Ana Sayfa Bilim Gündemi ‘Toplumsal birikim’ diyalektiği

‘Toplumsal birikim’ diyalektiği

2214

Ender Helvacıoğlu

Geçtiğimiz haftanın köşe yazısının devamı niteliği taşıdığından, eskiden yazdığım bir yazıyı biraz güncelleyip düzelterek tekrar sunuyorum.

SINIFLAR-ÜSTÜ SINIFSALLIK İLKESİ
Eğer uygarlık dönemini ele alıyorsak, toplumsal birikimin sınıfsal niteliğini de saptamamız gerekir. Sınıflar-üstü bir birikimden söz edilebilir mi? Elbette edilebilir; çünkü insanlığın uygarlık öncesinden gelen on binlerce yıllık bir kültürel birikimi vardır. Ama uygarlık ile birlikte egemen sınıf, bu sınıflar-üstü birikime kendi sınıfsal niteliğini vererek başarıya ulaşır. On binlerce yıllık toplumsal birikimi kendi sınıfsal potasında eriterek egemenliğini kurabilir. Uygarlığın, yönetme tekeli (devlet), silah tekeli (ordu), inanç tekeli (din), bilgi tekeli (bilim) olduğundan söz ederken, uygarlık kurucusu egemen sınıfın, tarihin derinliklerinden gelen toplumsal birikimi kendi potasında eritmesinin araçlarından söz ediyoruz.

Yani egemen sınıf, ancak kendi çıkarının tüm toplumun çıkarı olduğunu kabul ettirdiğinde, kendi sınıfsal çıkarının sınıflar-üstü olduğu (tüm toplumun çıkarı olduğu) yanılsamasını yaratabildiğinde egemen olabilir. Uygarlık kurucularının (aristokratların) binlerce yıllık hükmünün sırrı buradadır. Öyle ki, modernite dönemine kadar, mevcut aristokratlara karşı ezilenlerin başarılı isyanları bile, isyancıların giderek yeni bir aristokrat sınıfa dönüşmesiyle sonuçlanmıştır.

Haraçlı düzen (aristokrat egemenliği), ancak yeni bir sınıfsal sistemin ortaya çıkmasıyla yıkılabilmiştir. Yeni sınıflar (aristokratlar ve köylüler/serfler/marabalar yerine burjuvazi ve proletarya) ortaya çıkar, yeni bir toplumsal sistem (üretim ilişkileri) oluşur, aristokrasi gereksizleşir ve yeni toplumun yeni toplum sözleşmesi yapılır.

Modernite ile birlikte şu çatışma ortaya çıkar: Mevcut toplumsal birikimi hangi sınıf (burjuvazi mi proletarya mı) kendi sınıfsal potasında eritebilecektir? Sömürücü bir sınıf olarak burjuvazinin avantajlı olduğunu biliyoruz. Genellikle burjuvalar, kendi çıkarlarının tüm toplumun çıkarı olduğu yanılsamasını yaratmakta başarılı olmuşlardır. Fakat özellikle 20. yüzyılda proletaryanın da tüm toplumun çıkarlarını kendi potasında eritme girişimlerinin yaşandığını da biliyoruz. Kısacası, bir sınıfın önderliği, sınıflar-üstülük potansiyeli ile ölçülür. “Sınıfa karşı sınıf” maçını, sınıflar-üstülük potansiyeli güçlü olan sınıf kazanır.

TOPLUMSAL PRATİK İLKESİ
Geçmiş birikimin (en başta eğitim ile) kuşaktan kuşağa aktarılması, elbette toplumsal birikimin içselleştirilmesinin temel yollarından biridir. Fakat hiçbir zaman yeterli değildir. Eğer bir kişinin veya bir örgütün veya içe kapalı bir topluluğun dönüşümünden değil de toplumun dönüşümünden söz ediyorsak, insanlar ancak kendi eylemli pratikleri ile dönüşebilirler. Toplumsal birikim esas olarak toplumsal pratik ile oluşur; toplumsal birikimin anası toplumsal pratiktir. Toplumlar sınıf mücadelelerinin sürdüğü dışa açık dinamik yapılardır ve geçmiş birikim hiçbir zaman mevcut durumu açıklamakta yeterli olamaz. Her kuşak esas olarak kendi pratiğiyle kendi birikimini yaratır. Toplumun kendi pratiği içinde kazanmadığı birikimler kolayca yitirilebilir. İnsanlar ancak kendi pratikleriyle elde ettikleri kazanımları bir birikime dönüştürebilirler ve içselleştirebilirler.

Örneğin bir toplumun modernite birikiminden söz ediyorsak, esas olarak o toplumun modernite değerleri konusunda ne kadar eğitildiğinden değil, toplumun haraçlılıktan ve sınıfsallıktan kurtuluş mücadeleleri birikiminden söz ederiz. Örneğin Türkiye’nin 150 yıllık modernite birikimi derken, meşrutiyetlerden, 1908 devriminden, Kurtuluş Savaşı’ndan, Cumhuriyet devrimlerinden ve cumhuriyet döneminde yaşanan sınıf mücadelelerinden geçerek oluşmuş toplumsal birikimi kastederiz.

Lafın değil eylemin belirleyici olduğu türünden klasik bir materyalist ilkeden söz etmiyoruz sadece; gerek muhalefetteyken gerekse iktidarı aldıktan sonra sosyalistlerin de en büyük sorunudur bu. Öncünün etkisinin nereye kadar olduğunu ve öncünün ne yapması gerektiğini anlatır bu ilke. Gerek devrim gerekse sosyalist inşa, çok yetenekli öncülerin topluma giydirdikleri bir elbise değil, kitlelerin bizzat kendi devrimci pratikleriyle dönüşmesidir. Öncü, bu yolu açtığı ve her aşamada bu pratiğe önderlik edebildiği ölçüde öncüdür. Bu potansiyeli harekete geçiremeyen öncü, sonuç olarak tekrar sömürücü bir sınıfa dönüşür.

Toplumsal birikim topluma dışardan şırınga edilen bir olgu değildir; ancak toplumsal pratik içinde oluşabilir.

MUSİBET İLKESİ
Büyük toplumsal pratikler ve devrimci atılımlar sonucu oluşan toplumsal birikim, bir süre sonra “evdeki bulgura” dönüşür. Zaten evdeki bulgura dönüşememişse toplumsal birikimin bir parçası olamamış demektir. Kitleler “evdeki bulgura” sıkı sıkıya bağlıdırlar; kolay kolay vazgeçmezler. Evdeki bulguru riske atmaya hiçbir zaman gönüllü olmazlar. Bireyler ve örgütler maceracılık yapabilir, ama toplumlar yapmaz. Kitleler ancak “evdeki bulgur” tehdit altına girdiği zaman harekete geçerler. “Dimyat’taki pirincin” ufka girmesinin ön şartı, “evdeki bulgurun” tehdit altına girmesidir. Büyük atılımlar, büyük çöküşlerin sonucunda oluşur.

Atalarımız “bir musibet bin nasihatten yeğdir” diyerek bu ilkeyi veciz bir biçimde ifade etmişler. Gerçekten de tarih boyunca kitleler ancak, devletsiz kaldıklarında devletin önemini, vatansız kaldıklarında vatanın önemini, karanlıklara sürüklendiklerinde aydınlanmanın önemini, zorbalıklara maruz kaldıklarında demokrasinin önemini, öncüsüz kaldıklarında öncünün önemini, kısacası bıçak kemiğe dayandığında kemiğin önemini kavrarlar. Toplumsal bilinç -ne yazık ki- ancak böyle oluşur. Nasihatler bireyleri harekete geçirebilir, toplumları ise ancak musibetler…

Toplumlar aptal mıdır, yoksa akıllı mı? Nereden baktığımıza bağlı… Öncünün perspektifinden baktığımızda aptaldırlar; uçuruma düşmeden uçurumun varlığını kavrayamamaktadırlar; musibeti yaşamadan nasihati anlayamamaktadırlar. Toplumun perspektifinden baktığımızda ise aptal olan öncüdür; maceracılık yapmakta, olmadık işler peşinde koşmaktadır. Hangisinin doğru olduğunun fazla bir önemi yok. Öncüler, toplumun perspektifinden de bakmayı öğrendiklerinde, yani musibet ilkesini kavradıklarında öncü olabilirler. Yoksa nasihatleri ile kendi başlarına kalırlar. Topluma öncülük nasihatle değil, musibetten çıkış yolunu pratikte göstermekle gerçekleşebilir. Gerçek nasihat de budur zaten… Nasihatin doğru olup olmadığı musibet anlarında ortaya çıkar.

Kısacası toplumsal birikim, bir anlamda musibet birikimidir. Doğrular, yaşanan yanlışlardan çıkarılan derslerin toplamıdır.

TOPLUMSAL BİRİKİM VE DEVRİM
Buraya kadar yazdıklarımızdan toplumsal dönüşümün kendiliğinden oluştuğu, hiçbir irade unsuru taşımadığı anlaşılmasın. Başta kültürel evrim olmak üzere yukarda anlattığımız her şey (yani toplumsal birikim) insanların yapıp ettikleri ile ilgilidir, dolayısıyla irade içerirler. Anlatmak istediğimiz, irade denilen olgunun bireysel değil toplumsal olduğudur. Bireyin veya örgütün (öncünün) iradesi ile toplumun iradesi arasındaki diyalektik ilişkiden söz ediyoruz.

Toplumsal dönüşüm, bir dizi politik devrim ile oluşur. Denilebilir ki, -uygarlık döneminde- toplumsal dönüşümün motoru politik devrimlerdir. Peki, politik devrimler hangi birikimlere dayanarak gündeme gelir?

Tarihe baktığımızda büyük politik devrimler nerelerde oluşmuş? Yakın tarihe (modernite dönemine) bakalım: İngiltere, ABD, Fransa, Almanya, Rusya, Türkiye, Meksika, Çin… Bunların hepsi toplumsal birikimleri geniş olan kadim coğrafyalardır. Kaybedeceği çok şey olan, “evdeki bulgurları” yüklü olan toplumlardır.

Burada bir paradoks (aslında diyalektik) var. Evdeki bulguru fazla olan toplumlar kolay kolay devrime kalkışmaz; evdeki bulgur bir tutuculuk unsurudur. Ama evdeki bulguru az olan toplumların da devrim yapmaya mecali olmaz. Ne kadar toplumsal birikim o kadar devrim; ama aynı zamanda ne kadar toplumsal birikim o kadar tutuculuk… Kaybedeceği bir şey olmayan toplumlar mı devrime daha yatkındır, kaybedeceği çok şey olan toplumlar mı? Hangi toplum potansiyel olarak daha devrimcidir?

Şöyle bir sonuca varabiliriz: Kayıpları büyük olan toplumlar daha köklü dönüşümlere yatkın olurlar. Tarihsel kazanımları büyük olan ve bu kazanımları tehdit altına giren toplumlar, büyük atılımlarla bu darboğazdan çıkmaya eğilimli olurlar. Tarihsel kazanımların (toplumsal birikimin) kapsamı ile devrimcilik potansiyeli arasında doğru orantı vardır. 20. yüzyılda benzer emperyalist saldırılara uğramış toplumlardan Rusya, Türkiye ve Çin’de devrim gerçekleşmiştir; örneğin Afrika ülkelerinde veya Asya’nın daha az birikimli coğrafyalarında değil. Tıpkı demokratik devrimlerin büyük haraçlı imparatorluklarının bağrında değil, haraçlılığın periferisi sayılabilecek Avrupa’da gündeme gelmesi, ama yine periferi sayılabilecek Afrika’da gündeme gelmemesi gibi. Devrimler hep gerilerin en ilerisinde veya ilerilerin en gerisinde gündeme gelmiştir; gerilerin en gerisinde veya ilerilerin en ilerisinde değil. Toplumsal birikim ile politik devrim arasında böyle bir diyalektik var.

Bugüne kadar böyleydi. Ama artık herhalde, günümüzün küreselleşmiş dünyasında, toplumsal birikim ve devrim potansiyeli konularını tek tek ülkeler bazında değil dünya çapında (en azından büyük bölgeler çapında) ele almak gerekiyor.

TOPLUMSAL BİRİKİM DEVRİMİN ÖNÜNDE ENGEL Mİ?
Toplumsal birikim kavramı doğası gereği muhafazakâr bir nitelik taşır. Çünkü ilk görünüşte geçmişe ilişkin bir kavramdır. Toplumun geçmişte yaşadığı büyük olaylardan damıttığı ve içselleştirdiği dersleri temsil eder. Hep vurguladığımız gibi “evdeki bulgurdur”. “Evdeki bulgur”, “Dimyat’a pirince gitmek” isteyen devrimcinin önüne bir engel olarak çıkar mı? Acemi devrimci böyle düşünür ve hiç istemediği halde kendisini halkla karşı karşıya bulur. Aslında hem haklıdır hem de haksız. Haklıdır; çünkü toplumu ilerletmek, geliştirmek, bir ileri atılımı gerçekleştirmek (her ileri atılım geçmişten radikal kopuşu gerektirir) istemektedir. Haksızdır; çünkü bu atılımı, kopuşu toplumla birlikte yapmak zorundadır; ileri atılım, kopuş dediğimiz süreçler bireysel veya örgütsel değil, toplumsal süreçlerdir.

Burada bir çelişki gibi görünen, ama aslında diyalektik bir ilişki var. Tarihsel bir analiz yaparak şu noktayı kavramak önemli: Toplumun “evdeki bulgurları”, geçmişteki başarılı “Dimyat’a pirince gitme” eylemleridir. Toplum aslında, geçmişteki devrimlerini, büyük ileri atılımlarını, büyük kopuşlarını, büyük musibetlerden çıkış eylemlerini ve onların simgelerini, temsilcilerini muhafaza etmektedir. Toplumsal birikim, geçmiş devrimler birikimidir. Yani tarihsel olarak baktığımızda, toplumsal birikim dediğimiz şey muhafazakâr değil tam tersine devrimcidir, toplumun devrim birikimidir.

Süreci birey veya öncü düzleminde değil, toplum düzleminde ele aldığımızda, toplumsal dönüşümler hem bir kopuştur hem de bir süreklilik. Kopuş ve süreklilik hem birbirleriyle çatışır hem de birbirlerini beslerler. Süreklilik ancak kopuşlarla gerçekleşebilir. Kopuşların yaşanamadığı toplumlar süreklilik enerjisini de yitirirler; yozlaşırlar, çürürler ve çöküş ile karşı karşıya kalırlar. Kopuşlar, sürekliliğe yeni halkaların eklenmesi anlamına gelir. Sürekliliğin parçası olmayan, ona eklemlenmeyen ve dayanmayan kopuş girişimleri sonuçta başarısız olurlar. Kısacası devrim, süreklilik içindeki kopuşlardır. Toplumsal birikim dediğimiz şey de kopuşların birikimidir.

Tekrar vurgulayalım: burada bireyin veya örgütün değil toplumun dönüşümünden söz ediyoruz. Yoksa birey ya da örgüt alıp başını gidebilir, koptukça kopabilir; tarihe bir not düşmüş olur, elbet onun da bir değeri vardır. Ama mesele toplumun dönüşümüyse, öncü, süreklilik-kopuş diyalektiğini kavrayıp ustalıkla pratiğe uygulamak zorundadır.