Ana Sayfa 210. Sayı Rüzgâr Gibi, Nehir Gibi

Rüzgâr Gibi, Nehir Gibi

117

Çanakkale Boğazı’nın rüzgârı meşhurdur. Günlerce öyle bir eser ki yürümek, konuşmak, hatta düşünmek bile zorlaşır. Rüzgârınkine eş bir uğultuya dönüşür iç ses. Sık sık kesilir, tıkanır. Kakofoniye dönüşür zorladıkça. Kafasını toplayamaz insan, her düşünce kırıntısı rüzgârın elinde oyuncak olur. Rüzgârlı eylül ayı boyunca böyleydim: kafasını toplayamayan Ceren.
Geçen sayıda sevgili Nalân Mahsereci’nin yürümek/düşünmek üzerine yazısını okuduktan sonra yürüyüşe çıktım – tabii rüzgârlı bir gündü. Kendimi düşünmeye, yürümek ve düşünmek üzerine düşünmeye, becerebilirsem buraya neler yazacağımı toparlamaya zorladım. Bir süre sonra okuduğum kitaplar hakkında notlarım, ayıklanmayı bekleyen taze fasulye, kirlenen deniz, Saros’a çöken BOTAŞ, kedimin önlenemez şişkoluğu… hepsi birbirine girdi. Sert çıkıştım kendime, “Ceren, düşünülmesi gerekenleri düşünsene. Bırakma ipin ucunu!” Ama hayır, rüzgâr aklımı esir almıştı adeta. Savurup duruyordu. “Eh, peki,” dedim, “o zaman bırak kendini, savrulunca rahatlar belki akıl.”
Savrulmaya ihtiyacı var düşüncelerin, gündelik kaygıların, yapılması gerekenlerin… Arınmak için, önemli olanların ortaya çıkabilmesi için. Yer açılması için. Rüzgârı hakkıyla hissedebilmek için. Eh, düşüncelerim, kaygılarım hâlâ darmadağın. Ama rüzgârı hissettim. Doya doya. Fazlasıyla.

***

Nehir Gibi Konuşurum ne zamandır dikkatimi çeken, merak ettiğim bir kitaptı. Elime geçer geçmez okudum. Gözlerim doldu, hassas bir yer uyandı – sızladı. Sonra, üstünde etraflıca düşününce şu yukarıda söz ettiğim düşünce kopukluğu ile kekemelik arasında bir bağ kurdum. Rüzgâra bıraktığım düşünceler nehir gibi konuşan bir çocukta kendini buldu.
Jordan Scott’ın yazdığı Nehir Gibi Konuşurum kekeme bir çocuğun hikâyesi. Kısacık ama olabildiğine derin bir hikâye bu; sevgi ve doğa yoluyla iyileşmek, kendinden büyük bir şeyde güç bulmak üstüne. Sydney Smith’in çizimleri de bu sarsıcı derinliği vurguluyor, güçlendiriyor.
Türkçeye Gonca Özmen çevirmiş, kitabın dili adeta Türkçe yazılmış gibi akıcı, kavrayıcı. Nehir gibi.
“Çok yalnız hissetmeyeyim diye beni nehre götürdü babam. Nehri gösterdiğinde, çok özel ve müthiş bir şey hakkında konuşmak için bir imge, bir dil verdi bana. Bunu yaparken, kekemeliğimi doğadaki akışa benzetti ve ben ağzımı bir başka akışta izlemekten zevk aldım.

Ben bir nehir gibi konuşuyorum.”

***

Denizi, ormanı, yabanı savunurken durup durup okunması gereken kitaplardan biri Dünyaya Orman Denir. Bu gözü dönmüş talanı; bağlarından kopmuş, kör cahil “uygarlık” taşıyıcılarını iyice anlamak için durup durup okunmalı. Yaşamını önemsiz, bizim amaçlarımız açısından işlevsel olduğu sürece değerli gördüğümüz canlıların bizden çok daha derin bir yaşam bilgeliğine sahip olduğunu anlamak için. Bir ağacın (en az) bir insan kadar değerli olduğunu anlayabilmek için. Uygarlığın yol, köprü, santral, baraj, beton ve plastik demek olmadığını anlayabilmek için… Dünyaya yeniden orman diyebilmek için…
Ormanlarımızı, dünyamızı kaybediyoruz; sadece Türkiye’de değil. Sistem kömür istedikçe, sistem bina istedikçe, sistem yol istedikçe, insanlar bu korkunç kıyımı normalleştirdikçe… Gezegen yalnızca insan türünün kullanımına uygun şekilde törpülendikçe, yontuldukça, kanatıldıkça… Bunun gezegenin değil, esas bizim sonumuzu getireceğine kulaklar tıkandıkça kaybediyoruz. Hızla. Geri dönüşü olmayacak bir şekilde.
“Eğer bunlar insansa, tanrılarını inkâr ettikleri için karanlıkta kendi yüzlerini bile görmekten korkan, kötü insanlar.”

***

Komiser Montalbano serisinin ikinci kitabı, Terrakotta Köpek ağustosta raflarda yerini aldı. İlk kitapla tanıyıp sevdiğim Montalbano yine babacan, yine kararlı, yine ilkeli. İkinci kitapta karakterler daha da yerine oturuyor, olayların harında atmosfer daha da kuşatıcı ve gerçek bir hal alıyor.
Terrakotta Köpek’te tarihi öğelere, İtalya’nın geçmişine sıkça yer vermiş Andrea Camilleri; bunlar olay örgüsüne çok iyi yerleştirilmiş, şimdiye ışık tutacak şekilde biçimlendirilmiş. Komiser Montalbano’ya karşı içimde büyük bir sevecenlik var; gerçekçi iyicilliği, bürokrasinin buyruklarından çok kalbinin rehberliğinde eyleme geçmesi, insanı bocalamalarının içinde ilkelerini koruyabilmesi…
İkinci kitabın çevirisi yine Semih Topçu’ya ait, akıcı, temiz bir çeviri.
Meraklısı için, Komiser Montalbano serisinin İtalyan yapımı film uyarlamalarının olduğunu da belirteyim. Netflix’te hayli geniş bir arşiv mevcut.

***

Sonbaharın, rüzgârın beşiğinde düşünceler nehir gibi aksın, aklımız da sözcüklerimiz de özgür kalsın. Her sayfası esin dolu bir ay dilerim.

-Nehir Gibi Konuşurum, Jordan Scott, Sydney Smith, çeviren Gonca Özmen, Kırmızı Kedi Yayınları.
-Dünyaya Orman Denir, Ursula K. Le Guin, çeviren Özlem Dinçkal, Metis, 130 s.
-Terrakotta Köpek, Andrea Camilleri, çeviren Semih Topçu, Mylos Kitap, 270 s.

Önceki İçerikKitapçı Rafı
Sonraki İçerikBeslenme Politiktir