Ana Sayfa 210. Sayı Akademik Algoritma ve Akademisyen Halleri

Akademik Algoritma ve Akademisyen Halleri

3650

Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nün klasik eseri Homo Academicus nihayet Türkçeye kazandırıldı. Bu zorlu işin üstesinden gelen Nazlı Ökten, Arzu Nilay Karasu ve Eren Gülbey’i kutlarım. Çeviriye yardımcı olan bir ekip daha var. Hepsine teşekkürler. Çevirmenlerin onca yardımcı notuna rağmen Türkçe okuması bile oldukça meşakkatli olan bu metnin orijinalini kavramak, Allah bilir, ne kadar ön bilgi gerektiriyordur. Sadece Fransızca bilmekle çevrilecek bir metin gibi görünmüyor. Bu metnin herhangi bir Fransız akademisyen için bile “ağır” olduğunu düşünüyorum. Türkçesi de öyle; ama çevirmenlerimiz, eksik olmasınlar, bizi yalnız bırakmıyorlar. Kitap, benzerlerine göre mümkün mertebe akıcı bir Türkçe ile çevrilmiş.
Laf aramızda, böyle metinleri seviyorum. Çünkü sosyal bilim metinlerinin kolay lokma olmasını bekleyenler sanki az değil gibi. Sırf metin oldukları için alelade bir köşe yazısına ayıracağımız zaman ve özenin yeterli olmasını istiyoruz bu metinleri okurken de. Tabii ki baskın Amerikan tarzıdır bu. Yayınla-geç, oku-geç, “8 yaşındaki bir çocuğa anlatır gibi ifade et” yayıncılığı: Tek bir mesajın olsun, kriterlere uy, prospektüs gibi standart yaz, metni yayın kalıbına oturt, başvur. Oysa Bourdieu’nünki gibi çok katmanlı ve ince terminolojiyle örülmüş metinleri okuyabilmek için ciddi bir hazırlık ve aşinalık gerekiyor. Fizik öğrenmek için iyi matematik bilmek gerektiği gibi. Böyle metinler karşısında bir fizik teoreminin matematiksel ifadesine baktığımızda hissettiğimiz gibi hissediyoruz aslında. Tam da bu yüzden metni başarısız buluyoruz. Bu bir haksızlık, dahası sorumsuzluk bana sorarsanız. Böyle bir eser için birçok yan cümlesi olan uzun cümlelere ve şartlı-olasılıklı düşünmeye karşı evvela iyi idmanlı olmak gerekiyor. Bourdieu’nün tüm metinleri, ilk cümleden itibaren bu hazırlıkları okuyucusundan açıkça talep ediyor.
Fransızca orijinali 1984’te yayınlanan bu kitap, 1968 öncesi ve sonrasında Fransız yükseköğretim sistemindeki iç çekişmeleri ve değişimi konu alıyor. Fransa 68’inin göbeğinde üniversiteler vardı hatırlarsanız. Bourdieu, bu değişimi anlamlandırabilmek için kapsamlı nitel ve nicel veri setleri oluşturuyor, onları sistematik olarak sunuyor ve birçok açıdan analiz ediyor. Fakat kitap, bugün alışkın olduğumuz gibi sade suya veri listeleri dizip kaba bir çıkarımın etrafında hafif hafif uçuşmuyor. Bu ampirik zemin üzerinden modern bir toplumda kutsallaştırılan yükseköğretim sistemine içeriden bakarak, akademik alanın ve dolayısıyla makbul bilimin nasıl yeniden üretildiğine dair de eleştirel bir çerçeve çiziyor. Yani, eleştirdiği gibi yaparak, bilim kisvesine girerek bilimsel çabayı öznesiz bir veriye indirgemiyor, verinin arkasındaki özneyi aşmaya, verili olanın ötesine doğru, toplumsalın ufkuna bakmaya çalışıyor. Bu nedenle bu kitap, Bourdieu’nün diğer eserleri gibi, 21.yy’ın ağır popülist büyük vericiliği karşısında hala direnebiliyor. Okuyucuda akademik bir antikayı kurcalama gibi bir nostalji hissi yaratmıyor. Taze kalabilmiş bir kritik-ampirik perspektife sahip.
Kitabın, Bourdieu’nün diğer eserlerine kıyasla, Türkçeye daha da geç çevrilmesi bence manidar. Hatta çevirinin basılması da gecikmiş. İlkin bir devlet üniversitesi yayıneviyle anlaşılmış; ama anlaşma bozulmuş ve kitap bir özel üniversite yayınevinden çıkmış. Kitabın içeriğini bilince tüm bu süreç manidar geliyor işte. Çünkü Bourdieu, bu kitabı için “yakılacak kitap” demiş. Kitap, Fransız yükseköğretiminin öyle bir tarihsel röntgenini çekmiş ki “hoca çıplak” dedirtiyor okuyucuya. Fransız entelijansiyası için hala demirden bir leblebi olan bu eser, Türk entelijansiyasının dikkatini ne kadar çekecek bakalım? Daha doğrusu bizim hocalar, böyle kapsamlı bir tarihsel akademi eleştirisine henüz ne kadar hazır?
Türkiye’de de—özellikle bir akademisyen olarak—akademi eleştirisi yapmak, neredeyse ateşten gömlek giymek. Akademinin “konforlu” eleştirisinden anladığımız genellikle taşra üniversitelerini kınamak oluyor. Onlara vurmak serbest. Sanki taşrada olan metropolde olmuyormuş gibi yapıyoruz. Bourdieu, bu eğilimi yarım asır evvel Fransa’da da gözlemiş. Taşra akademisi başka, taşralının merkez akademilerdeki halleri başka, üst tabakanın merkez akademiyi yukarıdan aşağıya yeniden üretimi başka, bu kurumların ulusal ve uluslararası rekabet ilişkileri başka.
Taşradaki çatışma, taşradan (yerli) olanlar ile merkezin taşraya göndermek üzere yurtdışında okuttuğu seçilmişler arasında. Mesela avcı dergiler, taşraya mal ediliyor. Avcı dergi demek, atama kriterlerini karşılayacak şekilde yayın yapan ancak güvenilir olmayan yayın prosedürleri uygulayan dergiler demek. “Uluslararasılaşan kaliteli akademisyenler” bu dergileri haklı olarak lanetliyor. Çünkü kadro için değerlendirildiğinde ne yazdığınız değil ne kadar yazdığınıza puan veriliyor. Bu dergiler, bu sistemi kullanıyor; ya da bu sistem, bu dergileri yaratıyor aslında. Ancak bu dergilerin lanetleyenler, uluslararası yayıncılığı tartışmasız kabul ediyor ve onu akademik yayın yapmanın en iyi yolu olarak gösterip dokunulmazlaştırıyor da. Zaten en mükemmel sistem ortadayken neden burada uygulanmadığını sorgulamak ve Türkiye toplumunu köylü kurnazlığıyla itham ederek üst tabakadan siyasal destek devşirip taşrada hayatta kalma savaşını kazanmak. Yani birileri diğerlerine karşı kendini refleksif olarak olarak savunuyor. Ama tabii ki akademi ve bilim ile kendileri arasında bir fark da gözetmeyerek. Bu savunmaya bir ilahi amaç atfederek.
Gencecik akademisyenler, felsefi anlamda bilimden bihaber olarak “bilimin kabesi ABD’dir, orada ne yapılıyorsa burada da öyle yapmalıyız” diyebiliyor. Bu sırada o “evrensel” düzeni burada da tesis edip korumak için polisiye önlemler öneriliyor ve şaşılacak derecede polisliğe de heves ediliyor. Yani daha fazla denetleme talep ediliyor. Bunu talep edenler denetlemeyi de kendileri yapmak istiyor. ABD’deki sistem de bu zaten. Taşradaki “yerlinin” arkasındaki kampüs polisine karşı, uzaktan gelenin çevresini sarmış kutsal-evrensel akademi polisliği yarışıyor. Editörler mi güçlüdür yoksa rektörler mi? Dolayısıyla bu tartışmada da taraflar kendi dayandıkları duvarları kutsuyor. Biri milli güvenlik, diğeri bilimsel liyakat bayrağıyla çıkıyor sahaya. Oysa mesele bilim değil, akademi pastasının paylaşılması.
Bu konuları sosyal medya hesaplarımda sık sık gündeme getiririm. Bourdieu’yü de rahmetle anarım. Geçtiğimiz günlerde Twitter hesabıma şunları yazmıştım:
Yıllardır burada iyi dergilerde yayınlanmış bilimsel araştırmalarda çok ciddi ve sistematik hatalar yapıldığını, bilimin teori hilafına araştırmaya indirgendiğini, araştırmanın da anlamanın hilafına veriye indirgendiğini, teorinin yerine de “hazır paket istatistiki veri analizi modellerinin” ikame ettiğini anlatırım.
Bilimsel bilgi genelin bilgisidir ve bilgiyi genelleştiren her zaman teoridir. İstatistik verisi, gözlemle kısıtlıdır ve gözlemi sınamaya yarar. Tikel ile tümel ilişkili ama farklıdır. Ne kadar tikel gözlersem tümele o kadar yaklaşırım, doğru bir yaklaşım değildir. Tümelin doğası soyuttur, teoriktir. Bilim, bir teorisi çabasıdır.
Araştırmaların işçiliğinden çok yayın yerine göre itibar gördüğünü, bilim yayıncılığının üniversiteler dışında tekelleştiğini, bu tekelin kadroları belirlediğini, müesses akademinin bilimi uysallaştırarak kendi kurumsal çıkarları için asimile ettiğini de anlatırım. Yanıbaşımızdaki akademiyi biçimlendiren bu uluslararası bilim yayıncılığının uluslararası medya devleriyle doğrudan-dolaylı ilişkili olması ilginç değil mi?
Akademide kadro alabilmek için şart olduğundan sorgusuz sualsiz uyduğumuz ama bu hegemonyayla yüzleşmemek ve bilişsel çelişkilerden kaçmak için her zamanki gibi aşırı kutsallaştırdığımız şu indeksleri yapan, meşhur bir çok uluslu şirket; ve bu şirket, bugün en güçlü küresel piyasa istihbarat ajansı. Yani serbest piyasanın en üstün müdahale aracı. Piyasa aktörleri arasında sadece bilgiyi yöneterek asimetri yaratabilme gücünü elinde tutan bir tekel.
Bunlar sizce “komplo teorisi” mi? Atama yönetmelikleri orada, şirket bilgileri orada, şirket ciroları ve karlılıkları orada, yayıncılık düzeni orada, akademilerin kurumsal yapısı orada, biliminsanlarının üzerindeki baskı orada. Bu düzenle uyumlu olan, onu tehdit edene deli der tabii.*
Tıpkı Bourdieu’ye dedikleri gibi. Onun bu kitabına neden “yakılacak” dediğini şimdi daha iyi kavrayabiliriz. Çünkü diyor Bourdieu, bu kitap otoriteleri rahatsız ettiği için günahkâr görülüp yakılmayacak, bir çelişki olduğu için kendi kendini imha edecek. Çünkü bu eleştiriler, bir kabile üyesinin “kabile sırlarını” ifşasıdır. Yani Bourdieu kendi kendini hedefe koyuyor. Bir sosyolog olarak akademik kimliğine saldırıyor. Kitap boyunca hangi satırda kimin konuştuğunu nasıl bileceğiz? İşte buna refleksivite deniyor. Yani araştıranın araştırdığı şeyle münasebetini de mümkün mertebe teşhir edip herkesin önünde sorgulaması. Öznenin nesneden—ya da tersi—bağımsız olduğu büyüsünü bozması. Nesnellik bu yüzden “açıklık” demek değil işte. “Nesnel” akademi analizleri çok görüyoruz; ama bu analizlerin sadece nesnel olması, onları güvenilir yapar mı? Nesnellik, çok ciddi bir şeyi saklıyor olmasın? Özneyi? Nesnellik, şeffaflık; şeffaflık da anlamak demek değil. Bu yüzden Bourdieu, nesnelliğin ötesine uzanıp şeffaf olmaya çalışsa da anlama konusunda öznelliğinin tekrar altını çiziyor ve bize “bu kitabı okuyup yakın” diyor. Bu muazzam bir sosyal bilimci tavrı. Bugün kesinliklerle konuşan nesnelci bilimcilerin kavramadığı bir incelik. Bu yüzden Bourdieu’nün yaptığı, bindiği dalı kesmek olarak görüldüğü için delilik. Oysa onun yaptığı, ayağımızın altındaki halıyı çekmek.
Böyle meseleleri konuştuğum doktora öğrencisi olan bir dostum, yanlış hatırlamıyorsam amcasının bir anısını anlatmıştı. Nobelli bir biliminsanına memleketin en ileri biyokimya laboratuvarını gezdiriyorlar. Amcası da bu laboratuvarların birinde akademisyen. Gezi bitiyor, heyecanla bekliyorlar hoca ne diyecek diye. Hoca diyor ki “burada harikulade çalışmalar var… ama bilim yok.” Soğuk bir hava esiyor, herkes birbirine bakıyor; ne demek ki bu? Bu nasıl mümkün olur? Dünyanın saygın dergilerinde yayınlar yapılıyor, sıralamalarda yüksek puanlar toplanıyor? Nasıl “bilim yok?”
Sosyal medya hesaplarımda bu tartışmaları yaptığımda pek az üniversite talebesi ve akademisyenin ilgisini çekebiliyorum. Sonuçta, ortalama üniversite öğrencisinin talebi, meslek akreditasyonu. Ortalama üniversite hocasının talebi de kadroya yeniden atanma şartlarını sağlamak oldu. Akademiyi—hem de en müessesleşmiş halini—tartışmak, Türkiye için “cahilliğe övgü” olarak tanımlanıyor. Başka türlü bir akademi değil, “dünya çapında” kabul görür haliyle cari akademinin muhafazası “ilericilik” addediliyor. Kendi halimdeki bu sayıklamalarıma katılan isimlerden biri Sosyolog Levent Ünsaldı’ydı geçenlerde. Sayın Ünsaldı, yanlış bilmiyorsam, şu an Fransa’da bir üniversitede çalışıyor. Ayrıca Heretik Yayıncılık’ta herkesin hep atıfta bulunduğu ama belli ki pek kimsenin de okumadığı klasik sosyal bilim eserlerini “Türkçe söylemek” için “depikliyor.” “Kimse okumuyor” diyorum; çünkü Ünsaldı, satış sayılarıyla atıf sayılarını karşılaştırınca atıfların büyük olasılıkla orijinal kaynaklar okunmadan yapıldığını söylemişti bir keresinde.
Son sözü Ünsaldı’ya veriyorum. Ünsaldı, Fransa’daki güncel durumu şöyle anlatıyor:
“Her şey o kadar bağlantılı ki. Örnek: Uluslararası sıralamalarda Fransa üniversiteleri ortalama sıralarda yer alır. Sebep: Ekseriyetle Fransızca öğretim ve yayın. Çözüm: Özellikle Paris’te bir sürü üniversite ve enstitüyü birleştirerek devasa büyüklükte yeni üniversiteler kurdular. Bu arada güvencesizliği kural, çakılı kadroyu istisna haline getirdiler. Bugün bir lisans programının yüzde 60’nın sözleşmeli personelle yürütülmesi artık sıradandır. Hızlarını alamadılar kamuda, yayın yapan-yapmayan, proje getiren-getirmeyen ayrımlarını tesis ettiler. Büyük paralar, iyi sözleşmeler; iyi endeksli dergilerde İngilizce yayın yapan-proje getirenlere akmaya başladı. Teknik işler, projeler ön plana çıktı, yayın fetişizmi coştu. Sonuç: Bu sene Fransa ilk 100’e hiç olmadığı kadar üniversite soktu. Macron şahsen mutluluğunu ifade etti. Peki, soru? Tüm bunların öğrenciye, eğitim kalitesine, nitelikli araştırmacılara, yayınlara, fikri hayata, bilime ve bunun ötesinde de topluma katkısı ne oldu? Koca bir hiç.”**

* https://twitter.com/nergissos
** https://twitter.com/HMerkep/status/1437031551322238982

Homo Academicus, Pierre Bourdieu, Çev. Nazlı Ökten, Arzu Nilay Kocasu, Eren Gülbey, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2021, 300 s.

Önceki İçerikBeslenme Politiktir
Sonraki İçerikBilimin ışığında elde edilen teoriler