Ana Sayfa Dergi Sayıları 212.Sayı Gerçek Yaşamı Beklerken

Gerçek Yaşamı Beklerken

337

Yılın son ayına geldik dayandık. Aralık hemen her zaman bir muhasebe, hesaplaşma ayı olmuştur. Ama çökmüş bir ekonominin içindeyken, anbean fakirleşirken sanırım hiçbirimiz muhasebe sözcüğünü duymak istemiyoruzdur. Hesaplaşmayı ise çoğumuzun dört gözle beklediğine eminim. Var bir umudumuz…
Yılı kapatmayı benim için zor kılan çoğunlukla yapamadıklarımdır. Eksik kalanlar şişirir hesabı; yazılmamış yazılar, okunmamış kitaplar, tutulmamış sözler, ıskalanmış kararlar, yanına yöresine yaklaşılmamış hayaller… İnsanın hayatında eksik bıraktıklarının omuza bu kadar yük bindirmesi gerçekten akıl alır gibi değil. Sanki yaşadığımızın değil, yaşamadığımızın yükünü sırtlanıyoruz. Ve bu öyle bir yük ki insanda yaşamaya derman bırakmıyor.
İlk gençlik çağımda gerçek yaşamımın ne zaman başlayacağını çok merak ederdim. Fazlasıyla umutsuzluğa kapıldığım bir dönemde kendime yaş sınırı koymaya dek vardırdım işi: 35’ten sonra gerçek yaşamım başlayacaktı. Mesleğim, ilişkilerim, benliğim oturacaktı; verimli ve umutlu yıllarım ancak o zaman başlayacaktı. Orta gençlik çağımda – ki 35 bu sınırlar içinde – bu konuda kendimi çok da zorlamamam gerektiğini, oturacak şeylerin oturmasının kendi zamanı olduğunu, hayatıma “dışarıdan” müdahale etmemem gerektiğini düşünmeye başladım. Eh, gerçek yaşamımı biraz daha bekleyebilirdim, acelem yoktu. Orta gençliğimin sonuna vardığım şu günlerde son gençlik yıllarımı heyecanla beklediğimi söyleyebilirim: sanırım gerçek yaşamım ayaklanmak üzere. Yine de acelesi yok… Dışarıdan müdahale etmek olmaz…

***

Alper Canıgüz’ü ne kadar severek okuduğumu fırsat bulduğum her yerde, sık sık söylerim. Tahmin edersiniz ki Kıyamet Park’ın okur karşısına çıkacağını duyduğumda eşsiz bir ziyafete davet edilmiş gibi sevindim, heyecanlandım. Alper Kamu’yu o kadar özlemiştim ki… Ah ama işte bu beklentiler, coşkuyla yükselen eller… Kendimi o kadar hazırladığım sofradan ağır ama aç kalktım.
Bunun sorumlusu Alper Kamu ya da Alper Canıgüz değil; bu bir zamanlama ve coşku hatası. Alper Kamu’yla tanıştığımda duygularımın çok yüksek – adeta manik – olduğu bir süreçten geçiyordum. Küçük dedektifimizi delice bir coşkuyla, adanmış bir sevgiyle kucaklamam belki bundandı. Ha, daha azını hak ettiğini söylemiyorum, hâşâ… Ancak sakinleşmiş bir ruh haliyle, belki son gençliğin verdiği yarım yamalak huzurla okuyunca… Eh.
Kıyamet Park’ta sevgili minik dedektifimiz ilk defa dengi bir rakiple karşılaşıyor; benim için kitabın en ilginç yanı bu karşılaşma ve rekabetti. Ayna karşısında gözlerinizin içine çok derin bakarsanız bir huzursuzluk, uzlaşma bilmez bir hırçınlık, kahreden bir yok etme isteği ve kaçınılmaz bir yakınlık duyarsınız ya… İşte, öyle. Üvey ikizle(1) yüzleşme.
Yüksek beklentilerimin tuzağına düşüp sızlansam da Kıyamet Park zekice kotarılmış iyi bir kara mizah; her lokmasında, her sayfasında damakta acı bir haz bırakıyor.

Eh, boşuna sevmedi bu yürek Alper Kamu’yu…
“En beteri onlardır. Diğerleri gibi baltayla, tüfekle gelmezler… Kanunla, torba yasayla, olmadı yangınla gelir onlar. Bir gün orman arazisi, ertesi gün küçük bir düzenlemeyle bir bakarsın, a-ha sana Kıyamet Park.”

***

Mor Etekli Kadın yazarından önce çevirmeniyle okuma listeme girdi. Ali Volkan Erdemir’in tertemiz çevirileriyle tanışıklığım vardı, eh, mor eteğim de olduğuna göre…
Üstünde uzun uzun konuşulabilecek, insanın zihninde birçok şeyi eğip bükebilecek bir roman bu. Saplantı, arzu ve ruhun uçurum bölgelerinde gezen yoğun duyguların yine de ne kadar sıradanlığa mahkûm olduğu üzerine kısa bir öykü anlatıyor Mor Etekli Kadın. Yaşamımızı, bir türlü başlayamayan gerçek yaşamımızı inşa etmeye çabalarken nasıl da saplantılara, bataklıklara boğulabileceğimizi anlatıyor. Ödünç yaşamları kendimize biçmekteki hevesimiz ve sonuçta yaşadığımız o kaçınılmaz hayal kırıklığı; yalnızlığımızı ıssız hayallere tutunarak çözme çabamız… Bataklıkta çırpınmaktan farksız.
Sanırım en kötüsü, en vurucusu da bunun her günün, gündeliğin, sıradanlığa yazgılı yaşamımızın bataklığı olması.

***

Yılın son yazısında size küçük İskender’den söz etmek istiyorum. Daha çok bir anıdan, bende kalan izinden. Küçüğüm o zamanlar, dünyam Beyoğlu; hayatımı gecenin içinde bulacağımı sanıyorum. Bilen bilir, Neva’ya gidiyorum sık sık. Çoğu zaman İskender de orada, barda tek başına oturup rakı içiyor. Yanına gidemiyorum, şiirinin bana yoldaş olduğunu söyleyemiyorum, hem çekingenim hem korkak. Her gece kitaplarının arkadaşlığında teselli bulduğumu söyleyemiyorum, hem utangacım hem yabani. Bazı günler evde bir başıma şiirlerini sesli okuyup dipsiz, korkutucu bir yalnızlıktan yakayı sıyırdığımı söyleyemiyorum – yine olsa yine söyleyemem. Ama bir gece Neva’da, elimdeki gülü uzatıyorum ona. Kırmızı. Gülü alıp kalbine götürüyor, başını eğiyor, usul gülümsemesiyle teşekkür ediyor. Ona içimdeki her şeyi söylediğimi hissediyorum o an.

“Şimdi çok yalnızım, dünyanın arkadaşlığından da bıktım,

Motoru olan biri gelse de alıp beni sahile indirse

Sahilden niyetim sahiden okyanus, kutuplar, Ümit Burnu.”

Bense onu hep kutup ışıklarının altında düşünüyorum…

***

Dayanışmanın, direncin, umudun daha da yeşereceği bir yıl dilerim.

Her sayfası esin dolu olsun.

-Kıyamet Park, Alper Canıgüz, Alfa Yayınları, 245 s.
-Mor Etekli Kadın, Natsuko İmamura, çeviren Ali Volkan Erdemir, Can Yayınları, 100 s.
-Mayıs Giremez, küçük İskender, Can Yayınları, 131 s.