Ender Helvacıoğlu
Günümüzden uygarlık sürecinin geçmişine baktığımızda görüyoruz ki, uygarlık bir bütündür; daha doğrusu bütünleşme eğilimindedir. Tarihteki çeşitli uygarlık merkezleri arasındaki karşılıklı etkileşimleri biliyoruz ama bütünleşme bir süreçtir ve hâlâ tamamlandığı söylenemez. Hâlâ tek bir insanlık uygarlığından söz edemiyoruz. Bırakalım 6-7 bin yıllık uygarlık sürecini, 600 yıllık modernite sürecinde bile -yoğun etkileşimlere karşın- bir bütünleşmeden uzağız. Bütünleşme süreci etkileşimler/sentezler biçiminde devam ediyor ama henüz küresel bir sentez oluşmuş değil.
Tarihe baktığımızda çeşitli uygarlık merkezleri arasındaki etkileşimlerin bilimsel-teknolojik gelişmeler alanında olduğunu görüyoruz. Fakat farklı uygarlık tarzlarının sentezi teknolojik alışverişi aşan bir olay. Örneğin, Çin’de geliştirilen bir teknoloji birkaç yüzyıl sonra da olsa İslam dünyasına veya Batı’ya ulaşabiliyor (veya tersi) ama Çin uygarlığı ile Batı uygarlığının sentezine hâlâ ulaşılabilmiş değil. Sentezler, büyük toplumsal çatışmalar, dönüşümler ve aşma pratikleriyle gerçekleşebiliyor ancak.
Daha geniş bir perspektifle ve sentez dönemlerinin arayışıyla yaklaştığımızda, uygarlık tarihinin her birinin kendi iç sürekliliği bulunan iki temel damarını tespit edebiliyoruz: 1) Mezopotamya, Mısır, Yunan-Roma, Pers, İslam, Osmanlı, Batı damarı. 2) Hint, Çin damarı. (Aslında bir damar daha var: Orta ve Güney Amerika’da Kolomb öncesi uygarlıklar; Aztek, Maya, İnka. Ancak günümüze etki yapamadan yok edilmişler.) İlk damarın tümüne birden “Batı damarı”, ikincisine de “Doğu damarı” diyebiliriz.
Günümüzden baktığımızda, Arap dünyasını, Türkiye’yi, İran’ı, Rusya’yı Batı damarı içinde konumlandıran bu sınıflandırma eleştirilebilir. Kaldı ki Antik Yunan-Batı çizgisini sahiplenen “Batılılar” da özellikle İslam dünyasını her zaman “Doğu” olarak nitelemişlerdir. Ama bütün bir uygarlık tarihi ele alındığında bu temel ayrımın gerçeğe daha yakın olduğu görülecektir. Mezopotamya, Mısır, Anadolu, Pers, Yunan-Roma, İslam, Osmanlı ve Avrupa (+Amerika) uygarlıklarının yoğun iç çatışmalara karşın kökenleri aynıdır ve bir süreklilik oluştururlar. En genelde uygarlık tarzları ve oluşturdukları normlar (örneğin semavi dinler) da benzerlik taşır. Uzakdoğu, Çin, Hint damarı ise -etkileşimlere rağmen- esas olarak bu damarın dışında kalır ve neredeyse günümüze kadar “kendine özgülüğünü” korumuştur. Burada bir istisnayı Orta Asyalı topluluklar, Hunlar ve Türk boyları oluşturur. Onlar Doğu damarının bir parçasıyken göçlerle bu damardan kopup Batı damarına dahil olmuşlar ve bu süreç içinde uygarlaşmışlardır.
Gerek günümüzdeki toplumsal gelişmelere gerekse tarihe, Doğu’dan Batı’ya doğru değil hep Batı’dan Doğu’ya doğru baktığımız için, böyle bakmaya alıştığımız için ve dolayısıyla daha iyi bildiğimiz için, bu iki damar içinde Batı damarının daha belirleyici olduğunu düşünürüz. Uygarlık tarihini, düşünce tarihini, bilim tarihini, dinler tarihini veya herhangi bir şeyin tarihini ele alırken birinci damar (Batı damarı) içi gelişmeler irdelenir, ikinci damar (Doğu damarı) ise bir “yan ürün” olarak değerlendirilir, temel süreçlerin dışında bırakılır. 19. yüzyılın başat ideolojisi Avrupa-merkezciliği eleştiren ve aşanlarımız dahi tarihin Sümer’de başladığını, kökenin Mezopotamya, Mısır ve Anadolu uygarlıkları olduğunu, bu köken temelinde Antik Yunan’ın çok önemli bir sentez ve aşma dönemini teşkil ettiğini, Akdeniz havzasının (Roma) başı çektiğini, Ortaçağ Doğu uygarlığının (esas olarak İslam uygarlığı) ikinci büyük ve sentez ve aşma dönemi olduğunu, bütün bunların temelinde en son Batı uygarlığının hepsinin temelinde yükselen üçüncü büyük sentez ve aşma hareketi olduğunu söyler. Avrupa-merkezciliği eleştiren bu uygarlık gelişim çizgisinde dahi, ikinci damar sadece bir “yan ürün”dür. Avrupa-merkezcilik aşılmıştır belki ama Batı-merkezciliğin aşıldığı söylenemez. Neden?
Elbette ilişkiler ve etkileşimler vardır ama ikinci damar (Hint-Çin) esas olarak bu köken alma, sentezler ve aşma süreçlerinin dışında kalmıştır. Ne onları fazla etkileyebilmiş ne de onlardan fazla etkilenmiştir. Fakat bu ikinci damarın güdük kaldığı, kendine özgü sentez-aşma süreçleri yaşamadığı anlamına gelmiyor.
Çin, Hint ve çevresi de tıpkı Mezopotamya ve Mısır gibi bir uygarlık havzası. İlk damarda yaşananlara benzer köken alma/sentez/aşma süreçleri burada da yaşanıyor. Burada da bir uygarlık filizleniyor ve çevresiyle sentez yapa yapa gelişiyor. Çin, Hindistan, Orta Asya (Moğol ve Türk kökenli topluluklar), Japonya, Kore, Hindi Çini, Endonezya vb. en az ilk damarın kapsadığı alanlar kadar geniş. Farklı kökenleri var. Farklı dinler, değerler, normlar, yaklaşımlar gelişmiş burada. An az birinci damarda yaşananlar kadar çeşitli, zengin ve çatışmalı.
Wolfram Eberhard Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlanan Çin Tarihi adlı eserinin (Birinci baskı 1947’de, ikincisi 1987’de yayımlanmış) Giriş bölümünde “Çin” denilen coğrafyayı tanımladıktan sonra şöyle bir tespit yapar:
“Mamafih eskiden bu bölgede yalnız Çinliler bulunmuyordu; bugün hâlâ bakiyeleri mevcut olan kavimler yaşıyordu. İsa’nın doğumundan 2 bin yıl önce bile bugünkü anlamda ‘Çinli’ yoktu, fakat yalnız, birbirleriyle mezcolarak (karışarak) bir birlik teşkil eden birçok kabileler ve kavimler vardı; bu yeni birlik mütecanis (bağdaşık, türdeş) olduğunu anladı, kendinde bir kültürel birlik hissetti ve ‘Çinli’ adını aldı. Bu birliğe girmeyen halk grupları kendi kavimlerini ve kültürlerini kısmen bugüne kadar muhafaza ettiler, kısmen ise yavaş yavaş bu kültüre iltihak ettiler. ‘Çinliler’ böylece çoğaldılar ve nihayet ‘asıl Çin’in bulunduğu bütün bölgeye, yani 18 eyalete yayıldılar.”
Eberhard, kitabı boyunca, en az 4000 yıllık bu süreci anlatır. Aslında anlatılan kendine özgü bir uygarlık havzasının doğuşu ve sentezlenerek çevreye yayılışı sürecidir. Çin, tıpkı Mezopotamya, Mısır, Anadolu, Fars ve Akdeniz havzaları gibi bir uygarlık değirmenidir. Çevre halkları öğüte öğüte şekillenmiş ve yayılmıştır. Çin uygarlığının kuzeyli (Türk ve Moğol kökenli) barbar topluluklarla ilişkisi, ya uygarların barbar toplulukları fethetmesi yoluyla uygarlığın yayılması ya da barbarların uygarları fethederek uygarlaşması yoluyla yine uygarlığın yayılması sürecidir. Örneğin bazı Çin hanedanları Moğol kökenlidir; ama sonuç itibarıyla onlar da Çin hanedanıdır. Barbarlar uygar coğrafyaları fethedebilirler, ama uygarlığı fethedemezler. Fethettiklerinde uygarlık tarafından fethedilirler, yani uygarlaşırlar (Hikmet Kıvılcımlı’nın “tarihsel devrimler” dediği süreç). Bu nedenle barbar fetihleri bir uygarlık dinamiğidir. Benzer süreçler Batı damarında da -çok daha belirgin bir biçimde- yaşanmıştır.
Doğu damarının şekillenmesinde sadece uygar-barbar ilişkisi değil, aynı bölgedeki irili ufaklı uygarlık havzalarının birbiriyle ilişkisi de süreci ilerletir. Çin havzası gibi, Hint, Japon, Kore, Hindi Çini, Endonezya uygarlık havzaları da birbirleriyle ilişkiler içinde, yani uygar-uygar ilişkisi ile de gelişmişlerdir. Doğu damarı -tıpkı Batı damarı gibi- bütün bu karmaşık ve çatışmalı ilişkiler sürecinde oluşmuştur.
Kısacası Doğu’da, Batı’dakinden farklı, kendine özgü bir başka dünya vardır. Bu iki damar modernite dönemine kadar birbirinden belirleyici etkiler almamışlar, fazla karışmamışlar, kendi yollarında ilerlemişler, kültürel özgünlüklerini korumuşlar.
Uygarlık sürecinde oluşan bu iki damar -aralarında o güne dek yaşanmamış boyutlarda ilişkiler ve etkileşimler gelişse de- modernite sürecinde de devam ediyor. Fakat Doğu ve Batı damarlarının kapsamlarında ve saflaşmalarında çok belirleyici değişiklikler yaşanıyor. Bu değişikliklerde temel etken, Avrupa’da kapitalist uygarlığın (burjuva modernitesi de diyebiliriz) doğuşu ve tüm dünyaya yayılma eğilimi göstermesidir.
Bu küreselleşme eğilimi Batı damarını bir yandan genişletirken diğer yandan daraltmıştır. Kapitalist Batı, o güne dek sözünü ettiğimiz iki damarın da dışında kalmış iki kıtaya (Amerika ve Avustralya) yayılmış, o kıtaların yerlilerini yok ederek kolonileştirmiştir. Avrupalı göçler sonucunda bu iki kıtada giderek kapitalist merkezler oluşmuştur. Bu muazzam bir genişlemedir.
Avrupa kapitalizminin asıl hedefi ise doğal zenginliklerin kaynağı olarak görülen Asya’ya ulaşmak ve fethetmekti. Osmanlı İmparatorluğunun, Rus Çarlığının, Çin İmparatorluğunun ve Hindistan’ın sahip olduğu geniş ve zengin toprakların sömürgeleştirilmesi için yapılan girişimler, hem Doğu-Batı ilişkisine hem de genel anlamda modernitenin küreselleşmesi sürecine -önceden öngörülemeyen- çok farklı boyutlar kattı.
Kapitalist Batı uygarlığının Avrupa dışındaki coğrafyaları sömürgeleştirme girişimi tepki ile karşılandı ve kadim Batı damarının bölünmesine ve daralmasına yol açtı. Arap, Fars, Türk dünyaları ve Rusya’nın kaderi ile kadim Doğu’nun kaderi ortaklaştı. Sömürgeci-emperyalist saldırı ve buna tepki olarak oluşan Asyalı sosyalizm ve ulusal kurtuluş pratikleri yeni bir Doğu-Batı saflaşması yarattı. Batı damarı batıya doğru (ABD) genişlerken, tarihsel olarak kadim Batı’nın parçası olan Asyalı toplumların tümü Doğu damarının bir parçası haline geldiler. Kapitalizmin yarattığı bu çatışmalı süreç, özellikle Doğu toplumlarında farklı modernite yollarının da doğmasına yol açtı.
***
Günümüzde ise, tarihte ilk kez olarak, Çin merkezli Doğu, öncü bir insanlık seçeneği olarak devreye girmeye başladı. Bu konuma, örneğin Japonya veya Güney Kore gibi ülkelerin değil de Çin’in ulaşmasının nedeni, Çin’in yaşadığı sosyalizm sürecidir. Bu süreç hem özgün hem de tüm dünya toplumlarına seslenebilecek çapta bir modernite odağı yarattı.
Kapitalist Batı uygarlık tarzına ilk büyük reddiye ve aşma girişimi, 20. yüzyılda Sovyet ve Çin devrimleri ve onların serpintileri (Küba, Kore, Hindi Çini devrimleri) ile geldi (Bu süreçte bizim cumhuriyet devrimimizin çok özgün bir yeri var; ama bunu ayrıca tartışırız). Bu büyük akım dünyanın dört bir yanında anti-emperyalist ulusal kurtuluş mücadelelerini de yarattı. Bu reddiye/aşma girişimi 20. yüzyılın sonunda geri çekildi. Ama bu geri çekilme kapitalist Batı uygarlığının galebe çalmasıyla sonuçlanmadı; ilginç bir biçimde tam tersi bir sonuç verdi. Sosyalizm geri çekilirken Batı burjuva modernitesi de geri çekilmeye başladı.
Bu, toptan bir geri düşüş müdür? Çin olmasaydı büyük olasılıkla böyle bir insanlık gerilemesi yaşanabilirdi. Ama Çin vardır.
Bugün Batı modernitesinin en büyük düşmanı, başta ABD olmak üzeri Batı’nın kendisi. En büyük savunucusu ve temsilcisi ise Çin! Çin, tarihsel köklerini yazımızın başında özetlediğimiz Doğu modernitesinin önde gelen temsilcisi; ama ilginç olan Batı modernitesinin de en büyük mirasçısı. Kısacası, bugün Çin, devletler bazında, genel anlamda modernitenin en büyük temsilcisi. Bugün modernite Batı üzerinden değil, Doğu (Çin) üzerinden yürüyor. İşte bu, Çin’i sadece Batı’ya direnen bir odak olmaktan çıkarıyor ve tüm dünya için seçenek bir model haline getiriyor. Çin, ilk kez, dünya siyaset sahnesine öncü bir konumda giriyor.
Bu durum Çin’i muhafazakâr mı, yoksa geleceği açılan bir kapı mı yapacak? Şimdiden net bir saptama yapmak zor. Kaldı ki bunu dünya halklarının mücadelesi belirleyecek. Örneğin Batı halkları yeniden “demokratik devrimler” yapmak zorunda kalacak gibi gözüküyor, Türkiye dahil (ilk çıkışlarını Türkiye’de gördüğümüz bu eğilim de ayrıca ele alınması gereken bir konu; ama en azından bu devrimlerin “burjuva demokratik” olamayacağını belirtelim).
Çinli yöneticilerin yaşanan süreci sadece politik keskinliğiyle değil tarihsel derinliğiyle de kavradıkları görülüyor. Örneğin ÇHC Devlet Başkanı ve ÇKP Merkez Komitesi Genel Sekreteri Xi Jinping’in şu çarpıcı mesajına bakalım: “Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’nın yükselişini durduramadı. İngiliz İmparatorluğu Amerika’nın yükselişini durduramadı. ABD de Çin’in yükselişini durduramayacak…” https://x.com/PresidentXiCHN/status/1913031840870567963?t=gv-neFdKwmG5_eZcnS9RYQ&s=08
Trump böyle süreçlerin ne kadar bilincindedir, bilemem. Ama ABD’li egemenleri telaşlandıran esas gelişme budur. Yani yaşanan basit bir ticaret savaşı değil.