Ana Sayfa Dergi Sayıları 247. Sayı Kitapçı Rafı

Kitapçı Rafı

85
0

Antibiyotiğin Öyküsü
Sahra Hastanelerinden Nazi Laboratuvarlarına

Evren Sarı
“…1931 yılında insanlar okyanusun bir ucundan ötekine uçabiliyor ve tüm dünyayla anında iletişim kurulabiliyordu. Kuantum fiziği üzerine çalışıyor, psikanaliz uyguluyor, kitlesel reklamlarla boğuşuyor, trafikte kalıyor, telefonda konuşuyor, gökdelenler dikiyor ve fazla kiloları hakkında endişeleniyorlardı. Fakat bakteriyel enfeksiyonlar karşısında neredeyse çaresizlerdi…”  Thomas Hager, Antibiyotiğin Öyküsü kitabına bu çarpıcı girişle başlar. Hemen hemen her kulvarda belli başarıları yakalamış, üç aşağı beş yukarı günümüz ile aynı gündemleri yaşayan insanlığın 20. Yüzyılın başında, sadece 100 sene önce, bakteri yoluyla bulaşan hastalıklarda bu kadar başarısız oluşu, tıbbın bu konuda henüz emekleme döneminde bile olmaması çok şaşırtıcı değil mi?  Aslında çok da haksızlık etmemek gerek, 1930’lu yıllarda Avrupa, Kuzey Amerika ve Asya’nın büyük bölümünde milyonlarca insanı ölümüne sebep olmuş olan zatürre, veba, verem, difteri, kolera ve menenjit gibi hastalıklara parazitlerin değil bakterilerin yol açtığı bulunmuş, başka bir ifade ile savaşılacak düşmanın kim olduğu anlaşılmış; fakat çözüm için elde bir-iki aşı ve birkaç antitoksinden öteye geçilememişti. İşte Antibiyotiğin Öyküsü bu çaresizliği parçalayacak müthiş mücadeleyi anlatan ve arka planında iki büyük savaşın, şirketler arasındaki acımasız patent mücadelelerinin, sayısız hayal kırıklığına rağmen sabırla gerçekleştirilen yoğun bir mücadelenin yapıldığı kısa bir 20. Yüzyıl özeti gibi. 20. Yüzyılın başlangıç dönemi kimine göre kimyasal çağ, kimine göre atom çağı olarak adlandırılsa da bence en çok antibiyotik çağı adını hak ediyor.  Antibiyotik çağında anlatılanlar o kadar sürükleyici ki, kendinizi bazı sayfalarda savaşın dehşetini yaşayacağınız kanlı ve hijyenden çok uzak sahra hastanelerinde belki bir hasta, belki de çaresiz bir hekim olarak; bazı sayfalarda günümüzde tekelleşmiş dev şirketlerin sentetik ilaç geliştirme çalışmalarına başladığı, amatör sayılabilecek araştırma tesislerinde sürekli başarısızlık yaşayan; ama yılmayan bir kimyager olarak ve bazı sayfalarda da insanlığın yüz karası olan nazilerin doğrudan insanlar üzerinde deney yaptığı sözde tıp laboratuvarlarında o dehşeti yaşayan bir kobay faresi olarak bulabilirsiniz. Başarısızlıklar ile dolu sayısız denemenin rastlantılar ile çözülmesine şaşıracak ama ortada bir sorun varsa insanlığın bunu mutlaka bir şekilde çözebileceğine dair inancınızın da kitabın sonunda arttığını göreceksiniz. Yazar,  bize antibiyotik üzerinden insanın hayatta kalma mücadelesini de anlatan epik bir destan sunmakta, son derece gerçek ve ölümcül bir destan. Bu destanın başkahramanları hiçbir koşulda pes etmeyen ve dayanışarak ilerleyen bilim adamları ile sürekli kendini yenileyen, sinsi bir düşman olan enfeksiyonlar. İnsanlar ile enfeksiyonlar arasında mücadelenin bu öykünün tamamlanması ile sonlanamadığını hepimiz biliyoruz. Covid19 bize bunu çok yakın bir geçmişte çok acı bir şekilde gösterdi. Kitapta bu mücadeleyi hiçbir zaman bırakmayanlardan biri olan Gerhard Domagk,  1. Dünya Savaşı’nın en kanlı zamanlarında cephe hattında tarihe not olarak düştüğü sözünü : “Bu yıkıcı çılgınlığa karşı koyacağıma Tanrıya ve kendime yemin ederim.”  20 yıl içerisinde Prontozil’i (Saf Sülfa) elde edip insanlığa hediye ederek yerine getirse de Antibiyotiğin Öyküsü bu savaşın sadece giriş kısmı, belki de sadece önsözü olacak gibi…

Antibiyotiğin Öyküsü – Sahra Hastanelerinden Nazi Laboratuvarlarına- Thomas Hager- Pan Yayıncılık- 2023- 472 s.

Neksus- Taş Devri’nden Yapay Zekâya Bilgi Ağlarının Kısa Tarihi
Yuval Noah Harari, Çev. Çiğdem Şentuğ, Kolektif Kitap, 2024, 448 s.
Neksus insanlık tarihine derinlemesine bir bakış atarak, bilgi akışının insanı bugünlere nasıl getirdiğini tartışıyor. Okuru Taş Devri’nden Kitabı Mukaddes’in kanonlaştırılmasına, matbaanın icadına, kitle iletişim araçlarının gelişimine ve son dönemlerde popülizmin yeniden doğuşuna tanıklık ettiren Harari, bilgiyle gerçek, bürokrasiyle mitoloji, bilgelikle otorite arasındaki karmaşık ilişkiyi sorgulamaya teşvik ediyor. Roma İmparatorluğu, Katolik Kilisesi ve Sovyetler Birliği gibi sistemlerin iyi ya da kötü, hedeflerine ulaşmak için bilgiyi nasıl kullandığını örneklerle inceliyor. Ve insandışı zekânın insan varlığını tehdit ettiği bu dönemde, her şey için çok geç olmadan neler yapabileceğini tartışıyor.

Nadir Metaller Savaşı: Enerji Geçişinin ve Dijitalleşmenin Karanlık Yüzü – 21. Yüzyıl Kitaplığı
Guillaume Pitron, Çev. Alp Tümertekin, İş Bankası Kültür Yayınları, 2024, 296 s.
“Yenilenebilir” diye bilinen kaynaklardan enerji sağlamak ve teknolojik ürünlerin imalatı için kayalarda ve diğer yaygın metallerin içinde eser miktarda bulunan nadir metallere insanlar muhtaçtır. Cep telefonları, bilgisayarlar, elektrikli araba motorları, jet uçakları, uydular, rüzgâr türbinleri, güneş panelleri bu nadir metaller olmadan imal edilemez. Öte yandan, bu metallerin çıkarılması sağlığa ve çevreye zararlı kimyasalların kullanıldığı, hiç de yenilenebilir olmayan son derece enerji yoğun bir süreç. Bu kitabında Guillaume Pitron bu hammaddelerin tedarikini sağlamanın jeopolitik, ekonomik, çevresel ve toplumsal etkilerini ortaya koyuyor. Küresel iklim krizinin daha “yeşil” bir küresel enerji üretimiyle çözüleceği varsayımına meydan okuyan kitap aynı zamanda, bir düzine ülkede altı yıl boyunca yapılan araştırmalara dayanan titiz bir araştırmacı gazetecilik örneği olma iddiası taşıyor.

Uygarlık Tarihi
Töre Sivrioğlu, Sakin Kitap, 2024, 384 s.
Uygarlık kavramı, çoğu zaman “kültür” kavramı ile eşdeğer bir şekilde kullanılmaktadır. Ne var ki bu iki kavram aslen eş anlamlı değildir. Ziraat sözcüğü ile akraba olan “kültür” kelimesi Latince “Colere” fiilinden türemiştir ve “ekip biçmek, toprağı işlemek” gibi anlamlar taşımaktadır. Uygarlık kelimesi ise “yurttaş” (civis) ve “devlet” (civitas) ile aynı kökten gelmekte, “kentlilik, kentte yaşam ve kent kuralları” gibi anlamları taşımaktadır. Kelimelerin tarihsel kökenine bakıldığında dahi uygarlık kavramının kültürü de kapsayan bir küme olduğu ve kültür kavramının ötesinde bir unsur olduğu anlaşılmaktadır. Kavramların günümüzdeki anlamları incelendiğinde bu fark daha belirgin olarak göze çarpmaktadır. Örneğin Alfred Weber’e göre uygarlık “uygulamalı teknikler bütünü ve doğa üzerinde etki meydana getiren araçların toplamı” olarak tanımlanabilir; kültür ise “normatif ilkeler; değerler ve idealler, tek kelimeyle zihniyettir.” Kültür, bilinçli değil, kendiliğinden öğrenilir. Nesilden nesle doğal yollarla aktarılır, alışkanlık haline gelir, değişime kapalıdır, tutucudur, zamanla katılaşır ve fanatikçe savunulur. Uygarlık bu şekilde inşa edilemez, geliştirilemez ve savunulamaz. Onun bir bilinci ve amacı olmalıdır. Kültür kendini korumaya odaklıyken uygarlık, gelişmek ve değişime açık olmak zorundadır. Kültür duygulara, anılara ve geçmişe dayanır; uygarlıkta ise rasyonellik ve gelecek planları devrededir. Bu noktada uygarlığın ölçülebilir bir kavram olduğu söylenebilir, ancak kültür için aynı şey söz konusu değildir. Gelişmiş ve gelişmemiş kültürlerden söz etmek anlamsızdır. Mozart’ın müziğinin Afrika müziğine tercih edilmesi veya tam tersi, insanların beğenileri ile ilgili bir tutumdur. Uygarlık ise ölçülebilir ve kronolojik bir sıraya yerleştirilebilir. Örneğin, Mezopotamya ve Mısır sanatının estetik yanlarını karşılaştıramayız, ancak her iki uygarlığın mimari, takvim ve matematik hesaplamalarındaki başarılarını karşılaştırmak mümkündür. Dolayısıyla uygarlıklar arasında bir tür “gelişmişlik”ten bahsetmek mümkündür. Bu bağlamda, elinizde bulunan kitapta uygarlığın ölçülebilir özelliklerinden hareketle bir “uygarlık tarihi kronolojisi” aktarılmıştır. Prehistorik dönemlerden başlayıp 19.yüzyıla dek dünya uygarlıklarının gelişim süreci, kültürün uygarlığa ve uygarlığın kültüre olan etkileri, bilim, sanat, mimari gibi unsurların tarihsel gelişimi gibi konulara değinilmiş ve bu unsurların uygarlık tarihi üzerindeki etkileri ele alınmıştır.

Matematiksel Mitoloji ve Folklor
Ramil Aliyev, Doruk Yayınları, 2024, 216 s.
“Matematiksel Mitoloji ve Folklor” kitabı, dünyada bu konuda yazılmış ilk eser olma iddiası taşıyor. Bilimler arası entegrasyona adanan bu çalışmada, mitolojinin öğrenilmesi sırasında matematiksel bilgiyi mitolojik dünya görüşü ve folklor metinlerine uygulama sorunları incelendi. R. Aliyev bu kitabında,  insan atalarının matematiksel-mitolojik dünya görüşünü, modern algoritmalara dayanan erken bir dijital matematiksel-geometrik dünya görüşü sistemi şeklinde ortaya çıkarmak gibi çetin bir işe girişti. Matematiksel folklor metinlerine dayanarak matematiksel mitolojiyi bir bilim olarak düşündü ve muhteşem bir yapıya sahip bu monografiyi ortaya çıkardı. Kitap, aynı zamanda Azeri halk bilimcilerinin matematiksel düşüncelerini eserlerine göre analiz etmekte ve Azeri bilim insanlarının matematiksel düşünceleri ve matematiksel folklor çalışmalarının gelişimine dayalı olarak folklor metinlerindeki matematiksel modellerin bilimsel bir açıklamasını sunmaktadır.

Wanat: MÖ İkinci Binyılda Batı Anadolu – Son Gelişmeler ve Geleceğe Dair Görüşler
Kolektif, Koç Üniversitesi Yayınları, 2024, 388 s.
Hakemlerce değerlendirilerek yayına hazırlanan bu kitap, Orta ve Geç Tunç Çağı Batı Anadolu arkeolojisine yönelik yeni çalışmalar yürüten, yeni yaklaşımlar benimseyip yeni yorumlar ortaya koyan çeşitli uluslararası araştırmacıların sonuçlarını bir araya getiriyor. Söz konusu alan oldukça büyük olmakla birlikte önemli ölçüde bir bölgesel çeşitliliğe de sahip. Batı Anadolu kültürlerini komşularından ayıran şey ne? Belirli alt bölgeleri açık bir şekilde tanımlamak mümkün mü? Bu kültürler, yerel kültürel değişim ve bölgesel etkileşim bağlamında hangi yolları izlediler? Bu ve bunun gibi daha pek çok meseleye ışık tutmaya çalışan araştırmacılar, Batı Anadolu’nun geniş topraklarına yayılan maddi ve kronolojik eşzamanlılığı ve/veya bilgilerimizdeki eksiklikleri ortaya koyarak araştırmaların mevcut durumuna ilişkin güncel bir değerlendirme sunarken, bölgesel ve alt bölgesel farklılıkların tanımlanmasına yönelik gelecek araştırmalara da yol gösteriyor. Bu farklılıklar, bölgenin yekpare bir kültürel bütün olarak ele alınmaması gerektiğini ortaya koyuyor. Bunlar, daha çok birbiriyle iç içe geçen iletişim, değiş tokuş ve politik etkileşim alanlarına dahil olmaları nedeniyle müşterekleşen, ilişkili ancak farklı olan birimlerin göstergesidir ve bu nedenle bu çalışmaya dahil edildiler.

Bilim Tarihi Yazıları – Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yılına Armağan
Kolektif, Kabalcı Yayınevi, 2024, 92 s.
Bilim Tarihi Yazıları kitabı, Cumhuriyetin yüz yıllık geçmişini bilim tarihinde bir Cumhuriyet kazanımı olan alanındaki başarılar ışığında irdelemek amacıyla hazırlandı. Başka bir deyişle, ülkede bilimsel düşüncenin tarihsel gelişimini irdeleyen önemli isimler ve olayları ele alan bir çalışma olmasına özen gösterildi. Bu amaçla bir yandan bilim tarihinin girift ve zengin dünyasının okurlara sunulması hedeflenirken, bir yandan da geçmişin bilimsel başarıları ve bu başarıların günümüze etkilerini ortaya çıkaran değerli bilim insanlarının çalışmalarının genel hatlarıyla ortaya konulmasını sağlayacak yazılara yer verildi. Bu amaçlar doğrultusunda Bilim Tarihi Yazıları’nda, özellikle Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan süreçte bilimsel düşüncenin evrimi ve Mustafa Kemal Atatürk’ün bilim ve eğitimdeki öncü rolünü vurgulayan yazılar derlendi. Kitabın ortaya çıkarılmasına katkıda bulunan değerli araştırmacılar yazılarıyla, Türkiye’de bilim tarihi kürsüsünü kurup bu alanda akademik çalışmaların başlatılmasını sağlayan Aydın Sayılı başta olmak üzere, Fuat Sezgin, Esin Kâhya, Cevat İzgi ve İşaya Üşür gibi bilim tarihi alanına katkılarda bulunmuş isimlerin çalışmaları ve görüşlerini okuyucuya detaylıca sundular. Cumhuriyet’in 100. yılına armağan olarak hazırlanan Bilim Tarihi Yazıları, bu nitelikleri dikkate alındığında sadece bilim tarihçileri için değil, tarih, felsefe ve bilim meraklıları için de bir başvuru kaynağı niteliğinde olmasının yanı sıra Türkiye’nin bilimsel mirasını, bilim tarihi açısından anlamak isteyenler için de mütevazı bir çalışmadır.

Anadolu Kuş Adları Sözlüğü
Merete Çakmak- Priscilla Mary Işın, Alfa Yayıncılık, 2024, 184 s.
Türkiye’nin iklim, coğrafya ve kıtalararası konumundan dolayı yerli, göçmen ve ziyaretçi kuş türlerinin toplam sayısı çok fazladır, son kayıtlara göre 500’e yaklaşmıştır. Anadolu Kuş Adları Sözlüğü bu kuşların yerel düzeyde bile olsa Türkçe karşılıklarını vermek amacıyla hazırlanmıştır. Türkçe adları olmayan ya da sadece cins düzeyinde bulunup farklı türler için ayrı adları bulunmayan bazı kuş adlarının İngilizceden, Latinceden çevrilmesi kaçınılmaz bir durumdur. Ender olarak görülen veya yeni tespit edilen bazı kuşların hepsinin yerel adlara sahip olmaları beklenemez. Her dilde olduğu gibi, Türkçe kuş adları, insanların tarih boyunca doğal çevrelerindeki canlılara duydukları ilgiyi, onlarla ilgili bilgilerini yansıtır; onların renkleri, sesleri, hareketleri, yaşadıkları ortam gibi özelliklerini ifade eder. Bu nedenle kuş adları Türkçenin bir zenginliğidir. Bu sözlüğü kullananlar, “deniz kırlangıçları”nın hangi aileye ait olduğu gibi bilgilere gerek olmadan bütün kırlangıçları “kırlangıç” maddesi altında bulabilir. Anadolu Kuş Adları Sözlüğü’nün kuş konulu kitaplardan diğer bir önemli farkı, bir kuş türü için rastlanan farklı adların hepsinin verilmesidir. Aynı adın birden fazla kuş türü için kullanıldığı durumlarda yine hepsi belirtilmiştir. Sözlük Türkçe, İngilizce ve Latince olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır.

Ahlak – İyinin ve Kötünün İcadı
Hanno Sauer, Metis Yayınları, 2024, 368 s.
İyi ve kötü nedir? Neyi yapmalı, neyi yapmamalıyız? Ahlakın temelini oluşturan bu sorular her dönemde insanların zihnini meşgul etti. Peki ahlak nasıl ve hangi koşullarda doğdu? Tarih boyunca ahlak anlayışımız nasıl değişti ve çeşitli toplumlarda nasıl farklılaştı? Kültürel ve teknolojik gelişmeler ahlaki evrimi nasıl etkiledi? Bugün tanık olduğumuz ahlaki kutuplaşmanın kaynağı ne? Günümüzün ahlaki krizlerini geçmişin ışığında nasıl yorumlayabiliriz? Hanno Sauer kitabında okura ahlakın hikâyesini anlatmayı hedefliyor. Hikâye Doğu Afrika’daki henüz insan olmayan ilk atalardan başlayıp, çağdaş dünyanın metropollerinde kimlik, eşitsizlik, baskı ve şimdiki zamanı yorumlama ayrıcalığı hakkında sürdürülen güncel çevrimiçi çatışmalara kadar insanlığın temel ahlaki dönüşümlerinin izini sürüyor. Toplumun çağlar boyunca nasıl değiştiğini, insani değerlerine ve normlarına paralel olarak yeni kurumların, teknolojilerin, bilgi birikimlerinin ve ekonomi biçimlerinin nasıl geliştiğini anlatıyor ve bu değişimlerin her birinin birden fazla veçhesi olduğunu söylüyor.

Stoacıların Çelişkileri Üzerine
Mestrius Plutarkhos, Doğu Batı Yayınları, 2024, 99 s.
Stoacılık üzerine ilk klasik eleştirel metinlerden biri Plutarkhos’a aittir. Plutarkhos’un Stoacılara ve Epikurosçulara olan eleştirileri temelde onların Platon’dan çokça istifade etmelerine rağmen bunu eserlerinde belirtmemeleri ve aksine onu, Plutarkhos’a göre, şiddetle ve haksızca eleştirmeleri çevresinde yoğunlaşmaktadır. Plutarkhos’a göre, Stoacılar ve Epikurosçular hem insan doğası konusunda hem de metafizik düşüncelerinde yanılmışlar ve Platon’dan uzaklaşarak çelişkiye düşmüşlerdir. Plutarkhos’un ısrarla karşı çıktığı nokta özellikle Stoacıların materyalist metafizik anlayışlarıdır. Bu anlayışa göre, Stoacılar Tanrı ve madde diye iki ayrı ilke olduğunu kabul etseler de, onlar için Tanrı madde olmamakla birlikte bedendir. Stoacılar amaçlarını ‘doğaya uygun yaşamak’ olarak tanımlamışlardır. Burada ilk olarak doğadan ne anlaşılması gerektiği ortaya konmalıdır. Cansız varlıkların doğası ile canlıların doğası farklıdır, doğalarının gerektirdikleri de bu sebeple farklı olacaktır. Ateşin doğasında yukarı doğru hareket etmek varken, bitkilerin doğasında beslenme, büyüme, gelişme ve ölme/ kuruma vardır. Rasyonel olmayan hayvanların doğasında bitkilerden farklı olarak hareket etme, duyum ve arzulama vardır. İnsanın onu diğer canlılardan ayıran doğasında ise akıl sahibi olma ve bu aklı kullanma vardır.

Felsefi Antropoloji: İnsan Nasıl İnsan Olamadı? Herkes İçin Felsefe – Filozoflar Kavramlar Akımlar
Meriç Bilgiç, Say Yayınları, 2024, 216 s.
Bu kitap tarih boyunca insan olmanın fenomenlerini panoramik olarak sergilemekte ve yeniden yaratılabilecek mantıksal bir zemin kurmaktadır. Kitap bir yandan felsefe dünyasına, felsefi antropolojinin akademik bir disiplin olarak üzerine oturacağı ana çerçeveyi, okuma kaynaklarıyla beraber sunarken, diğer yandan da tarihe karşı kendi tarihini yaratacak, geleceğini kendisi olmanın mutluluğu üzerine kuracak öncü insanlara Arşimetçi bir insan felsefesi vermektedir. “İnsan” derken, burada geleneksel olarak alışıldığı gibi, gizliden içine Batılı-Akıllı-Erkek kaçmış, teorik bir ruhsal üründen söz edilmiyor. Bu insanın içinde bütün o silinmiş, itilmiş, aşağılanmış, dişi, deli, saf, kötü, çirkin bileşenleriyle de birlikte, kayıp insanı, yeryüzünde insan olarak insanı arıyoruz. Bu kitap ile yapılmaya çalışılan şey de tam olarak insanı tarihsel bir varlık olarak otantik, estetik eksenine geri taşımaktır.

Felsefenin Başlangıç İlkeleri
Georges Politzer, Yordam Kitap, 2024, 224 s.
Georges Politzer’in Felsefenin Başlangıç İlkeleri, sosyalizme sıfırdan başlayanlar için, aşağı yukarı doksan yıldır, yani kabaca üç kuşak boyunca eşsiz bir kılavuz olmuştur. Öncelikle genç işçiler için düşünülmesi, anlattıklarının olabildiğince berrak, kolay anlaşılır ve kolay akılda tutulur olmasını gerektirmiştir. Kısa kısa bölümleri, anlatılacakların başlıklarının her bölümün başında sunulması, sık sık tekrarlara, dolayısıyla da hatırlatmalara gidilmesi, gerektiğinde ek okumalar önerilmesi ve nihayet, soru-cevaplarla derslerin iyice özümlenmesinin sağlanmaya çalışılması, bu kitabı eğitbilim (pedagoji) açısından örnek bir çalışmaya dönüştürmüştür.

Yüzerken Modernleşmek – 20. Yüzyıl İstanbul’unda Sayfiyelerin Sosyal Tarihi
Ufuk Er, Çizgi Kitabevi, 2024, 128 s.
Yüzerken Modernleşmek, Türkiye’deki modernleşme serüvenine farklı bir pencereden ve İstanbul örneği üzerinden bakıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri ve Cumhuriyet’in erken yıllarında gündelik hayatın dönüşümünü, deniz hamamları, plajlar ve sayfiye kültürü üzerinden ele alıyor. Bu eser, denize girme pratiklerinden plaj modasına, deniz kenarındaki kamusal alanlarda yaşanan toplumsal ve kültürel değişimleri ayrıntılarıyla inceliyor. Kitap, Batılılaşma ve modernleşme süreçlerinin, İstanbul’un sahillerinde nasıl somutlaştığını gözler önüne seriyor. Sahillerdeki kamusal alanlar, özellikle Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte toplumsal hayatın görünür sahnelerine dönüşürken, modernleşme kavramı yeni bir anlam kazanıyor. Kadınların kamusal alanda daha fazla yer edinmesi, plajlarda sergilenen yeni giyim tarzları ve davranış biçimleri, gündelik hayatın modernleşmesini belirgin hale getiriyor. Bu kitap Osmanlı İstanbul’unda insanların deniz ile nasıl çekingen bir bağ kurduğu, deniz hamamı adı verilen, denizin içerisinde dört bir yanı kapalı bir yüzme havuzunu andıran yapılarda, doktor reçetesiyle nasıl denize girdikleri ve deniz hamamları dışında açıktan denize girmenin nasıl yasaklandığı gibi soruların cevaplarını vermeyi amaçlıyor. Aynı zamanda işgal İstanbul’unun plajlarının ilk kimler tarafından kullanıldığı, cumhuriyetin ilanıyla birlikle çok sayıda plajın nasıl açıldığı ve İstanbul halkının bu plajlarda nasıl vakit geçirdiklerini, Florya Plajı, Mustafa Kemal Atatürk ve İstanbul halkı arasındaki ilişkiyi anlatıyor.

Dijital Diplomasi Politikaları
Mehmet Can Tokmak, Nobel Bilimsel Eserler, 2024, 218 s.
Devletler açısından uluslararası iletişim kavramının anlamı ve uygulamaları, küreselleşme ile dijitalleşme kavramlarında olan değişimler sonucunda geçmişe nazaran hızla değişmiştir. Dijitalleşme süreçlerinin dünya toplumlarının hayatına daha fazla entegre olması neticesinde günlük yaşam dinamikleri farklılaşmıştır. Küreselleşme süreciyle devletler özellikle insanlara ve toplumlara yönelik dijital diplomasi politikaları üretmeye başlamışlardır. Devletlerin, hedef kitlelerle olan etkileşiminde medya ilişkileri, algı yönetimi, sorun ve kriz yönetimi, imaj ve itibarın yönetimi ile dijital iletişim gibi halkla ilişkilerin direkt uygulama yöntemlerinden planlı, nitelikli ve stratejik olarak yararlanması gerekmektedir. Devletin kendisiyle ilişkili yumuşak güç unsurlarını yabancı hedef kitlelere kültürel, insani, eğitim, sağlık gibi alanlar başta olmak üzere uluslararası yayıncılık diplomasinin ve dijital platformların katkısıyla aktarması faydasına olmaktadır. Dış politikaya dair sorunların çözümünü çevrimiçi kanallar üzerinden halletmeyi ön plana alan dijital diplomaside, işleri hızlandırarak bürokratik sınırları azaltmak, etkili iletişim faaliyetleriyle olumlu yönde imaj ve itibar oluşturmak, bir devletin kendini daha iyi ve net şekilde dış kamulara aktarması mümkün olmaktadır. Teknolojinin sürekli olarak gelişimine bağlı olarak iletişim ve etkileşim kanallarının çeşitlenmesi sonucunda devletlerin yenilikleri takip ederek kendilerini bu yeni kamusal alanlarda konumlandırması gerekmektedir.

Türkiye’de Sağ ve Solun Oluşumu ve 1975 – 80 Sivil İç Savaşı
Mehmet Süreyya Karakurt, Nota Bene Yayınları, 2024, 488 s.
Türkiye’de sağ ve sol belirgin olarak 1950’ler sonrasında oluştu. Bu oluşum süreci aynı zamanda “Soğuk Savaş”ın en etkili sürdüğü yıllara denk geldi. 1980’e kadar sonraki 30 yıl boyunca da ülke siyaseti soğuk savaşın izlerini çok derinden hissetti. Bu kitap Osmanlı’daki modernleşme ataklarından başlayarak ve esas olarak 1950’ler sonrası sağın ve solun oluşum süreçlerini incelikle ele alıyor. Aktörlerin ideolojik politik gelişim evrelerini, ayrışmaları, yeniden biçimlenişleri analiz ediyor. Bu ilk oluşumların zirve noktası 1975-80 dönemidir. Bu dönem bugüne kadarki gelişmeleri çok derinden etkilemesine rağmen daima gölgede bırakılan bir dönem oldu. 1975-1980 arası, toplumun her kesimini, coğrafyanın her köşesini kapsayan yaygın çatışma ortamı ile Türkiye için özel bir dönemdir. Bu çatışmalar son derece etkili sonuçlar da yaratmış, sağ cenahın muharip aktörünü dünyanın en güçlü, en kitlesel faşist hareketlerinden biri haline getirirken, sol cenahta da son derece kitlesel bir radikal silahlı sol hareket ortaya çıkarmıştır. Bu çatışma ortamının sonu ise, Türkiye’nin siyasi hayatını kökten değiştiren, etkisi bugün bile derin şekilde hissedilen bir askeri darbe ile geldi. Askeri darbenin etkileri öyle etkili oldu ki bütün dikkatler oraya odaklandı, onu ortaya çıkaran ortamın kendisi ikinci plana düştü. Bugün bile bu olayların ne olduğu, neyin ürünü olarak ortaya çıktığı, nasıl bir gelişim seyri izlediği vb. konusunda bir iki istisna dışında bir anlatım bulunmuyor. Olayların değerlendirmesi konusunda da fikirler birbirinden radikal şekilde ayrışıyor. Kimileri bu olayları anarşi ve terör olarak görmeye meyilli iken, kimilerine göre bunlar sağ-sol çatışmasıydı. Kimilerine göre ise o dönemde Türkiye’de bir iç savaş yaşandı. Bu kitap bu yıllarda Türkiye‘de bir iç savaş yaşandığı tezini gerekçelendirmeye, aktörleri, nedenleri ve dinamikleri ile sürecin genel bir resmini çizmeye çalışıyor. Fakat bu iç savaşın, alışılmış örneklerin dışında “sivil” bir karakter taşıdığını ileri sürüyor ve bütün bunların gerisinde de iç politikanın soğuk savaşlaştırılmasının yattığını göstermeye çalışıyor.