Ender Helvacıoğlu
İzmir belediye işçilerinin grevi sona erdi. Geriye işçi ve emek düşmanlığının, emekçiyi küçümsemenin, sınıf bilinci yoksunluğunun, grev kırıcılığın, hatta lokavt savunuculuğunun “dostlarımız” arasında dahi ne kadar yaygın olduğu gerçeği kaldı.
Grev bir turnusol kâğıdı işlevi gördü. Bu tespit birçok açıdan yapılabilir, ama bu yazının konusu dostlar arasındaki ilişkilerle ilgili olanı. “Dostlar” sözcüğünü güncel siyasal anlamda, iktidarın saldırılarına karşı aynı safta olanlar anlamında kullanıyorum. Bu grevi yapan işçiler ve aileleri ile greve çeşitli gerekçelerle karşı çıkan bir kesim halk, muhtemelen 19 Mayıs’ta İzmir’de yapılan büyük mitingde aynı meydanı doldurmuşlardı ve ortak sloganlar atıp ortak talepleri gündeme getirmişlerdi. Hatta büyük olasılıkla, grevde direkt karşı karşıya gelen belediye yönetimi ile işçiler ve sendikacılar da birlikte aynı alandaydılar. Muhtemelen aynı partiye de oy veriyorlardır.
Peki ne oldu da on gün sonra bu “dostlar” kıyasıya tartışmaya başladılar? Çünkü belediye işçileri “eşit işe eşit ücret” talebiyle greve çıktılar. Aynı işyerinde aynı işi yapıp farklı ücret alma haksızlığının ortadan kaldırılmasını talep ettiler. Grev sırasında çöpler toplanmayınca İzmir sokakları bir günde çöplüğe döndü, otobüsler çalışmayınca duraklarda kalabalıklar oluştu. Ve işçiler aleyhine bir cadı kazanı kaynatılmaya başlandı. İşte turnusol kâğıdı derken bu cadı kazanını harlayan “dostlardan” söz ediyorum. Grev bir anda “sınıf bilinci” ve “emekten yana olup olmama” ölçütüne dönüştü. Her zaman böyle olmuştur zaten, ama bu grevde işveren CHP’li belediye olduğundan bu çelişki daha net ortaya çıktı.
Grev karşıtı dostların bazı gerekçelerini ele alalım.
***
En yaygın itiraz beyaz yakalı dostlardan geldi. İşçiler çok yüksek ücret talep ediyorlarmış (80 bin civarı sanıyorum), bir temizlik işçisi nasıl olur da bir doktordan, mühendisten, akademisyenden daha fazla maaş alırmış vb.
Hadi kibri, işçiyi ve yaptığı işi küçümsemeyi, aşağılamayı bir kenara bırakalım. Bu itirazdaki “zavallılığa”, sınıf bilinci eksikliğine ve apolitikliğe değinmek isterim.
Bu beyaz yakalı arkadaşlar neden gelirlerini temizlik işçisiyle kıyaslıyorlar da patronlarıyla kıyaslamıyorlar? Neden çalıştığım işyerinin (fabrikanın, hastanenin, eğitim kurumunun vb.) patronu benden kat kat daha fazla gelir elde ediyor diye bir sorgulamaya (ve mücadeleye) girmiyorlar? Patronun daha fazla geliri olması sorgulanamaz ama işçininki sorgulanabilir, öyle mi? Sermaye sorgulanamaz ama emek sorgulanır, öyle mi? Beyaz yakalıyı kim sömürüyor, emeğine kim el koyuyor, düşük ücret almasının sorumlusu kim? Temizlik işçisi mi? Bu çok bilgili ve kibirli arkadaşların küçümsedikleri işçilerden öğrenecekleri bir şey var: Sınıf bilinci.
Daha önce de uzun uzun yazmıştım. Beyaz yakalı diye tarif edilen kişi, bir emekçidir. Hele günümüzde daha da böyledir. Ama genellikle emekçi olduğunun bile bilincinde olmayan bir emekçidir. Emekçiler içinde sınıf bilinci en düşük olan kesimi oluştururlar. Emekçi olmayı, emekçiler kümesi içinde tanımlanmayı aşağılanmak, “sınıf düşmek” olarak görür ve reddederler. Dolayısıyla oklarını gerçek sömürücülerine değil, sınıf kardeşleri olan işçilere yöneltirler. Emekçi olmaktan utanan zavallı emekçiler!
Oysa, günümüz koşullarında en ağır sömürüye uğrayan kesim bu beyaz yakalı dostlardır. Ne kadar kuramsal ve teknik bilgiye sahipseler o kadar daha fazla sömürülmekte, sırtlarından o denli daha fazla artı-değer üretilmektedir. Ama onlar sınıflar-üstü bir iş yaptıklarını sanırlar. Yanıldıklarını hissettikçe de -sınıf bilinci eksikliğinden dolayı- öfkelerini “düştükleri” sınıfa yöneltirler.
Temizlik işçisi “neden bir doktor, mühendis, akademisyen benden daha fazla gelir elde ediyor?” diye bir sorgulama yapmıyor. Çünkü doğal bir sınıf bilincine sahiptir. Ama beyaz yakalı tersten bu sorgulamayı yapıyor. Çünkü sınıf bilinci zayıftır. Ama öğrenecekler; sınıf kardeşlerinin ve sınıf düşmanlarının kim olduğunun bilincine varacaklar. Sadece biraz zaman alacak ve bazı musibetler yaşamak zorunda kalacaklar.
TV’de bir yorumcu ahkam kesiyor: Türkiye’de ortalama ücret 38 bin TL imiş, işçiler bunun iki katından fazlasını istiyorlarmış, sistem bunu kaldıramazmış. Peki, sen değil miydin dört kişilik bir aile için yoksulluk sınırının 81 bin TL olduğunu söyleyen? İşçinin talebi taş çatlasa yoksulluk sınırında, neden karşı çıkıyorsun? Neden ortalama ücretin yoksulluk sınırının yarısından az olmasını sorgulamıyorsun? Neden gelir dağılımı dengesizliğinden söz etmiyorsun? Neden sistemi sorgulamıyorsun? Neden işçi hak talep ettiğinde ve isyan ettiğinde birden sistem savunucusu kesiliyorsun?
***
Yaygın itirazlardan biri de İzmir’deki grevin halk sağlığını yakından ilgilendiren bir işkolunda (temizlik işçileri) yapıldığı, bunun halk ile işçiyi karşı karşıya getireceğidir. Doğru, ama burada esas bilinçlenmesi gereken işçi ve sendika değil, halktır. “Üretimden gelen güç” deyiminden ne anlıyoruz? Elbette, yaşamı durdurmayı. İşçiler hangi işkollarında grev yapsınlar? Yaşamı etkilemeyecek işkollarında mı? Temizlik işçileri grev yapmasın, ortalık çöplüğe dönüyor, halkın sağlığı tehlikeye giriyor… Ulaşım işçileri grev yapmasın, halk işine gücüne gidemiyor… Savunma sanayii, enerji sektörü gibi işkollarında haşa grev yapılmasın, ülkenin bekası söz konusu… Öğretmenler grev yapmasın, çocukların eğitimi aksamasın… Sağlık emekçileri grev yapmasın, halkın sağlığıyla oynanmasın… Bu tam bir egemen sınıf yaklaşımıdır; zaten yıllardır bu gerekçelerle erteleniyor ve yasaklanıyor hak grevleri. İşçi sınıfı üretimden gelen gücünü, hakkı verilmediğinde yaşamı durdurma gücünü nasıl kullanacak? Özellikle bu işkollarında, hatta gerekirse genel greve giderek gücünü hissettirecek ve hakkını almaya çalışacak.
Halkın sağlığı, normal yaşamı konusunda duyarlı olan arkadaşlar, işçiyi uyaracaklarına, işçiye hakkını vermeyen patron düzenini hedefe almalılar. Burada da bir sınıf bilinci eksikliği var.
***
İtirazlardan biri de İzmir grevinin AKP iktidarına yaradığı, iktidarın CHP’li belediyelere yönelik saldırılarına zemin hazırladığı yönündedir. Bu da doğru bir tespit. İktidarın İzmir belediye grevini ellerini ovuşturarak keyifle izlediğinden kuşku yok. Böyle bir grev AKP’li bir belediyede yapılsaydı, daha ilk gün işçiler polis saldırısına uğrar, önderleri ve sendikacılar tutuklanırdı. Tamam ama böyle bir konuma düşmenin sorumlusu hakkını arayan işçiler mi? Madem böyle bir politik duyarlılık öneriliyor, en başta CHP’li belediye yönetiminin böyle bir konuma düşülmesine izin vermemesi gerekmez mi? Fedakârlığı sadece işçiler mi yapacak?
Diyelim ki CHP iktidara geldi. Gerici muhalefete yaramasın diye işçi hiç hakkını aramayacak mı, grev yapmayacak mı? İşçiler üretimden gelen güçlerini göstererek ve mücadele ederek iktidara gelebilecekleri gibi, geldikleri iktidarı da yine bu şekilde koruyabilirler.
***
Sonuç olarak, cumhuriyetçi, aydınlanmacı, laik, Atatürkçü arkadaşlar, dostlar, tahrip edilmiş ve neredeyse yıkılmış olan cumhuriyetimizi yeniden kurmak istiyorsak, bunun ancak bir emekçi cumhuriyeti olabileceğini kavramanız gerekir. Yüz sene öncesinde yaşamıyoruz. Artık bir emekçi ülkesidir Türkiye.
Cumhuriyeti savunacak bir burjuvazi yok artık. Emek ezilirse cumhuriyet de ezilir. Cumhuriyeti koruyacak temel güç bastırılmış olur. Emek savunulmadan cumhuriyet korunamaz. Cumhuriyet bilinci ile emek bilincinin sentezi yaşanıyor sokaklarda ve meydanlarda, milyonların pratiği eşliğinde.
Hakkını arayan işçiden öğrenmelidir herkes. O sadece hakkını aramıyor, cumhuriyeti de savunuyor.