Ana Sayfa Bilim Gündemi Tarihte sıradanın rolü

Tarihte sıradanın rolü

1942

Ender Helvacıoğlu

Güce (iktidara, paraya, silaha, bilgiye) sahip olanlar, güçleri arttıkça, bu gücün kaynağının ne olduğunu unutmaya başlarlar. Sanırlar ki güç bireyseldir, kendilerine aittir veya kendilerine bahşedilmiştir, onlar “seçilmişlerdir”. Giderek kendilerini “insanüstü”, “toplum-üstü”, hatta “doğaüstü” görmeye başlarlar. Bu sanı, onların sonunu getirecek yanılgılarıdır. Oysa güç, gücü ele geçirene, kaynağını önünde sonunda hatırlatır. Politik güç, bireysel değil toplumsal bir olgudur.

Tarih, krallar, firavunlar, imparatorlar, şahlar, padişahlar, çarlar, sömürgeciler, emperyalistler vb. çöplüğüdür. Peki, bu “mutlak güç sahipleri”, hatta kendilerini tanrı ilan edenler neden yıkılıp gitmişlerdir? Neden bizi hâlâ Sümer ve Asur kralları, Mısır firavunları, Roma imparatorları, Rus çarları, Osmanlı padişahları, Çin imparatorları, İngiliz sömürgecileri vb. yönetmiyor? Bütün bu güç sahipleri nasıl yıkılmışlardır? Hangi güç bu “mutlak güç sahiplerini” devirmiştir?

“Her canlı ölümü tadacaktır” diye bir deyim vardır ya, şöyle de söyleyebiliriz: “Her iktidar devrilmeyi (devrimi) tadacaktır.”

Demek ki bütün bu mutlak güç sahibi olduklarını ilan edenlerden daha güçlü olan bir şey var. Muktedirlerin unutmaya eğilimli oldukları basit bir şey, gücün asıl kaynağı: Sıradan insanlar. Yönetilenler, ezilenler, sömürülenler, emekçiler…

Bu yazdığımızın “boş laf” olduğunu söyleyenler olacaktır. Modernitenin ve sosyalizmin geri çekildiği, sıradan insanların güç sahipleri tarafından böcek gibi görüldüğü günümüzde haklıymış gibi de görünebilirler. Elde ettikleri güçle insanlarla, insanlığın binlerce yılda yarattığı değerlerle yaramaz çocuk gibi oynayacaklarını sanabilirler. Ama kendileri gibi düşünenlerin neden hep tarihin çöplüğünü boylamış olduğunu nasıl açıklayacaklar?

Gelmiş geçmiş en ünlü güç kuramcılarından Machiavelli bile hükümdarı uyarır: Yönetirken korkulmak sevilmekten yeğdir; ama sakın ola nefret edilme! Machiavelli hükümdara gücün asıl kaynağını hatırlatır: Sıradanın nefreti! (Aslında Machiavelli Usta, kızım sana söylüyorum gelinim sen anla demek istiyor; hükümdarı uyarır gibi yapıp halka gücünü anımsatıyor.) Bütün egemenlerin korkulu rüyasıdır, sıradanın nefreti ve isyanı.

2500 yıl öncesinden seslenen Çinli bilge Lao Tse (Lav Dzı) da aynı olguya parmak basmış: “En yüksekte olan tümüyle bilinmez altta / Sonra gelir saygı sevgi / Sonra korku / Sonra nefret…” (Lao Tse, Tao Te Ching, Türkçesi: Ömer Turgan, Yol Yayınları, Kasım 1994, s.38) Hadsizlik olacak biliyorum ama bir dize daha eklemek istiyorum üstadın söylediklerine: “Sonra isyan”.

Hükümdar adlı esere geniş bir sunuş yazan Patrick Dupouey, Machiavelli’nin politik gücün kaynağı konusunu çok net vurguladığını belirtir: “Machiavelli, devlet gücünün halk üzerinde kullanılması durumunda -ondan kaynaklanacak yerde-, artık güçten değil, ancak zaaftan söz edilebileceğini, tarihten aldığı örneklerle kanıtlar. Bütün gücünü halktan almak: işte, her iktidarın, kendini en kısa zamanda gerçekleştirmekle görevli sayması gereken gaye budur.” (N. Machiavelli, Hükümdar, Çev. H. Kemal Karabulut, Sosyal Yayınlar, 5. Basım, Eylül 1998, Sunuş, s.49)

***

Dünyayı son tahlilde ezilen kitlelerin verdiği tepkiler dönüştürür. Tarih ilk bakışta, egemenler ve devletleri arasındaki ilişkilerin tarihi olarak görülebilir. Bu, sıradan insanın zihnine sürekli kakılır. Kaldı ki tarihi hep egemenler yazmıştır. Ama yanıltıcıdır. Bu savın yanlışlığını şuradan da anlayabiliriz: Tarih boyu egemenler, sıradanı yönetebilmenin, yönlendirebilmenin, rızasını alabilmenin, alamazlarsa zor yoluyla bastırmanın bin bir türlü aracını yaratmakla uğraşmışlardır. Devlet, ordu, din vb. hep bu asli amacın araçlarıdır. Sıradan kitlelerin öz eğilimlerinin ve tepkilerinin bir önemi ve belirleyiciliği olmasaydı egemenler bu kadar uğraşmazlardı.

Sıradan kitlelerin yönetilme/yönlendirilme zorunluluğunun ve yöneten-yönetilen çelişkisinin ortaya çıkmasının nedeni, uygarlık (sınıflılık) dediğimiz olgunun, toplulukların iç dinamikleriyle ve doğal gelişimiyle değil, bir dayatma (esas olarak dış dayatma) sonucunda doğmasıdır. Uygarlık insanlara dayatılmış ve insanlar da ikna olmuşlardır. Bu “dayatma-ikna” süreci başından günümüze sürmektedir. Dolayısıyla egemenliğin sürmesinin önkoşulu sıradan kitlelerin ikna edilmesi, rızalarının alınmasıdır. Kitleler, dayatmalara rağmen, ikna olmayı reddederlerse egemenliğin de sonu gelmeye başlar.

Demek ki tarihin bir “gizil öznesi” var: Sıradanlar, ezilenler, yönetilenler… Yönetildikleri için “nesne”dirler; ama yönetilme zorunluluğu onları “gizil özne” yapar. Yönetilenler, yönetenlere, yönetme (ikna etme) zorunluluğunu dayatırlar. Yöneten-yönetilen ilişkisinin böyle bir diyalektiği de var. Sıradanı ikna etme zorunluluğu, egemenlerin kaçınamayacakları travmalarıdır, sınırlılıklarıdır. Rejim ne denli otoriter ve monarşik olursa olsun, son tahlilde, sıradanın ikna edilme ve rıza üretilebilme zorunluluğu üzerine kuruludur.

***

Peki, sıradan kitleler cahil ve aptal mıdırlar? Kolaylıkla aldatılabilir, yönlendirilebilir ve yönetilebilirler mi? Cahil oldukları, insanlığın ürettiği yüksek değerlerden ve etkinliklerden yoksun bırakıldıkları kesin. Ama -bence- aptal oldukları söylenemez. Yönetenlerin “akıllı”, yönetilenlerin “aptal” olduğu iddiası klasik bir egemen görüşüdür: Yönetenler akıllı oldukları için yönetmeye layık, yönetilenler de aptal oldukları için yönetilmeye mahkûmdur, denir. Bu, bir safsatadır.

Sıradan kitleler en az egemenler kadar rasyonel ve sekülerdir. Kendi çıkarlarını gözetirler ve taleplerinin bu dünyada gerçekleşmesini isterler. Dolayısıyla yönetme işi bir rasyonaliteye ve dünyeviliğe dayanmak zorundadır. Kitleler sadece aldatılarak yönetilemezler. Rasyonalitesi ve sekülerliği (dünyeviliği) kaybolmaya yüz tutmuş hiçbir odak uzun süre iktidarda kalamaz.

Sıradan insanlar aldatılırlar, rıza gösterirler, boyun eğerler, ama onların da kırmızı çizgileri vardır. Bu kırmızı çizgileri insanlığın ulaştığı genel düzey belirler. İnsanlığın vazgeçemeyeceği nitelikler… En başta can güvenliği ve karın tokluğu gelir, yani yaşamsal olanlar. Bunu sağlayamayan bir yönetim iktidarda kalamaz.

Peki, kitlelerin bu en ilkel diyebileceğimiz güdülerinin üzerinde bir kırmızı çizgileri yok mudur? Örneğin: özgürlük, adalet, demokrasi, eşitlik, kardeşlik, vatan, refah… Bu tür değerler için de isyan etmezler mi kitleler? Kaldı ki, bütün bu değerlerin güvenlik ve karın tokluğu ile doğrusal bir ilişkisi de yok mudur?

Uygarlık, yönetenler ile yönetilenler arasında, asgari düzeyde güvenlik ve karın tokluğu temelinde yapılmış bir bağıttır. İnsanların güvenlik uğruna özgürlüklerinden vazgeçmiş oldukları söylenir. Bu tartışılır bir önermedir; ama doğru kabul etsek bile köprünün altından çok sular aktı. Binlerce yıllık isyan ve yüzlerce yıllık modernite birikimine de sahip insanlık. Egemenler ne kadar geri getirmeye çalışsalar da, bunu kısa dönemler için başarıyor olsalar da, insanlığın çoğunluğunun kolektif zihni köleliği, serfliği, marabalığı, kulluğu esas olarak aşmıştır. Hangi toplumun birikiminin düzeyi ve neyi ne kadar aşabildiği elbette kendi özelinde tartışılmalıdır.

***

Karanlık bir dönemden geçiyoruz. Bir halkın küçük bir alana sıkıştırılıp tepesine bomba yağdırılarak katledilmesini engelleyemedi insanlık. Toplumların dağıldığına, dünyaya saçıldığına tanık oluyoruz. Normalde karşınıza alıp iki çift laf etmeye dayanamayacağınız şarlatanlar, şaklabanlar, yobazlar, ırkçılar, narsistler vb. hem de halkın oyunu alıp iktidara gelebiliyorlar. Modernite değerleri, modernitenin anavatanlarında dahi küpeşteden atılabiliyor. Küresel burjuvazinin temsilcileri emekten ve üretimden kopabileceklerini (kurtulabileceklerini) ciddi ciddi düşünebiliyorlar. Yaramaz çocuklar gibi dünyayla ve insanlıkla kutu kutu oynamaya kalkışabiliyorlar. Sıradan insanın bir böcek kadar değeri yok onlar açısından ve gücü ele geçirmiş durumdalar. Ellerinde tarihte görülmemiş ölçüde etkin manipülasyon araçları var.

Böyle dönemlerde moraller bozulabilir. Halka ve insanlığı güven yitirilebilir. İnsanların kötü olduğu, halkın aptal olduğu, hiçbir şeyin değişmeyeceği, hatta daha da kötüye gideceği türünden görüşler güç kazanabilir.

Kim ne derse desin, tersini düşünüyorum. Bütün bunlar gücün göstergeleri değil; tersine sistemin ve temsilcilerinin çürümüşlüğünün ve çöküşünün göstergeleri. Tarih bize bunu söylüyor. Böyle dönemler, hatta daha da karanlıkları çok yaşanmış, ama önünde sonunda bir çıkış yolu bulmuş insanlık.

Biz ilericilerin, devrimcilerin şöyle bir zaafı var: Kültürel (toplumsal) evrimi, öncülerin (çoğu zaman egemenlerin) yapıp ettikleri olarak görüyoruz. Bu, eksik bir bakış açısı. Oysa kültürel evrim sürecini sıradan insanın (halkın) ne kadar dönüştüğü ve geliştiği sorusunu dikkate alarak tahlil etmek gerekir (Ayrıca tartışırız ama bu Mao Zedung’un kurama bir katkısıdır). O zaman ayakları daha yere basan analizler yapabiliriz; öncülüğümüz de daha olgun ve gerçekçi olacaktır. Moraller de bozulmayacaktır.

Ve şu en büyük gerçek de unutulmayacaktır: Kültürel (toplumsal) evrimin motoru insan emeğidir. Taş baltadan yapay zekâya kadar…

İnsanlara güvenmeyebilirsiniz, haklı da olabilirsiniz; ama insanlığa güvenin. İnsanlar, insanlık ola ola ilerliyorlar. Sıradan insanın dönüşme arzusundan daha büyük bir güç yoktur.

NOT: 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun!