Anıl Ceren Altunkanat
Hakan Çevlikli’yle tanıştığımız gün dün gibi aklımda. Hoş, dünden ne hatırlıyorum, o da muamma… Beşiktaş’ta, ortak bir arkadaşımız aracılığıyla tanıştık; o bir kitap yazmıştı, yayınevi arayışındaydı, bense çevirmendim, daha ne olsun? Oturup uzun uzun kitaplardan, yazarlardan ve tabii kaçınılmaz olarak Türkiye’den söz ettik. Sohbetin tadından esinlenip, edebiyat kardeşliğinin bağından cesaretlenip kitabını bastırmak için stratejiler belirledik. Ama tabii önce kitabı okumam gerekiyordu. Hakan’a itiraf edememiştim ama işin o kısmı ben pek bir korkutuyordu. Kendimi biliyorum, iş kitaba geldi mi zor beğenirim. Hele o kitap benim beğenime ve yorumuma sunulmuşsa kılı kırk yararım, sazı elime alırım. Yetmezmiş gibi Hakan tutup bilimkurgu yazmıştı, e bravo Hakan. Kendime en uzak hissettiğim, bir türlü içine girip ısınamadığım, daha kötüsü okumayı denediğimde de anlayamadığım ve bu yüzden sinirlendiğim bir tür. Buyur, buradan yak.
“Eyvah” dedim içimden, “beğenmezsem (ki beğenmeyeceğime emindim) nasıl söylerim, ne ederim?”
Gölge Işığı Bekler elime aldığım gibi şaşırttı ve utandırdı beni. Hatta şimdi yukarıda yazdıklarımdan bile utandım doğrusu (belki silerim, şimdilik dursun). Karakterleriyle, akıcı temposuyla, anlatının bir yapbozun parçaları gibi birbirine tutunup kaynaşmasıyla bana türe dair kaygılarımı unutturuverdi. Kısa sürede bitirdim kitabı ve sevinçlere gark oldum: Çok beğenmiştim ve en önemlisi yeni tanıştığım ama edebiyat kardeşliğiyle kaynaştığım Hakan’a kitabını beğenmediğimi söylemek zorunda kalmayacaktım.
Şimdi iş, Gölge Işığı Bekler’i doğru yayıneviyle buluşturmaktı. Ki bu başlı başına büyük bir maceraydı ama farkında değildik.
Ne yalan söyleyeyim, o zamanlar kendime, yayın dünyasındaki bağlantılarıma (haydi, itiraf zamanı, kanaatimin gücüne) fazlasıyla güveniyordum. “Eh,” diyordum içimden, “ben beğendiysem yayınevleri havada kapar.” Ego şişkinliği klinik seviyedeydi demek ki… Ah be Ceren.
İlk yayınevi ziyaretimiz de aklımda, Kadıköy’de buluşup tıpış tıpış, kalpler umut dolu gittik. Hatta Hakan’ın kitabı konuşulurken ben her nasılsa kendimi araya sıkıştırıp bir redaksiyon işi aldım (Begüm Berkman’ın leziz çevirisiyle Yazgı ve Gazap). Oradan beklenti ve neşe içinde ayrıldık. Gidiş o gidiş… Ya da bu gitmeler gitmek değil.
Doğrusu uzun ve hazin bir hikâye bu, Hakan’ın sözcükleriyle “Birkaç yıl boyunca tıpkı dünyanın kalanı gibi Gölge Işığı Bekler’in de başına karakterlerini bile yoracak pek çok şey geldi.” Pandemi, ekonomik kriz, yayınevinin ulaşılamaz editörleri, ardından kadro değişimi… Başka şeyler de olmuştu sanki ama üst üste gelince akılda kalmıyor tabii.
Birkaç yıl sonra Hakan bezgin, ben mahcup ve yaralı (hem de egodan yaralı), eğri oturup doğru düşünelim, her şeye yeniden başlayalım dedik. Ama nasıl olacaktı? Ben bu süre zarfında İstanbul’dan ayrılmıştım, yayınevleriyle olan bağım iyice zayıflamıştı; artık çoğunun gözünde bir tür çeviri makinesinden ibarettim – buna da şükür. Ama vazgeçmek, kitabı sessiz bir gölgeye yatırmak da mümkün değildi, ışığını istiyordu metin. Ve hak ediyordu.
Böylece en sevdiğim yayınevlerinden birine, dostluklarına da iş arkadaşlıklarına da ayrı kıymet verdiğim Mylos’a uzandı yolumuz, iyi ki. Mylos’un mutfağında çeşnilenip, demlenip okur karşısına çıktı Gölge Işığı Bekler.
Şimdi fark ettim, kitabın hikâyesini o kadar uzatmışım ki kitabın gerçek hikâyesine değinmemişim bile. Ama belki de en gerçek hikâyesi aslında budur? (Ceren burada kitaptan rol çalmaya çalışıyor, ayıp ayıp.)
Ruhsuz bir yaşamdan, o yaşamdan daha gerçek kâbuslardan mustarip Aslı; yaşamı hakkıyla ama bağlantı kuramadan, amaçsızca yaşayan Ozan ve kurtulup gövdesini bulmak için ışığı bekleyen gölgeler… Aydınlanmayı bekleyen kadim sırlar, sıradan bir yaşamın kisvesi altında doğmayı bekleyen gerçekler, peltek bir cellat, kanlı bir kovalamaca… Yalanlar, gizemler ve tabii yolculuklar.
Gölge Işığı Bekler okuru şehrin keşmekeşinden hiç zorlamadan, yadırgatmadan farklı boyutlara, başka dünyalara taşıyor ve maceranın, gerilimin, bilinmezin büyüsüyle anlatısına katıyor. Hakan Çevlikli karakterlerinin soluk almasına izin veriyor; olay örgüsünde tek boşluk, tek gevşek nokta bırakmıyor. Öteki dünyaları anlatırken soluğunu burada veriyor, buradan söz ederken sınırlara ve ötesine işaret ediyor.
“İnsanlar çoğunlukla pişman olmak için yaşarlar. Hatalarının arasına doğrular da serpiştirmeye çalışırlar. Hayatta üç doğru bir yanlışı götürür ve çok az insan hatalarını telafi edecek üç doğruyu bir araya getirmeyi başarır.”
Gölge Işığı Bekler, Yaşayan Şeyler Kütüphanesi serisinin ilk kitabı; ikinci kitap okuruna bambaşka bir yolculuk hikâyesi ve buruk bir lezzet vaat ediyor, benden söylemesi. Ama şimdilik elimizdeki cevherle yetinmeyi bilelim.
“Esaretin umutsuzluktan doğduğunu bilen her zorba, gücünü korumak için önce karşısındakilerin beklentisini çürütür, amaçsız ve geleceksiz bir kitle yaratır. İnsanların hayallerini ellerinden aldığınızda geriye kalan posa, istediklerinizi yapmaya daha kolay ikna olur.”
Her sayfası esin dolu bir aynı dilerim.
Gölge Işığı Bekler, Hakan Çevlikli, Mylos, 400 s.