Kimimiz yoldaşını, kimimiz dostunu, kimimiz çalışma arkadaşını, kimimiz abisini, kimimiz babasını, kimimiz sevdiğini, okurlarımız değerli bir yazarı, sosyalistler önder bir devrimciyi, cumhuriyetçiler bir aydınlanma savaşçısını, ama hepimiz “sevgili öğretmenimizi” kaybettik. Ahmet Nuri Doğan, yakalandığı kanserden kurtulamadı ve 13 Mayıs 2025 günü aramızdan ayrıldı.
Ahmet Doğan, 1967-68 öğretim yılında Ortaklar İlköğretim Okulu’ndan mezun olarak 17 yaşında öğretmenliğe başladı. Sınıf öğretmenliğine devam ederken, bir yandan da Isparta Eğitim Enstitüsü Matematik Bölümü’nü bitirdi. Devlet okullarında uzun yıllar süren öğretmenlik yaşamı sonraları dershane öğretmenliğiyle devam etti. Binlerce öğrenci yetiştirdi. Üstün nitelikleri ve sahip olduğu toplumsal değerlerle elinin dokunduğu herkes tarafından sevildi; onların “sevgili öğretmeni” oldu.
Bilim ve Gelecek’in yazarı, danışmanı, temsilcisi, abone şampiyonu, yüzlerce etkinliğin düzenleyicisi, dergi emekçilerinin taktığı isimle “Dergi Abisi” idi Ahmet Doğan.
Ahmet Doğan çoğu Bilim ve Gelecek’te yayımlanan, esas olarak eğitim-öğretim sorunlarına, matematik öğretimine ve tarihine, aydınlanma sorunlarına yoğunlaşan çok sayıda makale kaleme aldı. Aynı konularda araştırma kitapları ve matematik ders kitapları yazdı.
Ahmet Doğan sosyalistti. Sosyalist örgütlerin, CHP örgütlerinin düzenlediği toplantılarda, panellerde, konferanslarda, eğitim atölyelerinde konuşmalar yaptı, dersler verdi. Nereden bir talep gelse koşa koşa gitti, deneyimlerini, birikimini genç devrimcilere aktardı, onların da öğretmeni oldu.
Bir bilimsel sosyalisti, yılmaz bir devrimciyi, bir aydınlanma savaşçısını kaybettik. Eserleri, anıları, hepimizin hayatına yaptığı dokunuşlarının silinmez izleriyle yaşayacak Ahmet Doğan.
(Ahmet Doğan’a, oğullarının ve dostlarının onun anısına yazdıklarından oluşan bir dosyayla veda etmek istedik.)
İnsan nasıl büyür?
Ali Yücel Doğan (Ahmet Doğan’ın oğlu)
Elbette herkesin yaşamı algılayışı kendine özgüdür. Ancak bazı ortaklıklardan söz etmek mümkün olsa gerek. Bebeklik, çocukluk, ergenlik, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık; her geçirdiğimiz evrenin kendine has öğrettikleri var. Değişmeyen doğrular, gerçeklikler… Yeni doğan oğlum birkaç gün önce bir yaşına basarken aklımdan geçen şeyler bunlardı. Daha birkaç ay öncesine kadar kafasını taşıyacak kadar bile gücü yokken, şimdi badi badi ortalıkta yürüyüp, babamın deyişiyle etrafındakilere çapkınca gülücükler saçıyor. Yaşamın gelişiminin en hızlı ve en ivmeli olduğu dönem. Sınırsızca bir merak ve keşfetme duygusu. Yanımda büyük oğlum, daha yedi yaşında. Taşkın bir coşku ile oradan oraya zıplıyor ve hepimizi toparlamaya çalışan annesini deliye çeviriyor. O, henüz aşırı olan duygularını ehlileştirmeye çalıştığı bir evrede. Ben, ergenlik ve gençlik yıllarımı düşünüyorum. Ergenlik yılları, kendin gibi tepki dolu bir güruh içinde yerini bulmaya, kabullenilmeye çalıştığın hırçın zamanlar. Ebeveynlerinin kanatlarının altından yetişkinliğe yöneldiğin, özerklik ile ilgili ilk gerçek kazanımları edinmeye başladığın sancılı yıllar. Sonrasındaysa nerede başladığını ve nerede bittiğini anlayamadığım gençlik yıllarım. Şimdi kucağımda küçük oğlum, masanın başında oturuyoruz. Artık yetişkin kabul ediliyorum. Ne ara bıraktım ben genç olmayı diye düşünüyorum, ya da hiç bıraktım mı? Peki sonrası? En son evre artık ihtiyarlık diye geçiriyorum aklımdan küçük oğlumun doğum günü pastasını üflerken büyük oğlumla. Babam geliyor aklıma…
Önceki gün annemle konuşmuştuk. “Bir yıl diyor” demişti, doktor. İlk defa babamın yaşlandığı fikrini o an kabul ettim sanırım. Büyüdükçe insan babasını izlerken bazı işaretler görüyor elbet. Ancak babamın yaşlandığı gibi bir düşünceyi asla kabul edemedim yıllardır. Üstelik kendisi, üstüne basa basa bunu söylese bile… Nasıl inanacaksın ki? Daha onu kaybettiğimiz günden yaklaşık bir ay kadar önce atlamış Ankara’ya seminer vermeye gitmiş.
“Baba ne semineri? Rahatsızsın, anlarlar.”
“Oğlum olmaz söz verdim, gitmem gerek!”
Belinde ve bacağında ağrılarla, attığı iki adım sonrasında nefesi kesilse dahi kalktı gitti, seminerini verdi, dostlarını, yeğenini gördü, geri geldi. Her zaman bir koşturmacası vardı babamın. Görev bilinciyle sürekli çalışır, üretir, paylaşırdı. Hemen ardından da hızlıca hastane süreçleri ve yine sanki bir koşturmaca içerisinde aramızdan ayrıldı.
Cenaze günü, bir taziye telefonunda bir yakınımız “Babanız gibi insanların çocuğu olmak zordur” dedi. O an bir şey diyemedim. Düşünüyorum da, gerçekten zor muydu babamın oğlu olmak? Gerçekten de bir sürü insanın yaşamına dokunmuş, onların hayatlarına etki etmiş insanların çocuklarının, ebeveynlerinin ağırlığı altında ezildiğine şahit olursunuz. Elbette babamın oğlu olmanın zorlukları vardı. Basitliğe, tembelliğe taviz yoktu bir kere. Gündelik yaşamın popüler, basit hazları uğruna kaybedilen zamanı eleştirirdi babam mesela. Çok katı olduğu sanılmasın ama bunun ağırlığını hissederdiniz. Ama ezilir miydiniz bunun altında? Onun, buna izin vereceğine ihtimal vermem. Onun kitaplığında otururken bana bunun kanıtını hatırlatan bir şey buldum.

Babamdan bir iz bulurum umuduyla evin her köşesinde bulduğum her kâğıt parçasını, her kitabı, her defteri didik didik inceliyorum. Kitaplıkta bakınırken gözüme bir defter çarptı. Bir günlük… Biraz dikkatli bakınca kendi çocuksu yazımı tanıdım. 1996 yılında tuttuğum bir günlük bu. Belli ki 96 yılına girer girmez tutmaya başlamışım. Başlangıç tarihi 1 Ocak. Şu cümlelerle başlıyor:
“96 iyi başladı. Babamla bugün hiç kavga etmedik ama gelecek günler nasıl olur bilmem.”
Şaşırdım! Böyle bir giriş beklemiyordum. 1995’te ilkokulu bitirdiğimde özel okullar sınavında Saint Benoit Fransız Lisesi’ni kazanmıştım. Günlüğü tuttuğum dönem tam da o zamana denk geliyor. Her gün için çok kısa kısa cümlelerle not düşmüşüm. Bu dönem benim için zor bir dönemdi. İlkokuldan yeni çıkmıştım. Saint Benoit çok farklı bir ortamdı benim için. İlkokulda hep örnek öğrenci olmuştum. Derslerim hep çok iyiydi. Ancak buraya ayak uyduramamıştım. Günlüğü genel olarak okudukça da bunun etkilerini daha net görebiliyorum. Neredeyse takıntılı bir biçimde her günün güzel geçip geçmediğiyle ilgili yazmışım. Üzülüp, üzülmediğimle ilgili… 9 Ocak tarihine gelindiğindeyse şöyle bir not var:
“Babamın notum karşısında bu kadar sakin ve anlayışlı davranacağına hiç inanmazdım.”
İlkokulda yoğun bir şekilde Anadolu Liseleri, Özel Okullar ve Devlet Parasız Yatılı sınavlarına hazırlanırdık. Yoğun bir şekilde bu sınavları verdikten sonra birden Saint Benoit’nın kasvetli ve yoğun Fransızca öğrenimine odaklı hazırlık sınıfına başlamıştım. Ayak uyduramadım. Şimdiye kadarki başarılı tabloyu sergileyemiyordum. Okul da bana gözdağı veriyordu. Kasvetli bir bina, yaşlı ve çoğu aynı zamanda rahibe ya da rahip olan öğretmenler. Üstelik öğretmenler oldukça katıydı. Bu ortama uyum sağlayamıyordum. Notlarım da iyi değildi. Karnemi aldığımda korkmuş, üzülmüştüm. Küçük de olsam en çok babamı hayal kırıklığına uğratacağım duygusu üzüyordu beni. Hatırlıyorum… Okul ile ilgili duygularımı 17 Ocak’taki notta net bir şekilde yazmışım. Belli ki kar tatiliymiş. “Kar yağmasını seviyorum. Okuldansa nefret ediyorum. Ama bugün tatilimi iyi geçirdim”. Babam ilk karne notlarını aldığımızda kızmıştı bana. Benim tembellik ettiğimi düşünüyordu. Oysa okul benim için bir zulüm haline gelmişti çoktan. Ancak kendimi yeterince ifade edemiyor, derdimi anlatamıyordum. Defteri karıştırdıkça bir şey dikkatimi çekiyor. Her pazar günü aynı şekilde ertesi gün okulda başıma kötü bir şey gelecek korkusuyla pazar günlerinden nefret ettiğimi yazmışım. Hâlâ bugün bile pazar günlerini tam açıklayamadığım bir nedenle sevmem. Şimdi nedenini daha iyi anlıyorum.

Saint Benoit’da Fransızca hazırlık sınıfında çeşitli öğretmenlerimiz olurdu. Ancak sınıfımızın bir sınıf öğretmeni olur ve esas çoğu Fransızca derslerini o sınıf öğretmeniyle işlerdik. Bizim sınıfımızın öğretmeni de Saint Benoit’nın o zamanlarındaki en iyi hazırlık sınıfı öğretmeni diye anılıyordu. Ancak aynı zamanda son derece katı olmasıyla da biliniyordu bu hanımefendi. Sonradan anladım ki katı hafif bir tabir. Sınıf öğretmenimiz hata yapıldığında bağır çağır kızar, hatta kaba, incitici sözler sarf ederdi. Hele ki yaramazlık yapıldığındaki tepkileri dile bile getiremiyorum. Bu alışık olduğum tarzdan çok uzaktı. İlkokul öğretmenimin de zaman zaman bize kızdığı olurdu. Ama bizi çok sevdiğini bilirdik. Onun bize kızmasının elbette üzerimizdeki etkisi büyüktü ama öğretmenimizi çok sevdiğimiz için gücenmez, hatamızı telafi etmek için uğraşırdık. Burada ise soğuk, öğrencisine yabancılaşmış tepkiler vardı. Buz keserdik. Üstelik neredeyse hakarete varan tabirler kullanırdı.
Bir gün yine bir sınav sonucunda birkaç arkadaşımla benim sınav sonuçlarım pek başarılı gelmemişti. Ben ve üç arkadaşımın sonuçlarıyla önce sınıfta arkadaşlarımızın önünde dalga geçti sınıf hocamız. Sonra dördümüzü tahtaya dizdi ve tüm arkadaşlarımızın önünde bizleri “sınıfın yüz karaları” ilan etti. O zaman Saint Benoit’da sıralar tek kişilikti. Dört arkadaş bizleri hemen sınıfın girişinde sağdaki duvara arka arkaya dizip oturma yerlerimizi değiştirdi ve o kenara da “sınıfın yüz karaları köşesi” adını verdi. Çok ağırıma gittiğini hatırlıyorum. Muhtemelen eve döndüğümde de yüzümden okunuyordu bu durum. Önce annem farkına vardı. Kısaca ona olanları anlattım ama odamdan pek çıkmıyordum. Çok canım sıkılmıştı. Ve en sonunda da babam eve gelince herhalde annem ona kısaca anlatmış olacak, odaya yanıma geldi. Konuşmaya başladık.
“Oğlum ne oldu?” diye sorduğunu hatırlıyorum yumuşak ve sevecen bir sesle. Ben de olanları anlatmaya başladım. Anlatırken yer yer hıçkırıklara boğuluyordum üzüntüden ve hınçtan. O ise odanın öteki köşesinde oturduğu sandalyede sakince dinliyordu beni. En azından ben sakince dinlediğini düşünüyordum. Yıllar sonra bu olayı konuştuğumuzda içinde o an ne çeşit fırtınalar koptuğunu bana sonra anlatmıştı. Fakat dışarıda, bana hiç hissettirmeden sakince dinledi ve ben de içimdekileri döktüm, ağladım ve sonunda da biraz rahatladım. Omuzlarım düşmüş, yorgun bir şekilde karşısında tam bir yenilmişlik ve başarısızlık duygusu içinde oturuyordum. Gülümsedi…
“Bak usta! Biz seninle ne yapalım…” dedi ve anlatmaya başladı. Babam bu cümleyi kurarsa genelde aklında bir fikir veya bir plan vardır.
“Evet!” dedi. “Sen benim oğlumsun. Hocanın yaptığı da doğru değil. Bu olanların sonucunda baban olarak ben yarın okula gelip, gerekirse müdürle de konuşup, oradakilerin hepsiyle de kavga edip seni o okuldan alabilirim. Ancak bu hiçbir şeyi çözmez. Hocan davranışında haksız olabilir ama gerçekten de senin bu Fransızca dersini düzetmemiz lazım.”

Babamın avukat bir arkadaşının Fransız eşi vardı, Mireille Abla. Onunla konuşup bana bu Fransızca konusunda hafta sonları uygun olursa destek olmasını rica edecekti. Haftada bir saat ya da belki iki saat, hafta sonları Mireille Abla ile ders çalışacaktık. Kabul ettim. Saint Benoit’da, yaz tatiline girmeden yılsonunda genel bir Fransızca sınavı yapılırdı. Bu sınava kadar Mireille Abla ile çalışacaktık. Sonra devam etti.
“Gel şimdi seninle bir anlaşma yapalım!”
Öncelikle ben bu yılsonu sınavından kendimin de içine sinen bir not alacak, derslerimi düzeltecek, derslerde daha aktif olacaktım. Sonra yeni bir okulun açılacağından bahsetti. İbrahim Arıkan, MEF Dershanelerinin yanına bir de MEF Okullarını açmak üzereydi. Babam bu yeni okulda eğitim sisteminin dikkatlice tasarlandığını, çok iyi bir okul olacağını anlatıyordu. Üstelik sınava girip burs kazanma şansı da vardı.
“İstersen yılsonunda sınavda başarılı olduktan sonra okuluna devam etmeyi de seçebilirsin, istersen, eğer devam etmek istemezsen okulunu da değiştirebiliriz. Devam etmemeyi seçebilirsin. Eğer tepkini koymak istiyorsan, koy! Tercih senin…”
Elbette koşulların uygunluğu, MEF Okulları’nın ortaya çıkışı gibi denk gelen durumların da etkisi olmakla birlikte, bana bir çözüm önermişti. Anlaştık. Ben disiplinli bir şekilde derslerimi gün geçtikçe çalışarak düzelttim. Mireille Abla, her hafta sonu benimle vakit geçirdi, ders çalıştı. Bana Fransızca müzik kasetleri doldurur hediye ederdi. Sene sonunda da büyük sınav günü geldi. Yıl boyu sıkı bir şekilde çalışıp kendimi geliştirmiştim. Sınava girdim, tüm soruları da yaptım. Bir süre sonra sonuçlar geldi. Tüm okulda sınavda ikinci olmuştum. Yine benimle aynı sınıfta olan Fransızca konusunda hep çok başarılı olan bir arkadaşım da birinci olmuştu. Sonunda babam tercihimi sordu. Okulumu değiştirmeyi tercih ettim. Babam bıyık altından şöyle bir güldü ve “Tamam” dedi. Okuldan kaydımı alıp yeni okula kaydımı başlattı.
Bu olayın ardından, evde olduğum bir gün, daha yaz yeni yeni başlayacakken telefon çaldı. Gündüz vaktiydi ve evde yalnızdım. Cevap verdim. Telefonun ucunda bir erkek sesi, önce babamla görüşmek istedi. Ben de evde olmadığını söyledim. O zaman daha cep telefonları olmadığı için, “bir notunuz varsa ileteyim, ben oğluyum” dedim. Kendini Saint Benoit Fransız Lisesi’nin müdürü olarak tanıttı.
“Yücel, sen misin?” diye sordu.

“Evet” dedim. İlk defa okulun müdürüyle konuşuyordum. Önce sınavdaki başarımdan dolayı beni tebrik etti. Ancak neden ayrıldığıma anlam veremediğini söyledi. Neden ayrıldığımı sordu. Ben de hatırladığım kadarıyla, sürekli derste olan baskı ve olumsuzluklar nedeniyle mutsuz olduğumu, bundan dolayı Saint Benoit’da devam etmek istemediğimi dilim döndüğünce anlattım. Görüşmenin tüm detaylarını anımsayamıyorum, ancak sonunda güle güle deyip kapattık. Tabi daha sonra müdür ile babam görüşmüşler. Yıllar sonra babamdan dinledim. Okulun yönetiminden, eğitim kadrosuna, eğitim anlayışından sistemine kadar çok ağır bir şekilde eleştirmiş, deyim yerindeyse yerden yere vurmuş. Anlattığı kadarıyla benim bu şekilde okuldan ayrılmamın da okulda baya etkisi olmuş.
Bu yaşam deneyiminde çıkarabileceğim çok ders var elbette. Ancak bu deneyimin en büyük kazanımı, babamın bana nasıl mücadele edileceğini öğretmesiydi. Mücadelenin bir sürü yolu olabilir. Birçok farklı yöntemle mücadele edebilirsiniz. Hatta bağırıp çağırabilir, kavga da edebilirsiniz. Bir ebeveyn olarak kendisi de müdahale edebilir, beni doğrudan korumaya çalışabilirdi de. O bunların hiçbirini seçmedi. Bana aklımla mücadele etmemi sağlayacak, kendime olan güvenimi inşa edeceğim bir seçeneği sundu. Onun çok sevdiğim bir deyimiyle, “aklımı kışkırttı”.
Şimdi tekrar sorunca, zor muydu gerçekten babamın oğlu olmak? Evet zordu. Çünkü emek istiyordu. Çabalamak gerekiyordu. Daha iyi ve daha güzele yönelen; onun deyimiyle “insanlaşma çabası”… O yüzden babam hep benim için, hayat biraz raydan çıkar gibi olduğunda dayanak noktam oldu. Hayatla cebelleşmede, her kendimi çaresiz ya da kaybolmuş hissettiğimde onun sesini, onun mantığını arardım. Hayatımın her evresinde, her şeyim olmayı da başarmıştı babam. Arkadaşım, sırdaşım, yoldaşım… Gaz bombalarından, TOMA’lardan, plastik mermilerden bile kaçmıştık beraber yeri geldiğinde. En çaresiz hissettiğim zamanlarda ona sığınmış, onun sayesinde yolumu bulabilmiştim. Açık denizlerde denizciler için Kuzey Yıldızı neyse, oydu babam benim için. Ancak şimdi kapkaranlık yıldızsız bir gökyüzünde, azgın dalgaların arasında kalmış gibi hissediyorum.

Bu yazıya başlarken sormuştum: “Nerede başladı ve nerede bitti?” diye gençlik evresi için. Gençlik denen evrenin sonu hep muğlaktı benim için babama veda edene kadar. Şimdi gerçekten sona ermiş gibi hissediyorum.
Şimdi artık ben de bir babayım. Oğullarım, yaşamın tüm evrelerinin içinde büyüyecekler. Ben de onlara bu yolculukta elimden geldiğince eşlik etmeye çalışacağım. Babamın başardıklarının yarısını başarabilsem onlar için, kendimi başarılı sayarım. Önümdeki ödev bu! Zor muydu babamın oğlu olmak? Zordu!
Hâlâ zor…
Koşan adam
Yıldırım Doğan (Ahmet Doğan’ın oğlu)
Sanırım 1982 yılıydı. Ben daha 4-5 yaşlarında bir çocuktum ve hayatımda sadece annem vardı. Annem çalışmak zorunda olduğu için hafta içi günlerde beni anneanneme bırakır hafta sonu geldiğinde beni alır evimize getirirdi. Bütün hafta beklediğim bir durum olduğunu hatırlıyorum. Hafta sonunun son günü ise tekrar anneanneme bırakılır ve sonraki haftayı beklerdim. Evimiz ise Fatih’te garip bir çatı katıydı. Salon ve mutfak apartman holünün sağında, yatak odası ve tuvalet ise holün karşısındaydı. Yani tuvalete gitmek veya yatmak için merdiven holüne çıkıp karşıya geçerdik. Yani bu merdiven holü aslında bir şekilde bizim evimizin içiydi ve benim için çok önemli bir mekândı.
Bir gün yine annemle birlikte evdeydik, aşağıdan çalan zil ile irkildik. Kapıyı açıp merdiven holüne çıktığımı hatırlıyorum. Merdivenlerden aşağı bakıp gelen kişiyi anneme söylemeyi seviyordum sanırım. Hızla bir adam çıkıyordu yukarı. Tanımıyordum ama garip bir sıcaklık hissetmiştim bu adama karşı. O da son merdivenden tırmanırken bana baktı, yüzü aydınlandı. Hızla çıktı son basamakları ve beni kucağına alıp sarıldı öptü. Hiç yadırgamamıştım nedense bu tanımadığım adamdan gelen sıcak karşılamayı. Sonra annem bana babamı tanıtınca ben de sarılmıştım ona sıkıca, bırakmamacasına. Babam yoldan gelmişti yorgundu ama gidemezdi bir yere oturacaktı ve ben de onun kucağından inmeyecektim.

O zamanın devrimcilerinin çocuklarının buna benzer onlarca öyküsü vardır. Ama ben, babasını ilk tanıdığı zamanı hatırlayan ender çocuklardandım sanırım. O akşam eve babamın onlarca arkadaşı geldi gitti. Sürekli oturdular konuştular ama ben babamın kucağından inmedim. Sonradan kendisi anlatırdı: “Bütün akşam beni konuşturmadın, sürekli yüzüme baktın, ne zaman kafamı çevirsem tutup suratımı sana bakayım diye çektin kendine çevirdin.”
Ondan sonra da hiç ayrılmadık tabi. Daha ileri yaşlarda ise hatırladığım en önemli şey onun çalışkanlığıydı. Her baba gibi evde sürekli oturduğu bir köşesi vardı. Hep oradaydı, televizyonun karşısında ama asla televizyona bakmazdı. Her zaman elinde kâğıt kalemi vardı ve sürekli soru yazar, çözer, öğrencilerine yeni anlatılar hazırlardı. Bir gün bile elinde kâğıt kalem olmaksızın salonda oturduğunu bilmem. Boş durmaya çok kızardı, film izlemekten bile sıkılıyordu. Bazen baba bak güzel film var şunu izleyelim derdim, biraz izler ondan sonra dayanamaz, eline kağıdını kalemini alıp soru yazmaya başlar, yan gözle de filme bakardı.
İşini öylesine ciddiye alırdı ki bir çocuk basitçe bir soru getirse bile onu sayfalarca yazar çizer anlatırdı. Bir gün oğlum dedesine matematikten bir konuyu anlamadığından bahsetmiş sadece. Ona konuyu anlatmak için 3 sayfa dolusu soru yazmış, sorular ilgisini çeksin diye soruların içine oğlumu ve abisini de katmış. Halbuki normalde sadece torunuyla konuşsa ve anlatsa yeterdi. Her konuya müthiş bir ciddiyetle hazırlanır ve bu hazırlanma sürecinde de sanki doğum yapacak bir anne gibi stresli ve ciddi olurdu. Doğumdan sonra ise çıkan ürüne yine bir anne şefkatiyle sarılırdı.
Bu ciddiyetin tek istisnası tatillerimizdi. Tatile çıkacağımız zaman önce valizler hazırlanır, yola çıkış anına kadar nereye gideceğimizi bilmezdik. Sabah kahvaltıda karar verir, bu sene de Karadeniz’i gezelim diyerek yola çıkardık ama asla normal yollardan gitmezdik. Yorulduğumuz yerde mola verir, istediğimiz yerde yüzer, yoldaki tüm antik kentlere girer, mümkünse en patika yollardan giderdik. Artık takatimizin kalmadığı yerde mola verip uyurduk. Bazen bir şehirde otelde, bazen basit bir benzinlik üstü otelinde, bazen eski bir arkadaşının evinde. Bize hiç fark etmezdi, sürekli yola devam ederdik.
Bir gün bu tatillerin dönüşünde yepyeni arabamızın altından garip sesler geldiğini fark etmiş. Evimizin arka sokağındaki tamirciye göstermem için arabayı bana bıraktı ve derse gitti. Tamirci arabayı kaldırıp “Bu arabaya ne yaptınız kayık mı sandınız bunu? Altına su girmiş ve bir şeyleri çatlatmış, fiyatı da şu” deyince beynimden vurulmuşa döndüm, çünkü söylediği fiyat tahminimce babamın maaşından fazlaydı. Hemen babamı aradım, teneffüste yakaladım, konuyu anlatıp biraz da kızgınlıkla “niye sanki yepyeni arabayla derenin içinden gittin ki bize de o kadar söylemişlerdi oraya ancak jip ile gidebilirsiniz diye” diye çıkıştığımda, “nasıl yerler gördük ama değil mi, harikaydı, canı cehenneme arabanın” diyerek güldüğünü hiç unutamam. Değişik adamdı babam.
Hiç yavaş yürüdüğünü hatırlamam. Hep bir yerlere yetişmeye çalışır gibiydi. Hatta 4 sene önce geçirdiği büyük bir ameliyattan sonra doktoru yürümesini söylemişti. Ben de intikamımı almıştım tabi. “Hadi kalk, yürüyeceğiz koridorda tembel tembel yatmak yok” demiştim. O da karizmayı çizdirmemek için her seferinde kalkıp benimle yürümüştü. Ta ki geçen sene sonunda kardeşimin yeni doğan oğlunu görmek için Moskova’ya gidişimize kadar. O zaman şehri gezerken bir gözümüzün sürekli bank arar olduğunu fark ettim. Bir şeyler değişmeye başlıyordu. Oturmak onun işi değildi, yatmak hiç değil biliyordum bunu. Nitekim son hastalık tanısının konmasından ve hastaneye yatmasından sadece 12 gün sonra kaybettik onu. İşte yine oturmamıştı, yatmamıştı benim aslan babam. Sanırım bu dünyaya koşarak geldi, koşarak gitti.
Sevgili öğretmenimiz Ahmet Doğan
Ender Helvacıoğlu
Neredeyse yarım yüzyıllık dostum, yoldaşım, ağabeyim, öğretmenim Ahmet Doğan 13 Mayıs günü hayatını kaybetti. Bedeni kanser tedavisine dayanamadı.
Bilim ve Gelecek’in yazarı, danışmanı, abone şampiyonu, temsilcisi, yüzlerce toplantının, konferansın, panelin düzenleyicisi… Nesin Vakfı çocuklarının sevgili Ahmet Dede’si… Son derece değerli bir matematik öğretmeni… Yılmaz bir devrimci, kararlı bir sosyalist, aydınlanma savaşçısı… Hangi sosyalist örgütten, öğretmen sendikasından, dernekten, vakıftan, okuldan talep gelse koşa koşa giden, birikimini aktaran, binlerce öğrenci yetiştirmiş komünist öğretmen…
Benim için “Ahmet’in ardından…” diye yazmak çok zor. Artık toprak altında olduğunu kabullenmek çok zor. Ama niteliklerini, tanımayanlara, özellikle gençlere aktarmayı da gerekli görüyorum.
Farklıydı Ahmet Doğan, çoğumuzdan farklı…
Nasıl anlatayım? Örneğin bir bayrak olsaydı eğer, eminim al yıldızlı bayrak olurdu. Ama elde kızıl flamalarla gezinen birçok kişiden daha fazla yüreğinde ve beyninde kızıl bayrağı taşırdı Ahmet. Toplumunun kazanımlarına sıkı sıkıya bağlı, ölümüne yurtsever bir sosyalistti.
Farklıydı Ahmet.

Herkes onun öğretmen yönüne vurgu yapar. Nasıl bir öğretmen olduğunu bütün öğrencileri, hepimiz biliyoruz zaten. Ama böyle bir öğretmen olabilmek, ancak çok iyi bir öğrenci olmakla mümkündür. Genellikle ıskalanır bu kritik nokta. Sanılır ki ne kadar çok okunur ne kadar çok bilinirse o kadar iyi öğretmen olunur. Eksiktir bu tanım. Ne kadar iyi öğrenci olunursa o kadar iyi öğretmen olunur. Ahmet’in öğretmeni sıradan halktı, toplumdu; bu kaynaktan beslenmeyi hiç bırakmadı. Onun olağanüstü öğretmenliğinin sırrı buydu. Şaşkınlıkla ve öğrenmeye çalışarak izlemişimdir bu yönünü.
Farklıydı Ahmet.
İnanılmaz bir örgütçüydü. Laf olsun diye söylemiyorum bunu; çekirdekten, meslekten örgütçüydü. 80 öncesi, yeni devrimci liseli bir genç olarak parti binasına takılırken, ilçe ve il yöneticilerinin dışında çok saygı duyulan bir grup insan dikkatimi çekmişti; zaman zaman rastlaşırdık. Merak edip kim olduklarını sormuştum; “örgütçüler” demişlerdi. İlçe ilçe, il il dolaşıp örgütü kuran “gizemli” (ergen kafamla bu tanımı vermiştim) devrimciler. Ahmet Doğan onlardan biriydi. O beni o zamanlardan tanımaz; ama ben onu tanımış ve saygı duymuştum.
Yıllar sonra, Bilim ve Gelecek’in kuruluş aşamasında, bu kez çalışma arkadaşı olarak bir araya geldiğimizde onun bu yönünü çok daha çarpıcı bir biçimde fark ettim. Ahmet, hiç zorlanmadan, doğal olarak örgüt kuruyordu. İnsanları mıknatıs gibi çekiyor, çevresinde toplayıveriyordu. Derginin abone şampiyonu olmasının, bütün faaliyetlere en fazla katılımcı getiren kişi olmasının, yüzlerce toplantının, konferansın, panelin düzenleyicisi olmasının, hiçbir ilde temsilcimiz yokken Büyükçekmece temsilciliğimizin bulunmasının nedeni buydu. Ahmet neredeyse orada örgüt kuruluyordu.
Ama Ahmet’in örgütçülüğünün çok önemli bir boyutu daha var. O sadece iş örgütleyen pratisyen bir örgütçü değildi. Aynı zamanda teorik ve politik bir örgütçüydü; meselenin entelektüel boyutuyla da ilgiliydi. Örgütlerinin ve örgütlediklerinin kalıcı olmasının sırrı buydu. Galiba dört dörtlük önder bir devrimciyi tarif ediyorum.
Farklıydı Ahmet.
Kalın çizgi ustasıydı. Zaten madde ile bu denli haşır neşir olabilen, onu kendi pratiği içinde dönüştürebilen örgütçü kişilikler kalın çizgi (meselenin esası, kavranacak halka, temel cepheleşmenin nerede olduğu, çıtanın nereye konulması gerektiği vb.) tespitinde de ustalaşırlar. Herkesin en az bir tane böyle arkadaşı olması gerekir ki karmaşık durumlarda savrulup gitmesin. Ahmet Doğan benim kalın çizgi danışmanımdı.
Ama Ahmet’in ustalığı bundan ibaret değil. O, kalın çizgiyi incelikle işlemeyi de becerirdi. Bazı kalın çizgi ustaları kaba sabadır; genel doğruları kafanıza kakar gider. Onlara da saygım büyük ama Ahmet Doğan fazlasıydı. Onu tanıyan herkes ne kadar nazik, incelikli, karşısındakini incitmeden ama tavizsiz tartıştığını bilir. İşte imrendiğim -ve itiraf edeyim- kıskandığım yönlerinden biri de bu. Kalın çizgiyi yamultmadan inceltebilmek, oya gibi işleyebilmek ve karşısındakini gerçekten ikna edebilmek… Ustalıklı bir öğretmen ve örgütçü olmak galiba böyle bir şey.
Farklıydı Ahmet.
Bütün bu nitelikleriyle saygın bir insandı Ahmet Doğan. Ama ben, onu ancak uzaktan tanıdığım gençlik yıllarım hariç, Ahmet Doğan’a sadece saygı duymadım, onu sevdim de… Sadece saygı duyulası bir insan değildi Ahmet, sevilesi bir insandı. Eminim bu tespitimi Ahmet’i tanıyan herkes paylaşacaktır. Ne kadar önemlidir bu nitelik… Sevilmek, sıcaklaşılabilmek, saygının sevgi ile bütünleşebilmesi… Ahmet Doğan çevresindekilerle (çocuklar ve gençler dahil, hatta en fazla onlarla) bunu becerebilen nadir insanlardan biriydi.
Uzatmayayım: Bana örnek bir devrimci, örnek bir sosyalist nasıl olur diye sorsalar hiç zorlanmam, Ahmet Doğan derim.
Hiç eğilmeden, bükülmeden, yolundan hiç sapmadan onuruyla yaşadı. Coşkuyla, umutla yaşadı. Ayakta öldü.
Güle güle değerli yoldaşım… Güle güle sevgili öğretmenimiz…
Sorunların ve soruların çözümünü insanlarla aradı
Nalân Mahsereci
Sorunlara yaklaşımı
Ahmet Doğan Abimiz… Önüne getirilen sorunun çapı ne olursa olsun, sakinliği elden bırakmadan, yüzündeki tebessümü söndürmeden, çözülebilir olduğuna sizi ikna eden Sevgili Abimiz… O pek moda “Hallederiz yaa” kolaycılığından söz etmiyorum; çoğu sorunu esaslı bir biçimde “halletmenin” yolunun insandan geçtiğini kavramış olmanın, örgütçü olmanın, insanları, doğru yerlerde, doğru şekillerde buluşturmanın gücüne inanmanın getirdiği kendine güvenden söz ediyorum. Bilim ve Gelecek için yapıp ettikleri, yeni okurlar bulmaktan gece düzenlemeye, temsilcilik açmaktan yazarı olmaya, eğitim vermekten konferans düzenlemeye, standında beklemekten yeni yazarlar aramaya… haylidir de, kişisel sorunlarımızla kapısını çaldığımızda da, aynıydı durum. Covid-19 salgınının başlarında, toplumsal bağışıklığın henüz oluşmamış olması nedeniyle virüsü kapmış olmak büyük riskler içeriyorken, Ender’i hastaneye yatırmak zorunda kaldığımızda, herhangi kritik bir kararı almadan önce, onunla konuşma gereği duymuştum hep… Ya da Ilgaz’ın eğitim hayatında nasıl çözeceğimizi bilemediğimiz bir sorunla karşılaşmışsak… Ya da Nazan’a matematik öğretebileceği yeni alanlar ararken… Elinden gelen desteği ardına koymazdı; öğretmenlik hayatı boyunca etkin ilişkiler kurduğu onlarca kişiyi aklından tarar, “Bu konuyu birkaç arkadaşla konuşayım” der ve tekrar dönüş yaptığında, kendi yapabileceklerini olduğu kadar, danıştığı kişilerin ortak aklıyla oluşmuş önerilerini de aktarırdı. Hiçbir desteği bir lütuf gibi sunmazdı. Ona herhangi bir konuda danışıyor olmanız, bir talebinizin olması ve onun da yapabileceklerinden fazlasını yapmaya çalışması o kadar olağan işleyen bir süreçti ki… Doğallığı içinde pürüzsüz akıp giden, yargılamanın değil insanların iyi niyetine güvenmenin egemen olduğu ilişkiler kurardı. Has bir devrimcideki insan sevgisinin tanımı budur sanırım benim için.

Sorulara yaklaşımı
Söz konusu ‘sorun’un çapı değil de ‘soru’nun çapıysa eğer, yani bu bir matematik sorusuysa, Ahmet Abi matematik öğretmeniydi bildiğimiz gibi, buna da çözümleri vardı elbet, ama çözümün en kıymetlisi de, onun için gene hep birlikte, elbirliğiyle aranandı…
Alanında yapıp ettiklerine hayran kaldığım birini tanıdığımda en çok gıpta ettiğim şey, öğrencilerinden, çıraklarından, onlardan el ve feyz alanlardan biri olabilmektir. Ahmet Abinin de matematik derslerindeki öğrencilerinden biri olmak isterdim. İlk baskıları Bilim ve Gelecek Kitaplığı’ndan çıkan Matematik “Yaramaz”dır kitabı için, kendisiyle ekip olarak bir söyleşi yapmıştık. Orada dersi, “öğretmenin ve öğrencilerin kolektif olarak ürettiği bir etkinlik olarak” tarif etmesi, böylesi bir öğretim ortamına rasgelememiş beni, benden almıştı. Şöyle diyordu: “Doğru bir iletişim içindeysen çocuklarla, seni teşvik ederler. Bazen öğrencilerin soruları seni öyle zorlar ki, zaman zaman altından kalkamazsın. Yıllardır matematikle uğraşıyorsundur, ama bir bakarsın, 15-16 yaşındaki genç bir insanın sorduğu soru seni afallatmış; bu konuda hiç düşünmediğini fark etmişsin. … Öğrencilerin zorlamalarıyla ders kolektif bir üretime dönüşür. Sen soruyorsun, o soruyor; diyalog yeni sorular doğuruyor.”
Alternatif eğitim modellerine eskisine nazaran çok daha fazla aşinayız ama bundan 20-30 yıl önce, hiyerarşisiz bir eğitim ortamı yaratmaya çalışan, öğrencileriyle eşit ilişkiler kuran, onların akıllarından çıkana küçümsemeyle değil heyecanla bakan, onlardan öğrenmeye çalışan, derse “kolektif üretim” diye yaklaşan bir öğretmenin varlığı…
Ahmet Abi Ortaklar Köy Enstitüsü’nün devamı olan, köy enstitülerinin eğitim geleneğini miras olarak taşıyan Ortaklar İlköğretmen Okulu’ndan mezundu; eğitim felsefesi konularında da eğitim hayatından, kendisinin ve öğretmen arkadaşlarının deneyimlerinden, birikimlerinden, bu konudaki literatürden yola çıkarak kafa yoruyordu. Bilim ve Gelecek Kitaplığı’ndan çıkan üç eserinde de, eğitim felsefesi konularına eğilmiş, eğitimin toplumsal işlevi, amacı, yöntemleri, doğası ve öğretmenlerin siyasi mücadeleleri üstüne kalem oynatmıştı. Bu eserlerinin ana ve altbaşlıkları, içerikleri hakkında fikir verecektir: Matematik “Yaramaz”dır – Akıl Yürütme, Mantık ve Matematik-; Neden, Hangi, Nasıl Matematik -Öğretenler ve Öğrenenler İçin- ve 1968 Devrimci Eğitim Şûrası ve 1969 Öğretmen Boykotu.

Aklımda Ahmet Doğan ile birlikte katıldığımız son 1 Mayıs eylemi var; 2024’teki; bir ayağını neredeyse sürüdüğü için sırayla kollarımıza girerek yürüyüşe devam edebildiği, buna rağmen hiç şikâyet etmeden, tabii ki evinde ya da başka yerde değil, orada olması gerektiğini hissettirdiği eylem… Ya da dostlar sofrasındaki son buluşmamız… Ahmet Abi yokluğuna inandırabilmek kendimizi hiç kolay değil, hiç kolay olmayacak. Böyle böyle, yaza çize belki kavrayacağız, artık çarkında çevrilmeye başladığın doğanın bir parçası olduğuna… Değdiğin her insanda, her öğrencinde, seni sevenlerin anılarında ve eserlerinde çok yaşa Ahmet Abi, hep yaşa…
Yaşamıyla hepimize örnek oldu
Deniz Karakaş
İnsan yaşamı ölümlerden öğreniyor diye okumuştum bir keresinde. Tam da böyle hissettiğim bir kayıp yaşadık. Hepimizin bir tanecik abisi Ahmet Doğan’ı kaybettik. Ahmet Doğan insanın nasıl yaşaması gerektiğinin canlı örneğiydi. Hayatta ne yapmak gerekir, nasıl yapmak gerekir diye düşünenler kolaylıkla Ahmet Abi’yi örnek alabilirdi.
Bilim ve Gelecek’te çalışmaya başladığım ilk günlerde tanımıştım. Dergiye gelmişti ve planlarını anlatıyordu. Hafta sonu seminerleri, Nesin Vakfı, ÇYDD etkinlikleri, Adabelenler Derneği çalışmaları… Boş bir günü yoktu. İçimden kaç yaşında acaba ne kadar dinamik biri diye düşünmüştüm. Tanıdıkça abimiz oldu. Kendi kuşağından tanıdığım insanlara pek benzemiyordu. Bir kere hiç yakındığını duymadım, bir şeylerden şikâyet eden ya da karamsarlığa kapılan biri değildi. Her zaman sorunları çözmeye çalışan -ki bu sorunlar sizin kişisel sorunlarınız da olabilir- biriydi. Yüzünde kocaman gülümsemesiyle her zaman ilk kapısını çalacağımız biriydi.

Ahmet Abi’nin hayatınızda olması büyük şans. Biz de o şanslı insanlardanız. İnsanın yükünü alan insanlardan biriydi. Şimdi bazen acaba bu kadar kendisini yormasa mıydı diye düşünüyorum, sonrasında kızıyorum kendime o zaman o Ahmet Doğan olmazdı ki. Kişiliği öyle olduğu için mi devrimci bir insan oldu yoksa devrimci olduğu için mi kişiliği öyle oldu bilemiyorum sanırım birbirinden ayrılabilen bir şey değil. Bu satırları yazmak çok zor o yüzden parça parça ayrı şeylerden bahsediyormuş gibi oluyor ama Ahmet Abi’yi her düşündüğümde aklıma farklı bir özelliği geliyor. Yaşamıyla düşünceleri çelişen biri değildi Ahmet Abi. Nasıl düşünüyorsa hayata nasıl bakıyorsa öyle yaşıyordu. O kadar işe nasıl koşturuyordu hâlâ anlamıyorum. Bilim ve Gelecek’e olan katkılarını okurlarımız zaten yazdığı kitaplardan, makalelerden, söyleşilerden ve seminerlerden biliyordur. Ben dilim döndüğünce Abi’miz olan Ahmet Doğan’ı anlatmaya çalıştım. Ona hoşça kal demek çok zor, yeri dolmayacak bir insanı yitirdik. Selçuk Kozağaçlı’nın dediği gibi yaşamın kendisi değil kutsal olan. Kutsal olan, adil bir yaşam. Kutsal olan, onurlu bir yaşam. Kutsal olan, haysiyet sahibi bir yaşam. Ahmet Doğan tam da böyle yaşadı.
Güle güle sevgili Ahmet Abi…
Ahmet Hocalar çok yaşasın!
Ali Nesin
1995 yılında, babamın vefatından sonra, Türkiye’ye dönüp Nesin Vakfı’nın sorumluluğunu üstlendim. Babamın çok yakını olan kişiler (bir ikisi hariç tabii) ortadan kaybolmakla kalmadı, bir defa bile arayıp (benim değil) Vakıf’ın hatırını sormadılar, birçoğu daha da ileri gidip siyasi görüş ayrılığı nedeniyle bana karşı düşmanca bir tavır aldı. İşte Ahmet Doğan o herkesin bizden uzaklaştığı dönemde girdi hayatımıza.
Matematik öğretmenimiz oldu. Çocukların haylazlıklarına, zıpırlıklarına, hoyratlıklarına, tembelliklerine aldırmadan bir ermiş sabrıyla 30 yıl boyunca hayatımızın bir parçası, benim de bir dostum oldu. Siyasi görüş ayrılığımız dostluğumuzun çeşnisiydi. Sadece matematik öğretmenimiz değildi, aydınlık yüzü ve dingin ses tonuyla etrafındaki herkesi ferahlatan, huzur veren bir duruşu vardı.

Matematik Köyü’ne de kuruluş yıllarında çok emek verdi. Projenin önemini hemen anladı. Sadece bizzat Köy’e gelip yardımlarını esirgemedi, belki daha da önemlisi, İstanbul’da Vakıf ve Matematik Köyü için (Öner Yağcı ile birlikte) aylık yemekler düzenleyip bağış topladı. O ilk yıllarda bizi ne kadar rahatlattığını kendisine yeterince ifade edememiş olabilirim.
Nesin Vakfı çocuklarından (ve bugün Vakıf yöneticisi olan) Süleyman Cihangiroğlu Ahmet Hoca hakkında şöyle yazdı:
“1995-96 olmalı. Bir matematik öğretmeni Vakfa ziyarete geldi. Gelir gelmez de gönüllü olarak ders vermek istediğini söyledi. Ara ara böyle gönüllülerin geldiği olurdu. Yine öyle biri geldi diyorduk kendi aramızda. Ama bu defa gelen bir öğretmenden çok, sıcakkanlı, sevecen bir abi hatta onca yaş farkına rağmen bir arkadaş gibiydi. Yine de o kadar önemsemediğimizi hatırlıyorum. Çünkü sıklıkla birileri gelir yardım etmek istediklerini söyler ama çoğunlukla da ya bir daha uğramaz ya da seyrek gelirlerdi. Bir süre sonra o gelişler de kesilirdi. O matematik öğretmeni vakfın kapısından girdiği anda ilgimizi çekmişti. Ahmet Doğan kısa sürede Ahmet Abi oluvermişti. Hoşsohbet, kendini dinleten, içten biriydi. Hepimizin dersleriyle ilgilenmeye başladı. Biz uzak durdukça o daha çok ilgilendi. Sonunda galiba ilk defa bu sefer biz pes ettik. O geldikçe biz mahcup olduk. İster istemez onun anlattığı derslere ilgi göstermeye başladık. Doğrusu gösterilmeyecek gibi de değildi. Öyle tatlı bir ses tonuyla ve bir o kadar kendinden emin anlatıyordu ki ister istemez kendini dersin içinde buluyordun.

“Yıllar sonra bir ara Vakıf’la tanışıklığını anlatırken ‘bir gün ziyarete geldim, bir daha gidemedim’ diyecekti. O artık sadece öğretmenimiz değildi. Ne zaman bir şeye ihtiyacımız olsa, kafamıza bir soru takılsa, birinin yardımına ihtiyacımız olsa aklımıza Ahmet Abi gelirdi. Mesela çocukların yaz kampını ayarlamamız lazım, acaba kim destek olur, filan bölgede kim var, tanıdık birini bulabilir miyiz diye sorsak aklımıza Ahmet Abi geldi. Hep nokta atışı tüm eş dostunu seferber ederdi. Ne çok dost biriktirmiş derdik.
“Sen bizi koruyup kolladın, iyiliğini eksik etmedin, çok yaşayasın Ahmet Hoca!”
Evet, Ahmet Hocalar çok yaşasın!
Ahmet Nuri Doğan: Aydınlanma savaşçısı
Prof. Dr. Hasan Aydın
Ahmet Nuri Doğan’ı, 13 Mayıs günü kaybettik. Bedeni kanser tedavisine dayanamadı; kanser onu bizden aldı. Bir dostun acı kaybı, yaşam telaşı içerinde unuttuğumuz ölümü bize yeniden anımsattı. Ölüm, her insanın kaçınılmaz olduğunu sezgisel olarak bildiği, bir gün gerçekleşeceği, bireysel olarak yaşanacağı ve bireyin kendisinin dışında kimseyle paylaşamayacağı apaçık olan bir durumdur. Her birimiz ölüme çağrılıyız ve biliyoruz ki, hiç kimse bir başkasının yerine ölüm deneyimini yaşamayacaktır. İnsanın ölümü doğrudan deneyimlemesi olanaksız biliyorum; tam deneyimlerken ölüyoruz. Bu yüzden, ölüm acısını hep başkalarının ölümü üzerinden, dolaylı bir biçimde duyumsuyoruz. Ölen uzaksa, etkisi de uzak; ölen yakınsa ölümü de yakın oluyor. İnsanın içini parçalıyor, deyiş yerindeyse varoluşsal bir parçası ya da parçaları elinden kayıyor. Ölen yakınları ve dostları sık sık anımsamak ve onların insanlığa katkılarını ortaya koymak, belki de yapabildiğimiz tek şey. Böylece, bedenen aramızda olmasalar da, onları anılarda bir süre yaşatmış oluyoruz. Bir süre diyorum, insan anacak dostları kalmadığında, belki o zaman sanki hiç yaşamamışa, sanki hiç var olmamışa dönüşüyor. Bunu bilem acı verici olsa da, bu böyledir.

İnsanın hayatını kaybeden dostlarıyla ilgili bir şeyler yazması gerçekten çok zor bir deneyim. Birlikte üretilen onca yaşantıyı, onca paylaşımı dile getirmek güç olduğu gibi, bir dostu kaybetmenin derin acısını dile getirmek de mümkün değil. Yaşantılar ve acı karşısında sözcükler ve tümceler çaresiz kalıyor. İnsan, tür olarak var ettiği dilin büyüsünü takdir etse de, dilsel olanın gerçeklik karşısındaki sönüklüğünü, yaşanılanları yazıya dökmeye kalktığında anlıyor. Orhan Veli’nin deyişiyle; “ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda; dokunabilir misiniz, gözyaşlarıma, ellerinizle? (…) Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, kelimelerinse kifayetsiz olduğunu, bu derde düşmeden önce.” Evet dil, yetmiyor; ama maalesef başka bir aracımız da yok.
Ahmet Nuri Doğan’la ilgili, dilin yetersizliği içerisinde ne söyleyebilirim?
Ona öznel (benim açımdan) ve nesnel açıdan yaklaşarak, dilin sınırlılığı içinde şunları söylemem mümkündür:
Öznel açıdan, Ahmet Nuri Doğan iyi bir dosttu, iyi bir arkadaştı. O, yüce gönüllü birisiydi; paylaşımcıydı, ölçülüydü, samimiydi, soğukkanlıydı, merhametliydi, adildi, demokrattı ve hoşgörülüydü. Ayrıca, zeki, bilge, çalışkan ve örgütçü birisiydi. Öznel olarak deneyimlediğim bu özellikler yüzünden, bir dost ve arkadaş olarak onun Aristoteles’in tanımladığı anlamda düşünce ve karakter erdemine sahip olduğuna inanıyorum. Onu iyi insandı diye tanımlamak bana eksik geliyor; estetik kategoriyi etik alana taşıyarak söylersem, o, güzel bir insandı.
Nesnel açıdan, bakıldığında o, iyi bir öğretmendi. İyi bir matematik öğretmeniydi. Bence mesleğine âşık birisiydi. Öğretmeyi ve öğrenmeyi, kısaca öğrenişmeyi seviyordu. Onun pek çok öğrenciye matematiği ve matematiksel düşünmeyi sevdirdiğini düşünüyorum. Yine nesnel açıdan bakıldığında, vatansever bir sosyalist olduğunu, politik dünya görüşünü davranış ve düşüncelerine yansıttığını söyleyebilirim. Belki de, paylaştığı dünya görüşündeki diğer pek çok insanın model alması gereken bir kişilikti. Matematiksel düşünme biçimi, onun politik dünyasını da biçimlendirmiş gibiydi.
Ahmet Nuri Doğan, erdemli kişiliği ve bilgece düşünceleriyle, etrafına ışık saçan bir aydınlanma savaşçısıydı. Ülkesinin gelişimi için, sivil toplum örgütleriyle sürekli işbirliği yapar, konferanslar, paneller, toplantılar düzenlemek uğruna büyük çabalar sarf ederdi. Hiçbir özveriden kaçınmazdı. Onunla, tanışıklığım da, konferanslar ve paneller aracılığıyla gerçekleşmişti. İnsan onu bir kez tanıdıktan sonra, onunla bağını koparması kolay değildi.
Ahmet Nuri Doğan, aynı zamanda, iyi bir yazardı. Bu nedenle, Aydınlanma mücadelesinin, konferanslarla, panellerle sınırlı olmadığını söylemek gerekiyor. O, birçok kitap kaleme almıştı. Matematik Yeteneği (1985); Matematik Yaramazdır: Akıl Yürütme, Mantık ve Matematik (2008); 1968 Devrimci Eğitim Şurası, 1969 Öğretmen Boykotu (2010); Neden, Hangi, Nasıl Matematik (2014); Ortaklar İlköğretmen Okulu: Köy Enstitüsünden Yansımalarla (2022) kitaplarının yazarıdır.
Ahmet Nuri Doğan, kitapları ve dergilerde yazdığı makaleleri ile Aydınlanma mücadelemize katkı vermeye devam edecektir. Ve biz, onu tanıma şerefine ulaşan dostları olarak, onu kaybetmenin içimizdeki onulmaz acısıyla birlikte yaşamaya devam ederken, ondan aldığımız aydınlanmacı ruhu devam ettirerek, onun toplumsal hafızada yaşamasına katkı sunmaya devam edeceğiz.
Ahmet Nuri Doğan, sadece var olmamış, aynı zamanda etkin bir yaşam sürmüş, toplumsal hafızada silinmez etkiler bırakmış bir düşünürdür. Aziz hatırası önünde saygıyla, sevgiyle ve hürmetle eğiliyorum.
Ahmet Doğan: İnandığı gibi yaşayan değerli bir insan
Ecz. L. Nihal Kızıl (2009-2019 ÇYDD Genel Başkan Yardımcısı)
2009 yılıydı sanıyorum Ahmet Doğan öğretmeni ilk tanıdığımda. ÇYDD Genel Başkan Yardımcısıydım. 13 Nisan 2009’da ÇYDD Genel Merkezi ve şubelerinin 30’dan fazlası sabahın erken saatlerinde bugün de uygulanan bilinen yöntemlerle basılmış, yöneticiler gözaltına alınmış, bilgisayar ve evraklara el konulmuştu. Ergenekon Davası içine sokulmuştuk, bilgisayarlarımıza emniyetteyken konulan sahte ve üretilmiş metinlerle arkadaşlarımız yargılanıyordu. FETÖ ortaklığındaki bu kumpas davasında delillerin sahteliğinin ispatı ve diğer konularda harcamalar gerekiyordu. Yönetim kurulundan Gülsün Kaya arkadaşımı da alarak, onunla birlikte Genel Başkanımızın da bilgisi dahilinde bu harcamalar için gerekli miktarın bir kısmını sağlamak üzere bir yemek düzenlemek için Galata’da işletmesi olan bir dostla görüşmeye gittim. Toplantıda Ahmet Doğan, Öner Yağcı ve Nazmi Arıkan (Fen Bilimleri Dershanesi sahibi idi) vardı. Hiç unutmuyorum bize verilen yanıt “Arkadaşlar siz gidin, çalışmalarınıza devam edin, derneğinizi ayakta tutun; diğer kısmını düşünmeyin, bizlere bırakın” oldu. Daha sonra böyle bir maddi desteğe gerek kalmadı. Ama öğrencilerin eğitim giderlerine katkı hep gerekliydi. Tanıdığımız ortak dostumuz bir avukata ait olan restoranda, değerli yazar Öner Yağcı ile birlikte Ahmet Doğan her ay kültürel söyleşi ve müzik ağırlıklı bir gün düzenliyorlardı. Sivil toplum örgütü, demokratik kitle örgütü, meslek örgütü, sendika vb. yöneticisi ve üyeleriyle sanatçılar bugüne katılıyorlardı; gelirini de işletme sahibi avukat karı koca arkadaşlarımız almıyor, derneğe bağışlıyorlardı. Bu bağışlarla orta öğretimdeki 50 kız öğrencimizin eğitimi tamamlanmıştı. Ahmet Doğan’ın bu gecelere katkısı unutulmaz.

Aradan yıllar geçti. İlk kez açtığımız, eski halkevlerine benzer formatta bir merkez olan Çağdaş Yaşam Dila Kurt Eğitimevi’nde, aileleriyle birlikte devam eden öğrencilere programlar düzenliyorduk. Öğrencilerin derslerine ve ödevlerine destek veriliyor, ebeveynleri de dahil tüm katılımcılara sanat, kültür, spor konusunda projeler yapılıyordu. Doğal olarak günün popüler kültürü, milli eğitim programlarındaki alanlar ve körüklenen yanlış başarı ölçütleri nedeniyle anneler çocuklarının sadece ders desteği almalarını istiyorlardı. Verilen emek ve destek tamamen gönüllülük temelli ve ücretsizdi. Bizler de ailelere, çocukları için iki tane derslerine destek ağırlıklı ve bir tane de çocuğun ilgi alanına göre (bale, saz, gitar, tiyatro, resim, halk oyunları vb.) bir dal seçmelerini öneriyorduk. Matematikte çocuklar çok gerideydi. Ev ve eğitim ortamları ve her türlü olanak konusunda fırsat eşitliği olamayan öğrencilerdi çoğu. Evinin çok uzakta olduğunu ve gelip gitmesinin uzun saatleri alması dışında maddi külfet yaratacağını da bildiğimden çekinerek Ahmet Bey’i aradım. Hiç ısrar etmeme gerek yoktu. Hemen kabul etti. Zor koşullarına karşın, uzun süre çocuklarımıza “Eğlenceli Matematik” programını uyguladı. Hem aileleri matematik desteği için mutlu oldu, hem de çocuklar o korktukları matematiğin gerçekten ne kadar eğlenceli ve yaramaz olduğunu gördüler, sevdiler. Çok küçük yaşta Eğitimevine gelip bugün çok değerli üniversite ve alanlarda eğitim gören ya da bitirip hayata atılan gençlerimizin çoğunda emeği vardır Ahmet Doğan öğretmenimizin. Çocuklarımıza matematik öğretip sevdirmenin yanında, gerçek insani değerler konusunda da çok şeyler kattığına eminim.

Bir gün bana telefon edip Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne üye olmak istediğini söyledi. Ben de ona yakın şubelerimizi sayıp Büyükçekmece Şubemize üye olmasını önermiştim. Son zamanlarda maalesef görüşemedim. Şubemizde istediği desteği verebilme ortamı ve olanağı buldu mu bilemiyorum.
Birikimli, değerli bir eğitimci, gerçek bir demokrattı. Ben inandığı gibi yaşayan, çağdaşlaşma ve gelişme yolunda emeğini esirgemeyen, Atatürk devrim ve ilkelerine bağlı bir sosyalist yoldaş olarak tanıdım kendisini. Çok ani ve üzücü bir kayıp oldu. Tüm katkı verdiği kurumlarda ve insanların yüreğinde yaşayacaktır.
Işıklarda uyusun.
Bir dostu yitirmek…
Levent Gedizlioğlu

Ahmet’i düşününce, yüzünden eksik olmayan tebessümü, sakin ve bilgece konuşması gözümün önünde canlandı.
Ender’le Ahmet hakkında konuşurken fark ettik ki, onun yokluğunun ağırlığını, zamanla üzerimizde daha çok hissedeceğiz. Gerçek bir dostu yitirmek böyle bir şey…