağrısı yaptı. Siyonist kuruluş bu konuşmayı, Yahudi egemenliğine bir çağrıymış gibi, bilinçli olarak yanlış yorumladı. Bu yüzden, arkadaşı Rabbi Stephen Wise’ın yardımıyla, konumlanışını aydınlığa kavuşturdu. Şöyle dedi: “Yahudiler, Filistin’in emici ekonomik olanaklarının sınırları içerisinde, serbestçe göç edebiliyor olmalılar. Filistin de, ‘bir grubun öteki üstünde egemenliğinin’ olmamasını güvence altına alan bir hükümete sahip olmalı. Wise’ın daha güçlü bir açıklama istemine karşı çıkarak şöyle yanıt verdi: “Katı bir Yahudi Devleti talebi, bizim için yalnızca istenmedik sonuçlar doğurur”. Köktenci gazeteci I. F. Stone onu, “etnik sınırlamalar”ın üstüne çıkabildiği için övüyordu. Einstein daha sonra, I. F. Stone’un haftalık gazetesine parasal destek sağlayacaktı.

Einstein ve Oppenheimer (1945).

Yine de, birçok Yahudi radikali ve sosyalisti gibi Einstein da, Siyonist projeye yönelik duygusal çiftstandartlılığı aşmakta zorlanıyordu ve sonunda İsrail’in kurulmasına alkış tuttu. Kimi köktencilerin, 1967 savaşından sonra, İsrail’in Filistinliler’i boyunduruk altına almasına ilişkin tutarsız tepkisini düşünürsek, Einstein’ın ne tepki verebileceğini öngörmek zordur. Ama kesinlikle, Yahudi yerleşimlerinin yerli Filistinliler için doğuracağı sonuçlara duyarlıydı. İsrail’in Filistinliler’e uyguladığı baskı karşısında dehşete düşeceğini ileri sürmek, onun görüşlerini fazla esnetmek olmaz.

“Kızıl avı”na karşı tepki
Einstein’ın son yıllarını, yüzyıl ortası “kızıl korku” aldı. Şöyle yazıyordu: “Yıllar öncesinin Alman felaketi, kendini yineliyor”. Einstein 1950’lerin başlarında, Amerikalılar’ın varoşlar ve Kore Savaşı kaynaklı zenginlikleri içinde kendilerini kaybetmelerini izleyerek, “(Birleşik Devletler’deki) dürüst insanların, umutsuz bir azınlık olmaları”na yazıklanıyordu. Ama savaşımını sürdürmekte kararlı olduğundan bir forum aradı. Bu forumu, bir soruşturma kurulu önünde siyasal görüşlerini ve arkadaşlarının adını vermeyi reddettiği için okuldan atılmış olan bir New York devlet okulu öğretmeninden gelen 1953 tarihli bir mektuba yanıtında buldu. Einstein, önyargıların üstesinden gelmek için İngilizce sınıflarında kültürlerarası dersler hazırlayan, yenilikçi öğretmen William Frauenglass’a mektup yazdı. “Soruşturmaya çağrılan tüm aydınlar tanıklık etmeyi reddetmelidir… Bu büyük adımı yeterli sayıda insan atarsa, başarılı olurlar. Atmazlarsa, o zaman aydınlar, kendileri için biçilmiş kölelikten daha iyisini hak etmezler” diye yazıyordu. Mektup, ülke çapında ilk sayfa haberi oldu ve amacına ulaştı. Cadı avına karşı direniş hareketi güç kazandı. Einstein, New York Times’ta, kendisiyle aynı görüşü paylaşmayan bir başyazı yayımlandığında, (“Kendilerini İmparator’a kurban etmeyi reddeden İsacı Şehitler’i kınıyor musunuz? John Brown’ı kınıyor musunuz?”), Londra’dan yazan düşünür Bertrand Russell’ınki kadar uzak seslerle de desteklendi.

“Öğüdü, Doktor Einstein’dan aldım”
Frauenglass olayından kısa bir süre sonra, bir başka uzlaşmaz tanık Al Shadowitz, Vekil McCarthy’ye tanıklık etmeyi reddettiğini bildiriyordu: “Öğüdü, Doktor Einstein’dan aldım”. McCarthy’nin tepkisi balistikti; ama sonunda salgın, bir yandan 1957’de kızıl avcılarının frenine basan Yargıtay’a (bu davalardan biri, Monthly Review kurucusu Paul Sweezy ile ilgiliydi), bir yandan da 1960’dan başlayarak, çoğu zaman yakıcı taşlama ve alayla kurul oturumlarında tam anlamıyla arıza çıkaran Yeni Solcu genç öğrencilere yayıldı. Einstein’ın mektubundan yalnızca on yıl sonra Martin Luther King Jr. da, çağdaş uygarlık hakları hareketini canlandırmak için “sivil itaatsizliği” devreye soktu.

1954’te, Manhattan Projesi’nin savaş boyu önderi meslektaşı J. Robert Oppenheimer’ın temiz sicilli sayılmaması ve bilimsel araştırma özgürlüğü hakkının çiğnenmesine karşılık olarak Einstein, kendine özgü mizahla, “bir kez daha genç olsaydı, bilimci ya da bilgin ya da öğretmen olmaya çalışmayacağını, onun yerine, varolan koşullardaki azıcık bağımsızlığa kavuşma umuduyla, tesisatçı ya da gezgin satıcı olmayı yeğleyeceğini” yazıyordu.

“Kızıl korku” döneminin tavizsiz direnişçisi
Einstein ayrıca, daha zor ve potansiyel olarak daha tehlikeli başka siyasal edimler de üstlendi.

Julius ve Ethel Rosenberg davasında araya girmeye çalışanlar içinde, belki de kimse onun kadar uluslararası dikkat çekmedi. Einstein 1953’te, dava yargıcı Irving Kauffman’a, duruşma kaydının davalıların suçunu “kuşkuya yer vermeyecek bir biçimde” ortaya koymadığına dikkat çeken bir mektup yazdı. Yanıt alamayınca, görüşlerini başkana yazdı. Truman da yanıt vermedi. Einstein bunun üzerine mektup metnini basına verdi ve sonra New York Times’ta bağışlayıcı olunmasını rica eden bir yazı yazdı. Ne yazık ki, Einstein’ın ünü de fayda etmedi. Rosenbergler, 19 Haziran’da Sing Sing’in elektrikli sandalyesinde can verdiler.

Einstein bundan iki yıl önce 1951’de, arkadaşı W. E. B. Du Bois “Sovyet ajanı” olduğu savıyla (gerçekte barış yanlısı etkinlikleri için) suçlandığında, Paul Robeson ve uygarlık hakları kahramanı Mary McLeod Bethune ile birlikte bir akşam yemeği düzenledi ve Du Bois’ın savunma giderlerini karşılamak için yapılan yürüyüşe katıldı. Du Bois’nın avukatı, ateşli radikal ve eski Kongre üyesi Vito Marcantonio, daha dava sonuçlanmadan duruşmayı toz duman etmeyi başardı. Ama dava sürseydi, Marcantonio, ilk savunma tanığı olarak Einstein’ı çağırmayı düşünüyordu.

“Kızıl korku” döneminde belki de hiç kimse, Einstein’ın linçe karşı savaşımda yoldaşı olan Paul Robeson denli, insan içine çıkamaz duruma düşürülmemiş ve yalıtılmamıştı. Robeson, beyaz üstünlüğüne karşı mücadeleci duruşu kadar, köktenciliği ve tüm Afrika’nın bağımsızlığını savunması nedeniyle de saldırıya uğramış, kendi ülkesinde gerçek bir yok-kişi sayılmış, gelir sahibi olması, konser yeri bulması ve yolculuk hakları engellenmişti. Einstein 1952’de, Robeson’ın çevresindeki sessizlik perdesini kırmak amacıyla düzenlenen kamusal bir eylemde, onu ve eşlikçisi Lloyd Brown’ı öğle yemeğine çağırdı. Üçü, karşılıklı ilgi alanları olan bilim, müzik ve siyaset tartışmaları yürüttükleri uzun bir öğleden sonra yaşadılar.

Amerikan yerlileri arasında.

Einstein’ın son yılları, özel ve kamusal direniş eylemleriyle geçti. Hâlâ hatırı sayılır tanıdık ağını ve etkisini kullanarak, Frauenglass ve diğerleri gibi, soruşturma kurullarıyla işbirliği yapmadığı için işinden atılmış olanlara iş bulmaya çalıştı. 1954’te, 75. yaş günü kutlamalarının, Acil Durum Uygarlık Özgürlükleri Kurulu tarafından yürütülen mücadeleye ilişkin bir konferans ortamı olmasına izin verdi. Kurul, Amerikan Uygarlık Özgürlükleri Birliği’nin sosyalistleri savunmakta ve Rosenberg davasının ortaya çıkardığı uygarlık özgürlükleri sorunlarını üstlenmekte başarısız olmasına bir karşılık olarak oluşturulmuştu. I. F. Stone’u, gökbilimci ve eylemci Harlow Shapley’i, toplumbilimciler E. Franklin Frazier ve Henry Pratt Fairchild’ı ve siyasetbilimci H. H. Wilson’ı da içeren konuşmacılarıyla konferans, ifade özgürlüğünü, işçi haklarını ve çok çeşitli uygarlık hakları kampanyalarını savunan 46 yıllık bir izlenceyi başlattı.

“Ateş saçan Vezüv”
Einstein’ın siyasal yaşamının bu kısa ve doğal olarak eksik özetinin nasıl bitirileceğini bilmek zor. Burada yansıtılmayanlardan birkaçı, örneğin Einstein’ın barışçıllığa yaşam boyu bağlılığı ya da Marksist fizikçi Leopold Infeld’le uzun süreli yakınlığı. Einstein ayrıca, diğer sol duruşlu bilimcilerle birlikte, karanlıkçılığa ve gizemli düzmece-bilimlere karşı bir araç olarak, yaygın bilim eğitimi yapılması yanlısıydı.

Einstein ölmeden birkaç gün önce, 18 Nisan 1955’te, “Einstein-Russell Manifestosu” olarak bilinen bildiriyi imzaladı. Barışı savunma amaçlı bu metinde, düşünür-matematikçi Bertrand Russell ve Einstein belirsiz ahlak tartışmalarının ötesine geçiyorlardı. Bunun yerine, siyasal yönelimler ortaya attılar: “Önümüzde -eğer yeğlersek- mutlulukta, bilgide ve bilgelikte sürekli bir ilerleme uzanıyor. Kavgalarımızı unutamadığımızdan, bunun yerine, ölümü mü seçeceğiz? İnsanlar olarak, insanlara çağrıda bulunuyoruz: Anımsayın insanlığınızı ve unutun gerisini. Böyle yapabilirseniz, yol yeni bir Cennet’e açılacak; yapamazsanız, önünüzde evrensel ölüm tehlikesi uzanıyor”.

Einstein, öğrencilik yıllarından son soluğunu verene dek bir köktenciydi. Yaşamının son yılında, günün siyasal olayları ve kendi dünya bakışı üstüne düşünürken, bir dostuna, hep “devrimci” olarak kaldığını ve hâlâ bir “ateş saçan Vezüv” olduğunu söylüyordu.

DİPNOTLAR
1) Bu anlatı, Jerome’un kitabında bulunan araştırmalardan ve yorumlardan yoğun olarak yararlanmıştır (Tam adı: The Einstein File: J. Edgar Hoover’s Secret War Against the World’s Most Famous Scientist, New York: Saint Martin’s Press/Griffin, 2002), bu satırların yazarı bu kitap için minnettardır.
2) ÇN: Franklin Delano Roosevelt (1882-1945): ABD’nin 32. devlet başkanı.
3) ÇN: Ya da: “Zenciysen eğer, her şey senin acına değer” ya da “Zenciysen eğer, ne iş var sana ne yer”.
4) ÇN: O zamanlarda, Afrikalı Amerikalılar için, beyaz olmadıklarını vurgulamak amacıyla, “renkli” denirdi.

ÖNERİLEN KAYNAKLAR

Fred Jerome, The Einstein File: J. Edgar Hoover’s Secret War Against the World’s Most Famous Scientist, New York: Saint Martin’s Press/Griffin, 2002. Ayrıca bkz. Fred Jerome, “The Hidden Half-Life of Albert Einstein: Anti-Racism,” in Socialism and Democracy 18, no. 2 (http://www.sdonline.org/33/fred_jerome.htm).

Jerome’un bu önemli yapıtı, yalnızca Hoover’ın oyunlarını açığa çıkarmak amacıyla değil, bilimcinin çoklukla saklı kalmış eylemci, köktenci ve toplumsalcı yönünü okura tanıtmanın bir aracı olarak, Einstein üzerine FBI’ın oluşturduğu dev dosyadan yararlanıyor. Temmuz’da yayımlanacak bir başka kitap da şu: Fred Jerome and Rodger Taylor, “Einstein On Race And Racism” (New Brunswick, N. J.: Rutgers University Press).

İki işe yarar yaşamöyküsü: Jeremy Bernstein, “Einstein” (New York: Viking Press, 1973); ve Ronald W. Clark, “Einstein: The Life and Times” (New York: Avon Books, 1984), standart bir yaşamöyküsü, ama Einstein’ın siyasal görüşlerinden, Siyonizm dışında neredeyse hiç söz etmiyor.

Einstein’ın genel okur için kitapları: “Ideas and Opinions” (New York: Three Rivers Press, 1995); “The World As I See It” (New York: Citadel Press, 1993); “Out of My Later Years” (New York: Gramercy Books, 1993) ve (Leopold Infeld’le birlikte) “The Evolution of Physics” (New York: Free Press, 1967). Bu son eser, Newtoncu bilimden çağdaş kuantum mekaniğine ve göreceliğe ilerleyişin hâlâ en erişilebilir ve en iyi betimlemesi.

Önceki İçerikYasaların hiyerarşisi
Sonraki İçerik“Koronavirüs Zamanında Safsatalar” yayınları başladı: Salgını 5G teknolojisi mi tetikledi?