Ender Helvacıoğlu
“Her şeyin teorisi”nin peşinde koşmak, maddenin sonsuz biçimde değişimini tek bir formül altında toplamak, insanın sınırsız düşünsel etkinliğini tek bir felsefi sistem altında ifade etmek… son derece cezbedici bir bilimsel-düşünsel tutkudur.
Ama tehlikelidir! Ne kadar büyük ve derin bir bilimci veya düşünür olunsa da, bu tutku insanı mistisizmin, dinsel düşüncenin tuzaklarına çekebilir. Düşünce tarihinde örnekleri vardır.
Çünkü bilim her şeyi bildiğini iddia etmez. Bu, dinin iddiasıdır. Dinin “bir bileni” vardır: Tanrı. Bilim her şeyi bildiğini değil, her şeyin “bilinebileceğini” iddia eder. Bunun için de “kutsal dogmalar” değil, emek gerekir.
“Allah bilir, ama kul da sezer” demiş atalarımız. Bu özlü sözde “bilme” fiili dini, “sezme” fiili de bilimi temsil eder. İlkinde dogma ve semavilik vardır, ikincisinde ise emek ve dünyevilik.
“Allah büyüktür” derler ama emeği de küçümsemeyelim, yabana atmayalım. O da “her şeyin” peşindedir. Evet, her şeyi bilmediğinin bilincindedir; ama her şeyi bilmenin de peşindedir. Bilim etkinliği, bu “sezme” ve “peşinde olma” durumudur.
Din ile bilimin ortak bir noktası var: Genelleştirme. Ortaklıkları, ikisinin de “uygarlık çocuğu” olmalarındandır. Aynı kökten gelirler, egemenlerin “genelleştirme” ihtiyacının ürünüdürler, ama giderek çatallanırlar, ayrılırlar. Din “geneli” temsil eder; bilim ise genelin peşindedir. Aradaki fark bu.
***
Şöyle bir görüş ileri sürülebilir: Maddenin hareketi, değişimi ve dönüşümü sonsuzsa ve her zaman bilinemeyecek bir alan kalacaksa, her şeyi bilene, bilinemeyeni bilene (yani Tanrı’ya ve dine) her zaman ihtiyaç duyulacaktır. Çoğu bilimci bu görüştedir. Tipik bir “burjuva laiklik” anlayışıdır bu. Dinin alanı ile bilimin alanını birbirinden ayırmak ve iki taraftan da birbirlerinin alanına saygı beklemek. En bilinen örneği “din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması” anlamındaki laiklik anlayışıdır. Bu laiklik anlayışı, din ile bilim, dinsel düşünce ile bilimsel düşünce arasındaki uzlaşmanın (daha doğrusu ateşkesin) bir ürünüdür. Her zaman bozulmaya, çoğu zaman din tarafından bozulmaya mahkûm bir ateşkes!
Bu görüş yanlış bir tartışma kurgusu üzerinde yükseliyor. Her şeyi bilen (her şeyi yaratan) doğaüstü bir gücün varlığı kabul ediliyor; bilime ise onun bildiklerinden parçalar koparma, onun bildiklerinin giderek daha fazlasına vakıf olma görevi düşüyor. Bu yaklaşımla hiçbir zaman Tanrı ve dinsel düşünce alt edilemez; dahası, bilimsel bilgilerin tamamına doğal olarak erişemeyecek halk, dinsel düşünce taraflılarına terk edilir. Bu yaklaşım burjuva egemen sınıfının da işine gelir; burjuva modernitesi de budur zaten.
Demek ki, dinsel düşünceyi alt edebilmek için, semavi, ruhani, doğaüstü, fizikötesi olmayan bir “her şey teorisine” ihtiyaç var. Maddi, dünyevi, insana ait bir yaratıcı… Var mıdır böyle bir yaratıcı? Elbette vardır: Emek.
Canlılığın evriminin genel gidişatı içinde, insanı insan yapan, kültürel (toplumsal) evrim diye salt insana ait bir damar, insan emeğin ürünüdür. İnsana ait her şey (her türden inanç, dinler ve tanrılar dahil) insan emeğinin ürünüdür. İnançları, dinleri ve tanrıları da -çeşitli düzeylerdeki- insan emeği yaratmıştır.
Neden insan dışındaki canlıların inançları, dinleri ve tanrıları yok? Neden 5-6 milyon yıllık insanlık tarihinin sadece 7-8 bin yılı içinde dinler ve tanrılar var? Çünkü onları biz insanlar yarattık, maddi ve zihinsel emeğimizle. Olumlu-olumsuz her şeyin yaratıcısı insanın kendisidir, emeğidir.
Dolayısıyla tartışma, bildiklerimizle bilmediklerimiz, senin alanın benim alanım, bilim-din tartışması değildir. Aslında ortada bir tartışma da yoktur. Zihinsel emeğimizin yetersizliklerinden ve sonraları egemen sınıfların ihtiyaçlarından kaynaklanan sanal bir tartışmadır bu.
İnsana ait her şeyi biz yarattık, emeğimizle… Her haltı da biz yedik, yine emeğimizle… Tüm olumlulukları ve tüm olumsuzlukları yaratan insanın kendisidir. Her şeyin teorisinin maddi ve insani temeli budur. Bu nedenle her şeyi bilmeyiz (doğal süreçler sonsuz), ama her şeyi bilebiliriz (doğada var olduğumuz sürece).
***
İnsan (emek) bir uzlaşma yapacaksa eğer, bunu din ve Tanrı ile değil, kendisinin de yaratıcısı olan doğa ile yapmalıdır; buna zorunludur.
Laiklik anlayışımızı bu perspektifle geliştirmek zorundayız. Alan paylaşımı ile değil, daha üst düzeyde bir bütünleştirme ile. İnsana ait her şey emeğin ürünüdür ama insan (ve emeği) da doğanın çocuğudur, doğaya aittir. Doğa ile uyum, laikliğin en temel boyutlarından biridir ve onu bir üst düzeye taşır.
Öte yandan, her türlü inanç değil ama, inancın sistematikleştirilmesi ve tekelleştirilmesi (inanç tekeli), yani dinler ve tanrılar, emeğe bir kesim insan tarafından el konulmasıyla başlamıştır. Bu el koymanın bir aracı olarak… Böylece emek, insana yabancılaştırılmıştır. İnsan emeği ikiye bölünmüştür: Karşılıksız emek ve karşılıklı (meta haline gelmiş) emek. Emeğin yeniden insanın kendisine ait olması, sınıflara bölünmenin, sömüren-sömürülen, ezen-ezilen, yöneten-yönetilen çelişkilerinin ortadan kaldırılmasına bağlıdır. O zaman dine ve tanrılara ihtiyaç kalmayacaktır. Laiklik, bu perspektifle de geliştirilmeden her zaman kadük kalacaktır.
Her şeyin teorisinin peşinde, burjuva modernitesini aşan bir adım atacaksa insanlık, sanırım bu iki patikadan (emeğin bizzat insanın kendi pratiğiyle bütünleştirilmesi ve doğa ile uyum) yol alınacaktır.
***
Modernite düşünsel düzlemde, kutsal dogmalara yani her şeyin teorisine ulaştıklarını savlayanlara karşı mücadele etti. Tümdengelim yerine tümevarıma daha fazla değer biçti. Anlamayı ve bilmeyi dünyevileştirdi. Şeyleri parçalayarak, nicelleştirerek, ölçüp biçerek analiz etme ve bu yolla daha üst düzeyde sentezlere varma bilimsel yöntemini geliştirdi.
Ama sanırım bu yöntem de sınırlarına ulaşıyor ve tıkanıklıklar yaşıyor artık. Bilimsel düşünce ve yöntemin temelinden (mirasından) kopmadan daha bütüncül kavrayışlara, insanın hangi bütünün parçası olduğuna daha köklü yanıtlar üretmeye ihtiyaç duyuluyor galiba. Bu noktadaki temel kavramlar da “doğa” ve “emek” olacaktır. Dinin tuzağına düşmeden, ille Tanrı’ya ulaşmadan, daha doğal ve daha bütüncül bir sentez geliştirmek… Marx’ın önerdiği komünizm ve uyum toplumu hedefi de bu türden bir bütünleştirme çağrısı değil mi?