Ana Sayfa Bilim Gündemi Mart 2025 eylemleri ve sosyalist müdahalenin olanakları üzerine kısa notlar

Mart 2025 eylemleri ve sosyalist müdahalenin olanakları üzerine kısa notlar

717

Ahmet Kerim Gültekin

Türkiye’de kitle hareketlerinin devrimci potansiyeli
Geçtiğimiz aylarda, halk muhalefeti adına umutların neredeyse tükendiği, karamsarlığın kol gezdiği bir iklimde gündemi bir anda ters yüz eden Mart 2025 kitle eylemlerinin (Cumhuriyet tarihindeki benzerlerine kıyasla) politik muhtevası ve taşıdığı yeni sosyolojik görüngüler hayli dikkat çekicidir. Durağanlaşma, sindirilme ve geri çekilmenin hâkim olduğu anlarda kıvılcımlanıp parlayan halk hareketlerinin sosyolojisini çözümlemek, tarihsel seyirdeki sosyolojik süreklilik ve değişim izleklerini irdelemek, sosyalistlere, her zaman, kitle faaliyetinde yeni taktiksel yönelimler sunması bakımından elzemdir. Bu yazıda, mutlaka daha da genişçe irdelenecek-tartışılacak Mart 2025 eylemleri hakkında, bazı ön fikirleri kısaca değerlendirerek, ileriki analizlere katkı sunmaya gayret edeceğiz.

Son aylarda tanıklık ettiğimiz kitle hareketlerinde, oldukça uzun zamandır sessizliğini koruyan (çoğunlukla) öğrenci gençliğin, işçi gençliğin ve yanı sıra işsiz-lümpen gençliğin, şaşırtıcı bir kitlesellikle, sokağın dinamik kuvvetlerini oluşturması, herhalde, yapılacak ilk tespittir. Yanı sıra, Siyasal İslamcı tarikatlar koalisyonu temelinde yükselen ve Türkiye devletini en merkezi yasama-yürütme-yargı organlarından ve zor aygıtlarından başlamak üzere yukarıdan aşağıya işgal etmiş, kendi ideolojik-örgütsel ekseninde önemli ölçüde dönüştürmüş bulunan AKP’nin yarattığı ekonomik yıkımdan, yoksullaşma ve geleceksizleşmeden, dinsel-etnik ayrımcılıktan, dışlanmadan ve adaletsizlikten-zorbalıktan yılmış orta ve orta-alt sınıfların da eylemlere katılımı dikkat çekmektedir. Bizce, kitle eylemlerinin en dikkat çeken özelliği ise -her ne kadar Erdoğan karşısındaki en popüler ve başkanlık seçimlerini kazanmaya en yakın başkan adayının tutuklanması olayı etrafında şekillense de-, daha geniş planda, siyasal talepler üzerinden şekillenmesi ve hedeflerinin belirginliğidir: Cumhuriyet, adalet, fırsat eşitliği, laiklik, sosyal devlet ve ekonomik iyileşme; özcesi, AKP’den (Siyasal İslam’dan) kurtulmak.

Türkiye’nin II. Emperyalist Paylaşım Savaşı (1939-1945) sonrasında Atlantik kampına bağlandığı ve dolayısıyla NATO’nun ekonomik, askeri, kültürel-demografik operasyonlarının hedefi olduğu 1950’li yıllardan günümüze, halk hareketleri dikkat çekici biçimde -çoğunlukla- politik taleplerle şekillenmiştir denebilir -ki bu, hem Türkiye’nin bugününü ve geleceğini anlamak bakımından hem geleceğe dair umutlanmak için hayli önemli bir toplumsal olgudur. Yanı sıra, Türkiye’de olası anti-emperyalist, devrimci-demokratik bir sosyal devrimin ihtiyaç duyduğu nitelikli insan malzemesinin, tarihsel ve toplumsal dinamikleri itibariyle, kuvvetle var olduğunun; Türkiye toplumunun demokratik hakları için mücadele hafızasının, deneyimlerinin, duygularının ve politik-kültürel bilincinin de süreğen ve diri olduğunun da göstergesidir denebilir. Nitekim -bu yazıyı okuyan orta yaş ve üzeri herkesin rahatlıkla hatırlayabileceği gibi- son yarım asırdaki kitle hareketlerinde gözlemlediğimiz bölgesel yaygınlık, yaratıcı siyasal söylemler ve eylem repertuarlarındaki çeşitlilik, kararlılık ve militanlık bu tespitimize en önemli kanıtlardır.

Özce hatırlamak gerekirse, Türkiye yakın siyasi tarihinde ekonomik taleplerle görünürleşen bazı kitle hareketlerinden 15-16 Haziran 1971 büyük işçi direnişi, 1974-80 kitlesel sendikal hareketler ve fabrika işgalleri, 1989 Bahar (işçi) Eylemleri, 1991 Zonguldak Büyük Madenci Yürüyüşü, 1995-96 kamu emekçileri eylemleri, 1997 “Sürekli Aydınlık için bir Dakika Karanlık” eylemleri, 2001 Esnaf Eylemleri ve 2009 TEKEL Ankara Direnişi gibi örneklerin yanında; halk gençliğinin bugünkü gibi kitlesel biçimde sokağın ve muhalefetin dinamik kuvvetlerini oluşturduğu, 1950’li yıllarda Demokrat Partiye karşı harekete geçen Cumhuriyetçi gençlik eylemleri, 1968 öğrenci gençlik eylemleri (boykotlar ve işgaller), 1974-1980 dönemi öğrenci gençlik eylemleri (boykotlar ve işgaller), 1989 öğrenci eylemleri, 1996 öğrenci eylemleri (boykotlar ve işgaller) ve anti-faşist mücadeleler, yakın siyasi tarihimizin en belirgin politik (gençlik) kitle eylemleridir. Bugünden geriye bakıldığında, Mart 2025’le bu hareketler arasındaki belirleyici farkın ise hemen hepsinin devrimci/sosyalist kuvvetlerce örgütlenmiş ve/veya yönlendirilmiş olmasında yatığını tespit edebiliriz.

Şunu da önemle tespit etmek gereklidir ki Türkiye siyasi tarihinde 1950’lerden günümüze ortaya çıkan kitlesel halk hareketlerinin çoğunlukça sosyalistlerin ve devrimcilerin önderliğinde gelişmesi, hak arama mücadelelerinin devrimci- ya da genel en geniş anlamda sol-kültürle yoğrulması, dünden bugüne, yoğun devlet terörüne; kovuşturma ve soruşturmalara, işkence ve tutuklamalara, gözaltında kayıplara; rağmen tarihsel ve toplumsal temelde yerleşmiş deneyimlerin, duyguların ve toplumsal kolektif-hafızanın Türkiye toplumunda canlı, nefes alıp veren bir gerçek olduğunu ve en karamsar zamanlarda bile birden bire kitle hareketlerinin patlak verebilmesinin yegane sosyolojik-kültürel dinamiklerinden biri olduğunu da işaret etmektedir. Özcesi, tüm toplumlar gibi, Türkiye toplumunun da güçlü (ve hayli politik) bir hafızası vardır ve bu kolektif bilgiler, deneyimler kuşaklar boyu yaşarlar. Sadece son yarım asırda Türkiye’nin içerisine yuvarlandığı askeri darbeleri, düşük yoğunluklu iç savaş tecrübesini, sendikal mücadeleleri, öğrenci gençlik eylemlerini, köylü eylemlerini bile düşünmek, siyasetle yoğrulmuş bir toplum gerçekliğini anlayabilmek için yeterlidir.

Bu önemli tarihsel ve toplumsal miras üzerinde, 23 yıllık AKP döneminde, iktidarın ABD-AB ekseninde şekillenen yeni bölgesel konjonktürde Cumhuriyet’in kurucu temellerine, toplumsal yapısına ve sosyal barışına (kamusal düzenine) yönelen eylemleri belirginleştikçe boy veren kitle eylemleri ise; basit anlamda büyük burjuvazi içerisinde peyda olan yeni zenginler ve eskileri arasındaki gerilimlerden, kamplaşmalardan (derin devlet fantezi-anlatılarından) ziyade; hemen tüm halk katmanları nezdinde vücuda gelen önemli (ve dikkatle anlaşılması gereken) bir devamlılıkla; 2007 Cumhuriyet Mitingleri, 2013 Haziran Ayaklanması (Gezi Direnişi) ve 2013-2014 Cumhuriyet gündemli çeşitli kitlesel takvimsel eylemler gibi; Türkiye’de yüzbinlerin ve (özellikle Haziran Ayaklanmasında) milyonların katıldığı, politik karakteri ve hedefleri açık biçimde AKP’nin İslamcı ajandasını hedef alan, ona itiraz eden niteliklere sahip oldular. Özcesi, Türkiye toplumunun önemli ve dinamik bir kesimi, Siyasal İslamcıların topluma dayattığı Yeni-Osmanlıcı Siyasal İslamcı rejime cepheden itiraz etti ve çok keskin bir kırmızı çizgi çekmiş oldu.

Özellikle 2016 FETÖ Darbe Girişimi sonrasında eline geçirdiği otoriterleşme fırsatını sonuna kadar değerlendiren ve mühürsüz oyların kabulü gibi açık hilelerle dayattığı Başkanlık Sistemiyle, sistem içi ciddi hiçbir muhalefetle karşılaşmadığı koşullarda, halk muhalefeti üzerinde baskı ve zorbalığı gün be gün arttıran AKP’nin zulüm saltanatına ve hoyrat-kanunsuz yönetimine başkaldıran öğrenci gençliğin tetiklediği halk hareketleri, her şeye rağmen, Türkiye toplumunun, bugün devrimci-demokratik taleplerle örülecek mücadeleler için ne kadar güçlü bir sosyolojik zemin sunduğunun kanıtıdır. Günümüz sosyalistlerine düşen görev, mevcuttaki kitle hareketiyle buluşabilecek ortak politik platformların hızla inşası, yaygınlaştırılması ve kitle faaliyeti içerisinde sosyalist mevzileri güçlendirmek, CHP gibi sistem içi aktörleri de etkileyebilecek, ülkenin siyasi haritasında sosyalist bir demokratik halk Cumhuriyeti seçeneğini görünür politik eksen haline getirmek olmalıdır.

2025 gençliğinin sosyolojisi ve yeni dinamiklerinin tartışılması
Kuşkusuz ki Mart 2025 eylemlerinin omurgasını oluşturan halk gençliğinin sosyolojisi daha uzunca tartışılacaktır. Eylemlerin sıcaklığı hâlâ sürerken, sosyalistlerin bugünden yarına öreceği kitle faaliyeti politikalarının daha sağlıklı zeminlerde gelişebilmesi için, temkinli de olsa bazı başlıkları şimdiden değerlendirmekte fayda vardır.

Öncelikle tespit edebiliriz ki tüm yasaklamalara, fişlenmeye, baskıya, aleni işkenceye ve polis şiddetine rağmen gençlik kitlesinin azmine, ama daha ziyade öfkesine ve dinamizmine baktığımızda, nüfusun önemli bir kısmını oluşturan gençliğin (öğrenci, işçi, işsiz-lümpen), AKP’nin 23 yıllık iktidarı boyunca elindeki tüm devlet aygıtlarına, zorla dayattığı İslamcılaştırılmış eğitim sistemine rağmen, ideolojik planda çoğunluğu şekillendirilemediği ve bu yeni İslamcı rejime, sözde dinci özde yoz yaşam tarzına ve dünya görüşüne ikna edemediği anlaşılmaktadır.

Yanı sıra, güvenlik, başta gençlik olmak üzere, bugün Türkiye halkının en öncelikli sorunlarından birisidir. AKP’nin dayattığı mafya-tarikat-devlet rejimi, var olan tüm yasaları ve adalet mekanizmalarını işlevsizleştirmiş, bu suç ağının bir parçası haline getirmiş ve toplumsal güvenliği, özcesi sokakları, son derece tehlikeli hale getirmiştir. Özellikle kadınlara yönelik cinsel ve fiziksel şiddet görülmedik ölçüde artmış; mafyatik ve yoz ilişki ağları toplumu güvencesiz, tedirgin ve nihayetinde öfkeli hale getirmiştir. Kitle hareketindeki militanlık ve isyanın en önemli dinamiklerinden birisi, Türkiye halkının güvenlik talebidir. Sosyalistler sadece siyaseten değil, pratik-eylemli olarak da halkın taleplerini karşılayabilecek donanıma, yeteneklere ve aygıtlara sahip olmak durumundadır.

Gençliğin de ötesinde, AKP’nin, Suriye’nin yıkımı sürecinde Türkiye’ye yerleştirdiği milyonlarca mülteciyle, halihazırda sürdürdüğü nüfus mühendisliğini hızlandırma çabalarının da toplum genelinde sadece daha geniş ölçekli bir tepkiselliğin dışında sonuç vermediğini; Mart 2025 itibariyle artık AKP’nin Türkiye toplumunun yarısından fazlasını yeni-İslamcı rejimine ikna edemeyeceğini de söyleyebiliriz. Bu aşamadan sonra AKP’nin elinde kumanda ettiği devletin zor aygıtları, fişleme-dışlama mekanizmaları, ele geçirdiği ve yönettiği devasa medya-manipülasyonu dışında ne kültürel ne ideolojik ikna aygıtları ne de sosyo-ekonomik reçeteler kalmıştır. Baskı mekanizmaları ise kendisine açıkça itiraz eden, onu istemeyen Türkiye toplumunu uzun süre kontrol altında tutmasını sağlayabilecek güçler değildir nihayetinde -eğer yüz binleri tutuklamayı ve/veya kitle katliamları tasarlamıyorsa.

Öte yandan, şunu da tespit etmek gerekecektir ki yaklaşık çeyrek asırlık iktidar süresi içerisinde, bugün, toplumun azımsanmayacak bir kısmı da Siyasal İslamcı ideolojik tahkimatlarla Türkiye’nin kurucu değerlerinden ve toplumsal bütünlüğünden koparılmış; ekonomik-çıkar ilişkileri ve sosyal yardımlar aracılığıyla yeni rejimin, tarikat-mafya-devlet olarak özetlenebilecek yeni yönetim modeline ve sosyal-güç ilişkileri ağına bağımlılaştırılmıştır. Bu kesim, en kötü senaryoda, AKP’nin kendisine karşı ayaklanan halka karşı mobilize edebileceği, açıkça bir iç çatışmayı üzerine kurabileceği zemin de işaret etmektedir. Karşı güçlerin olabildiğince, halkçı akılcı esnek politikalarla, bu aşamada, ayrıştırılıp tarafsızlaştırılması son derece önem kazanmaktadır.

Bu genel tablo içerisinde, bugün sokaklara çıkan gençlik kitlesine dair hangi ilk gözlemler yapılabilir?

1) Bugün sokaklara inen halk gençliği, AKP’li yıllarda Türkiye toplumunun hızlı yoksullaşma ve otoriterleşme döneminde yetişen hayli genç kuşakları temsil ediyor. Tutuklanan yüzlerce insanın ortalama yaş aralığı 18-23. Bu gençler yakıcı bir “geleceksizlik duygusuyla” baş başadır diyebiliriz. İyi bir gelecek (iş, maaş, mülk edinme vd.) için iyi bir üniversiteye gidebilmek ve sonuna kadar okuyabilmek, bugün ciddi bir maddi birikim gerektiriyor; dolayısıyla kaliteli bir yükseköğrenim, belirgin sınıfsal bir eşik durumu yaratıyor. Dahası, mezuniyet sonrası (örneğin) kamu gibi “güvenceli” bir alanda iş bulmak -AKP’yle ilişkili tarikat-çevre ağlarına vb. dahil olunmadığı sürece- artık neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Bugün kamu sektöründe etnik, dini, siyasi ve kültürel (yaşam tarzı temelinde) ayrımcılık, “güvenlik soruşturması” ve “mülakat” adı altında meşrulaştırılmıştır. Bu tür süreçler, sadece, AKP’nin kendi tabanını devlet mekanizmalarıyla daha fazla bütünleştirme aracı olarak işletilmektedir -ki iktidara yönelecek her türlü hareketi engelleme ve bastırma bu kitle için de bir hayat memat meselesi haline gelebilsin.

1.1) Bu engelleri aşarak istihdam edilen gençler ise çalıştıkları kurumlarda çeşitli sistematik baskı, sindirme ve ayrımcılıkla yüzleşmektedir. Öte yandan özel sektördeki çalışma koşulları ve ücretler de gençlerin temel hayat beklentilerini dahi karşılamaktan uzaktır. Kısacası ister kamu ister özel sektörde olsun, iş bulabilmiş gençlerin de neredeyse tamamında derin bir hayal kırıklığı, dilediği şekilde hayattan zevk alamama, isteklerine ulaşamama durumu vardır. Dolayısıyla umutsuzluk ve öfke hâkimdir. Bu bozuk düzenin temsilcisi olarak gördükleri AKP’li “yeni Müslüman zengin” yaşıtlarının sosyal medyadaki aşırı lüks tüketim temsilleri sadece bu öfkeyi daha fazla biriktirmekte, karşılıklı kültürel kodları (sınırları) daha da keskinleştirmektedir.

Okuyamayan veya düşük gelirli işlere mahkûm edilen işçi gençlik cephesinde ise tablo çok daha da kötüdür ve “öfke” toplumun bu kesiminde kelimenin gerçek anlamıyla patlamaya hazır bir bomba olarak birikmeye devam etmektedir diyebiliriz. Gençliğin bu cenahında, atölyelerde veya herhangi bir sektörde asgari ücretle ortalama 10 saat çalışan gençler için bugünün Türkiye’sinde hayat, neredeyse hiçbir umut vaat etmemektedir. Bu genç insanların onlarca sene çalışıp kazanacakları paralar, kendilerine ait hiçbir şeye sahip olamayacakları ölçüde, mevcut ekonomik yıkımın altında kalmıştır. Kaybedecek hiçbir şeyi olmama durumu burada belirgin olarak ortaya çıkmaktadır.

2) Ekonomi ve fırsat eşitliği boyutlarıyla AKP rejiminin yarattığı derin kırılmalar; kitle kültürü içinde ürettiği (kendisine de dışarıdan aynı şekilde atfedilen) arketipik kimlik kodları (Arap, İslamcı, zengin, zorba, küstah) ile toplumsal olarak ezilen, dışlanan, bastırılan çevrelerin tutunduğu kimlik kodları (laik/seküler/Kemalist, Türk, çalışan, yoksul) arasındaki sembolik ve imgesel gerilimler, bugünkü kitle hareketlerinde Atatürk ve Türk bayrağı gibi -AKP’nin/devletin resmi düzeyde hâlâ terk etmediği- meşruiyet sembollerinin önceki dönemlere kıyasla çok daha geniş kesimlerce sahiplenilmesine neden olduğu düşünülebilir. Siyasi temsillerden, öncüden yoksun gençlik kitleleri için meşruiyet ve itiraz, Cumhuriyetin kurucu sembollerinden devşirilmekte ve yeni (tarihsel, ideolojik, siyasi, kültürel, gündelik) anlatılar yaratılmaktadır.

3) Sosyalist yapıların, kitleye oranla ve geçmiş örneklere nazaran, güçlü örgütlenmelere sahip olamaması, doğan boşluğun -hareketin geneli üzerinde belirleyici olmasalar da- Zafer Partisi ya da “küskün ülkücüler” gibi sağcı, ırkçı, popülist odaklarca doldurulması veya “kanzi” tabir edilen başıboş lümpen gruplarca işgal edilmesini beraberinde getirmektedir.

Bu durum, aynı zamanda, AKP açısından bir provokasyon zemini olarak kullanılma riskini de kuvvetle barındırmaktadır. HDP’nin ideolojik etkisi altındaki çevreler ve kitle örgütleri (sendikalar, odalar vd.), AKP-PKK eksenli yeni “barış masası” sebebiyle eylemlerde görünür ve etkili olmasa da bu cenahın zaten son dönemde hem gençlik hem de halk nezdindeki örgütsel etkilerinde ciddi bir zayıflama yaşadığı söylenebilir. Yine de olası provokasyon ihtimalleri için hedef kitle durumuna getirildikleri açıktır. Bu zemindeki olası kışkırtmaların önüne geçebilmek, ancak sosyalistlerin güçlü platformlarla eylemlerde belirleyici inisiyatifler almaları ve yönlendirici olabilmeleriyle mümkün olabilecektir.

4) Öte yandan, anti-emperyalist sosyalist örgütlerin de büyük şehirler dışındaki etkileri sınırlı görünmektedir. Tutarlı anti-emperyalist çizgideki parti, örgüt, dergi çevresi/hareket vb. oluşumların platform zemininde yan yana gelmemesi, kimi örgütlerin aşırı temkinli tutumları ve mevcut hareketlenmenin esasen CHP ekseninde görünürleşmesi, daha önceki kitle hareketlerinden faklı olarak, bugün sosyalist solun etkisinin daha az olmasının nedenleri arasında değerlendirilebilir.

Kuşkusuz, son haftalarda artan gözaltı ve tutuklama dalgalarının öncelikli hedefi hangi cenahta olursa olsun tüm sol yapılardır. Dolayısıyla sokak eylemleri, örgütlenme, örgütlü hareket etme, direnme vb. tecrübelere sahip kesimlerin etkisizleşmesi ve kitle hareketinin kendiliğindenci karakterinin daha da ön plana çıkmasına ve kaçınılmaz biçimde ezilmesine, erimesine neden olmaktadır.

21. yüzyılda uluslararası ve bölgesel koşullar, kitle hareketi açısından lehte ve aleyhte gelişmeler
Günümüzden bir asır önce bölgedeki Sosyalist (Rusya, 1917) ve Ulusal Kurtuluş (Türkiye, 1923) devrimleri, içsel toplumsal, sınıfsal dinamiklerinin yanı sıra, bu hareketlerin emperyalist müdahalelere rağmen başarıya ulaşmalarını sağlayan dışsal konjonktürel gelişmelerin ve şartların da ürünüdür. Her iki devrim de I. Emperyalist Paylaşım Savaşında (1914-1918), kötü şöhretli Batı Cephesinin çamuru siperlerinde birbirini yığınsal-kitlesel ölçekte boğazlamış emperyalistlerin ekonomik, demografik, askeri kaynaklarını sonuna kadar tükettiği, sömürgelerini kaybettiği ve/veya savaş için aşırı derecede zorladığı koşullarda, yeni bir deniz aşırı ve büyük ölçekli askeri-ekonomik seferberliğe takatlerinin kesildiği koşullarda başarıya ulaşmışlardır. Örneğin Türkiye örneğinde, İtalyan ve Fransız işgalleri yerel direnişlerle dahi sökülüp atılabilecek kadar zayıfken, İngiliz işgali, kışkırttığı Yunanistan’ın kalkıştığı baştan kaybedilmiş maceranın yenilgisiyle geri çekilmiştir.

Fakat ne yazık ki günümüzde, uluslararası ve bölgesel şartlar, Osmanlı bozuntusu AKP’yi süpürüp atacak devrimci bir kalkışma açısından, çok da iç açıcı görünmemektedir. Rusya ve Çin’in askeri ve ekonomik anlamda hem (Ukrayna’da) konvansiyonel cephe savaşı hem gittikçe sertleşen bir ekonomik rekabet içerisinde olduğu ABD-AB bloğu, bölgemizde Suriye’ye karşı (AKP’nin çok ciddi desteğiyle) yürüttüğü 14 yıllık yıpratma savaşını maalesef kazandı ve AKP’nin sistem içi muhaliflerine (CHP’ye ve popüler başkan adaylarına) dönük şimdiki saldırganlığını da tetikleyen yeni bir sürece kapı araladı. Rusya ve İran, Suriye’den çekilirken ve buradaki varlıkları etkisizleşirken, İsrail, Suriye’nin güneyini, ABD ise PYD eliyle, doğusunu kalıcı olarak işgal etmiş oldu. Bilhassa, Suriye güneyindeki Heron Dağı gibi çok stratejik coğrafi alanların İsrail’in eline geçişiyle beraber, 21. yüzyılın askeri-teknolojik ayırt edici karakteri göz önüne alındığında, artık bölgedeki direniş gruplarının aynı ölçekteki bir gücün stratejik desteği ve taktiksel ağırlığı olmadan ABD ve İsrail’i süpürüp atamayacağını da tespit etmek gerekiyor.

AKP’nin, yarattığı ekonomik ve sosyal yıkımı yönetebilmesi ve Türkiye halkının yükselen muhalefetini bastırabilmesinin geriye kalan tek yolu, dozu giderek artan bir baskı rejimi kurmaktan; dinci-mezhepçi politikalarla ikiye bölüp kamplaştırdığı toplumu, konsolide ettiği kitle üzerinden “kaos”la tehdit etmekten, gerektiğinde de hiç çekinmeden “kontrollü biçimde” örgütlediği provokasyon ve çatışmalarla daimî bir kolluk terörü uygulamaktan geçiyor. AKP, bu minvalde, ABD-İsrail’in bugün bölgede uyguladığı ve İngiliz sömürgeciliğinden devraldığı etkili bir politikayı aktif biçimde tatbik ediyor.

İngiliz sömürgeciliği, 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında çöken Osmanlı’ya karşı Kuzey Afrika ve Arap yarımadasında Vahabi-Selefi grupları İslam halifesine karşı isyanları örgütlerken ciddi ölçüde desteklemiş, feodal İslam toplumlarındaki mezhepsel ve sosyo-kültürel dinamikler konusunda hayli derin sosyolojik ve yönetsel tecrübeler edinmişti. Aradan geçen koca bir asra ve irili ufaklı tüm modernleşme, uluslaşma tecrübelerine karşın İslam (çoğunlukla da Arap) dünyasındaki mezhepsel gerilimler, bugün ABD-İsrail-AKP nezdinde “Sünni, Selefi, Vahabi” dinsel-ideolojik eksene (HTŞ ve türevi cihatçı, İslamcı, terörist yapılar vd.); karşısındaki direniş ekseni ise “Şii, Alevi” (İran, Lübnan-Hizbullahı, Yemen, Iraklı Şii gruplar vd.) kimlikte sabitlenmiş görünüyor. AKP, ne yazık ki, bu ideolojik gerilimi ve sahadaki örgütsel-politik konumlanmaları (“Siyasal İslam” kavramının ideolojik, politik, toplumsal, dinsel, kültürel karşıtı/ötekisi olarak) “Siyasal Alevilik” argümanı ve söylemleriyle uzun zamandır işliyor.

Bu eksen, Suriye’nin çökertilmesi sonrasında derhal İran ve Yemen’e yönelen, yeni işgal ve ilhaklar için askeri hazırlıkları hızlandıran ABD-İsrail’in bölgesel planları doğrultusunda, AKP ve PKK “barışı”yla Türkiye devleti ve Kürtler arasındaki anlaşmazlıkların ve çatışmaların sonlandırılarak, halihazırda iş birliği içinde oldukları aktörleri yeni konumlanmalara zorluyor. Dolayısıyla AKP, doğrudan desteklediği HTŞ’nin son haftalardaki Alevi katliamlarına tavır almak bir yanda, alenen ve çok tehlikeli biçimde, kışkırtıcı siyasetlerini Türkiye’deki Alevi-karşıtı söylemlerle birleştirerek iç siyasette açıkça provokasyonlara zemin hazırlıyor.

Bu genel saflaşma ve yakıcı bölgesel tablo, Türkiye’de iç siyasetin AKP cephesinde genel resmi yansıtması ve olası provokatif hamlelerin zeminini işaret etmesi bakımından önem taşıyor. Bu da şimdi ve gelecekteki kitle hareketlerinin baltalanması için kullanılabilecek bir provokasyon zeminine işaret ederken, sosyalistlerin daha derinlikli kavrayışlarla tutum belirlemelerini zorunlu kılıyor.

AKP’nin PKK’yle oturduğu masa, şimdilik Kürt-karşıtlığı üzerinden kitle hareketlerini bölme, marjinalleştirme, içindeki Türk milliyetçi grupları kışkırtma gibi hamlelerde elini kısıtlasa da bugün itibariyle karşısına aldığı kitlelerinin genel ulusalcı politik niteliği itibariyle, “barış” sürecini kamusal politik düzlemde daha ileri taşıyamayacağı, propagandasını yapamayacağı, dolayısıyla yeniden mezhep temelli ayrışma ve provokasyon zeminini yoklayabileceğini de düşündürtmektedir.

Dolayısıyla bugün kaybedilen Cumhuriyet’in Kürtler ve Aleviler bağlamında tıkandığı, tökezlediği ve daha önemlisi bugünün toplumsal, siyasal, konjonktürel gerçekleri itibariyle ancak daha demokratik anayasal zeminlerde çözüme kavuşturması gereken konular, sosyalistlerin programatik düzeyde savunacakları çözüm önerileriyle aşılması gereken konular olarak öne çıkıyor diyebiliriz. Bu hususlardaki sosyalist politikaların kitle hareketlerindeki yansımaları, emperyalistlerin ve AKP’nin toplumu bölüp çatıştırma siyasetlerinin ve provokasyon unsurlarının karşısına çıkarılacak en önemli araçlardır. Yanı sıra Kürt hareketinin seküler, modernleşmeci dinamikleri gibi, doğru kapsayıcı politikalarla devrimci Cumhuriyet programına kazanılabilecek adımlar üzerine de düşünmek gereklidir. Genel anlamda, sola tepeden bakan, hakaretamiz üsluplardan kaçınılmalı, kapsayıcı ve dönüştürücü tartışmalar yürütülmelidir.

Tarihsel fırsatlar ve sosyalistler
Tutarlı anti-emperyalist, anti-Siyonist, devrimci-demokratik, sosyalist kuvvetlerin bugünden yarına sahada yapabilecekleri konusunda şu öneriler üzerine tartışılabilir:

1) Vakit kaybetmeksizin “vatan ve hürriyet platformu”, “Türkiye platformu” vb. gibi mümkün olan en geniş anti-emperyalist cepheyi kurmaya imkân verecek platformlar çevresinde, en temel talepler (erken seçim, kurucu meclis, laiklik vb.) çerçevesinde, merkezi düzeyde yan yana gelmek; bu çerçevede ortak etkinlikler ve kampanyalar örgütlemek; bu birlikteliği illerde, okullarda, mahallelerde, sendikalarda da eylemli muhalefet içinde örgütlemek; özellikle öne çıkan gündemlerde sokaktan diri, güçlü, kitlesel bir duruş sergilemek…

1.1) Bugün itibariyle, “E. İmamoğlu ve tüm tutukluların serbest bırakılması”, “işkenceci polislerin yargılanması”, “soruşturmaların geri çekilmesi”, “kayyumların geri çekilmesi”, “davaların düşürülmesi” gibi taleplerle ortak kampanyalar örgütlemek…

2) CHP ve diğer sistem içi muhalefet odaklarıyla irtibata geçmek, bu cepheye anlamlı bir politik güç olarak etkide bulunmak, olası bir “kurucu meclis”i şimdiden yerellerden hareketle, özellikle sistem içi muhalefet unsurlarıyla sınırların daha geçişken olduğu ilişkilerden başlayarak, merkeze doğru örgütlemek…

3) Üye kampanyaları yapmak, örgütlü gücü tahkim etmek; profesyonel kadro çekirdeğini büyütmek (maaşlı çalışanlar olarak değil de geçmişteki gibi kalacak yerinin, günlük yeme-içme vb. ihtiyaçları vb.’nin üye ve taraftarlarca karşılandığı devrimciler gibi);

4) Ülke genelinde platformdaki diğer güçlerle beraber ortak sempozyumlar, paneller, toplantılar örgütlemek; aydınları hareketlendirmek, 4-5 kişilik gruplarla ülke genelinde gezici toplantılar, paneller örgütlemek…

5) 2016’lardan itibaren, yaklaşık son on senedir, Türkiye’yi terk etmiş -ve çoğunluğu Haziran Ayaklanması (Gezi Direnişi) çerçevesinde değerlendirilebilecek- çok ciddi bir göçmen-kaçak diaspora kitlesi olduğu gerçeğinden hareketle, Batı Avrupa’ya dönük, benzer ortak platformlar örgütlemek, buradaki enerjiyi ve imkanları değerlendirmek…

6) İnternet-İletişim teknolojilerine ve sosyal medyaya özel, uzmanlaşmış bir önem vermek; bunun için bilinen anlamı ve içeriğiyle “propaganda bürosu”ndan öteye, bu yeni sosyolojik-teknik insanlık gerçekliğinin içerisine doğan kuşakların yüzyılında yaşadığımızın bilincine vararak çok daha örgütlü, donanımlı, kalabalık örgütsel bürolar kurmak; yaratıcı görseller (resim, video vb.), içerikler üretmek, yaymak; özellikle yeni gençliğin popüler kültürel kodlarını iyi takip etmek ve bu damarlara uyarlanmış söylemler üretmek vb. …

7) Türkiye’de bu aşamadan sonra, devrimci siyasetin eninde sonunda halkın kitlesel zor eylemiyle bütünleşmek ve ona önderlik etmek zorunda olduğu gerçeğini idrak etmek; buna uyarlı siyasal, örgütsel, ruhsal şekillenemeye girmek; bölgede ise halihazırda var olan savaş gerçeğini idrak etmek ve orta-uzun vadede bu tarz mücadelelerin belirleyici olacağını görmek, buna uyarlı bir güç biriktirme sürecine girmek; gerektiğinde zorun belirleyici olacağı mücadelelerde kitlelere önderlik edebilecek yeteneklerle donanmak… gibi, pek çok yeni ve elzem eylem adımı üzerine düşünülmelidir.

***

Bölge ve Türkiye, artık kaçınılması mümkün olmayan çok daha büyük, ciddi kırılmalara doğru hızla yol alıyor. Sosyalistler, kitle hareketleri içinde örgütlenmez, bağımsız bir odak inşa edemez, bu dinamikleri yönlendiremezse, asırda bir yakalanabilen fırsatlar da kaçmış olur. Hatta Türkiye, Suriye’den çok daha beter bir kadere mahkûm olabilir. Durum ciddidir ve hamleler de o ölçüde aklı başında, dar grupçuluktan uzak, berrak bir anti-emperyalist devrimci zihinle gerçekleştirilmelidir.

Türkiye toplumunun büyük bir kesimi artık açık biçimde AKP’yi ve onun Siyasal İslamcı rejimini reddetmektedir. Son yirmi yıldır bu itirazını milyonları aşacak şekilde eylemli olarak dile getiren bu muazzam güç, henüz ne sistem içerisinde ne sistem dışında kendisine bir öncü bulabilmiş ve onla bütünleşebilmiş değildir. Bazı figürler zaman zaman öne çıkıp kaybolsa da bu devrimci dinamik önderliğini aramaktadır. Sosyalistlerin, en başta kendilerini değiştirme-dönüştürme, sürece uygun konumlandırma ve bu çerçevede öne çıkarak, irade beyanlarında bulunarak; kadrolar yetiştirerek, örgütlerini güçlendirerek; parti-, dergi-bürolarından çıkarak, 1970’lerin ruhuyla bölge bölge, il il dolaşarak; akıllı-, kapsayıcı-, çoğulcu-taktik politikalarla kitle hareketlerine ve sürece dahil olmaları; çok daha zorlu ve çetin mücadele günlerine hazırlanmaları ve ülke gündeminde öne çıkmaları gerekiyor. Tarih, devrimcileri göreve çağırıyor.

“Devrim, insanın kendini tanımasıdır.

Kendini tanıyan insan, dünyayı değiştiren insandır.”

Mehmet Bedri Gültekin