Ana Sayfa 203. Sayı Tercüme Bürosu

Tercüme Bürosu

166

Bu sabah ne zamandır ertelediğim bir işe giriştim, hangi yayınevine kaç kitap çevirmişim, listeledim (tabii her zamanki gibi bu da on beş gün ertelenip on beş dakikada biten işlerden biri oldu). Doksan. 2007 yılında başladığım (ve ilk çeviriden sonra üç yıl ara verdiğim) çevirmenlik maceram boyunca doksan kitap çevirmişim – belki unuttuğum bir iki kitap vardır, beni affetsinler. Hesap ortaya dökülünce heyecanlandım. O kadar ki tüm gün, dört gözle beni bekleyen çeviriye elimi sürmeyip gönlümce kitap okudum. Doksan kitapla yüzleşince doksan birinci üstünde çalışmak haksızlık gibi geldi. Bana haksızlık.
Bu kadar yıla bu kadar kitap sığar mı? Önce ben de şüphe ettim, ne yapmışım ben? Ama bir dönem yoğun biçimde okul öncesi, bol resimli çocuk kitabı çevirdiğim düşünülürse… İyi yapmışım ben.
Bu heyecan, bu gurur güzel, evet, kabul ediyorum. Ama madalyonun bir de diğer yüzü var. Bir kitap çevirmeninin ortalama kazancı asgari ücreti geçmez, hatta kimi zaman bulmaz. Daha hızlı çalışıp daha çok iş almak bir seçenek elbette ancak çeviri bir yerde hızla metnin aslına uygunluğu, güzelliği, akıcılığı ve çarpıcılığı arasında seçim yapmanızı ister. Hızlı çevirebilirsiniz ama metnin kendine saygısını, özgün halini, o ruhu koruyabilecek misiniz? Yazarın dil oyunlarını okura gerektiği gibi yansıtabilecek misiniz? Hayır. Çoğu metinde hızla özen arasında seçim yapmak zorunda kalır çevirmen. Özen kazanırsa çevirmen kaybeder. Hız kazanırsa çevirmen kaybeder. Hep çevirmen kaybeder, bu bir meslek hastalığıdır.
Şakası bir yana… şaka yapmıyorum.
Çevirmenin, yalnızca çeviriyle geçiniyorsa, ayda en az (200-250 sayfa civarında) bir kitap çevirmesi gerekir. Oysa nitelikli bir metinde yazarın diline, kendine has göndermelerine, metnin akışına alışmak, metne girmek başlı başına on beş gün sürer. Kalan on beş günde, harala güre bir çalışmayla bile o kitap bitmez. İnanın, bitmez. Zira üslubu, metnin iç zenginliğini koruyarak çevirmek gibi bir derdiniz varsa, yoğun çalışmayla geçen 4-5 saatin ardından tıkanırsınız. Yorulursunuz. Sözcükleriniz metne yetmez olur, kesilirsiniz. İnatlaşıp devam ederseniz metin küser, çekilir sizden. Bir ayda bitmesi gereken kitap usulca iki aya yayılır. Çevirmen kaybeder. Bir ayda bitmesi gereken kitap bazen utanmazca üç aya yayılır.
Çevirmen fena kaybeder…
Metin kazansın da, deyip yoluna devam eder.
En azından ben öyle yapıyorum.
Çünkü madalyonun diğer yüzündeki ışıltı: kitaplarla iç içe olmanın eşsiz güzelliği, bir metnin bunca sorumluluğunu üstlenmenin ağır hazzı, kitaba bu kadar içeriden dokunabilmenin verdiği tatmin. Değer.
Bazen değmez desem de…
Doksan kitabı sırtıma yüklemişken… değer. Belki.
Umarım.

***

Bu ay yeni bir yazarla tanıştım – yine yeni bir heyecan. Ömür İklim Demir. Kum Tefrikaları’nı tereddütle elime aldım doğrusu, yeni yazarlar beni korkutur. Yazarın ilk kitabı olan Muhtelif Evhamlar Kitabı’nı bolca duymuştum – bu korkumu daha da büyütüyordu açıkçası.
Kum Tefrikaları beni bir yerde doyuran, bir yerde aç bırakan bir kitap oldu. İçinde başlı başına ayrı kitaplara yayılabilecek üç öykü barındırıyor. Birinden sıkıldım, diğer ikisi doyurmadı.
1914 tarihli günlüklerden oluşan Şevket Kemal hikâyesi beni – sonu dışında – haylice boğdu; tarihi roman sevmem, güncele yedirilmiş tarihi anlatılardan ise hiç hoşlanmam.
Ama bozkır, taşra, ıssızda esen rüzgârın uğultulu soluksuzluğu… Ve sonra İstanbul’da yeniden şekillenen öykü… Bana böylesi dramlar gerek.
Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Tüm bunları bir romana sıkıştırmak gerekiyor muydu? Burada son derece verimli bir malzeme, son derece zengin bir hayal gücü var. Ama hepsi üst üste yığılınca… Öyküler birbirini boğuyor, baltalıyor adeta. Ve benim aklımda şöyle bir soru uyandırıyor: bu telaş niye?

***

Elimde Cem Akaş’ın romanı, Zamanın En Kısa Hali var. Henüz bitirmedim ama hakkında iki çift laf etmek için bitmesini de bekleyemedim. Öyle güzel ki…
Y ile tanımıştım Cem Akaş’ı, çok sevmiştim. Ardından Sincaplı Gece, eh. Zamanın En Kısa Hali ise…vay!
Talepkâr bir roman Zamanın En Kısa Hali. Dikkatinizi, ilginizi hep üstünde istiyor. Ama bunu o kadar büyük bir kibarlıkla, zarafetle yapıyor ki. Kahramanlarını, hikâyesini keşfe çağırıyor okuru. Büyüklenmeden, sopa göstermeden. Karşılığını da veriyor; yine o zarafetle. Cesur, cesaretinin altını dolduracak kadar da ustaca yazılmış. Kısacık öykülerden filizleniyor roman, bu sırada her öykü kendince bir tat bırakıyor damakta.
Daha sonra uzun uzun yazacağım hakkında, söz olsun. Şimdilik… Teşekkürler Cem Akaş.

***

Sonya’nın Tavukları uzun zamandır kitaplıktan bana göz kırpıyordu, ben de gülümseyerek geçiştiriyordum. Sonunda, çeviri yapmamak için bahaneler aradığım bir anda imdadıma yetişti.
Ölüm ve yaşamın iç içeliğini, doğanın eşsiz döngüsünü ve işleyişini çok güzel anlatıyor Sonya’nın Tavukları. Resimleri başlı başına esin verici, sıcacık. Sonya’nın sevgisi de metaneti de hayran etti; ben şu yaşımda öyle bir metanet kaynağı bulamıyorum içimde.
Çevirisi Billur Kakıcı’nın elinden çıkmış, pırıl pırıl. Billur’la uzun yıllar öncesinden tanışırız, çevirdiği bir kitabın editörlüğünü yapmıştım. Sonra sonra keyifli sofralarımız, sohbetlerimiz de oldu. Yeniden elinden çıkan bir kitabı okumak hem dindirdi hem arttırdı özlemi. Selamlar, sevgiler Billur…

***

Her sayfası esin dolu bir ay dilerim.

Kum Tefrikaları, Ömür İlkim Demir, YKY, Kasım 2020, İstanbul, 430 s.
Zamanın En Kısa Hali, Cem Akaş, Can Yayınları, Ekim 2020, İstanbul, 174 s.
Sonya’nın Tavukları, Phoebe Wahl, Çev. Billur Kakıcı, Sinek Sekiz, Aralık 2018, İstanbul.

Önceki İçerikAlzheimer’a karşı potansiyel bir tedavi yolda mı?
Sonraki İçerikEczacı mahallesinin nabzını elinde tutandır:
Fazilet Eczanesi yıkıma karşı…