Geçen gün Cornell Üniversitesi’ndeki ofisimde çalışırken kapım çalındı: Samsun Vezirköprü Devlet Hastanesi’nden genel cerrahi uzmanı Dr. Ozan Küçük. Üç aylık bir eğitim bursu ile New York’a gelmiş; gelmişken uğramış; uğramışken anlattı Samsun’daki olanakları, yapmak isteyip yapamadıklarını, zorunlu hizmetleri, nöbetleri… Ona benim laboratuvarımda bir masa ve bir bilgisayar tahsis ettik. Gündüzleri ameliyatta, akşamları ise bilgisayar başında. Uluslararası dergiler için Samsun’da gördüğü nadir vakalar üzerine makaleler yazmaya başladı. Bir de hobisi var: fotoğrafçılık. Gördüğü vakaların hemen fotoğraflarını çekip belgeliyor.
Bir gün içeri giren hastası, Samsun’da kırsal alanda yaşıyor. 6 kızkardeşin en küçüğü ve tek bekârı. Biraz çekingen, içine kapalı, ürkek. Başlangıçta göğsünde bir sertlik. Sertlik derken, beze gibi değil. Taş gibi bir sertlik. Sonra göğsünde yaralar çıkıyor ve yaralardan akıntılar başlıyor. “Öğrenirlerse beni kimse almaz” diye kimseye söylemiyor. Beş yıl. Tam beş yıl. Ta ki akciğerlere yayılan kanser onu nefes alamaz hale getirinceye kadar. Ta ki solunum yetersizliği sebebiyle gittiği hastanede muayene esnasında bir yakını doktora “hocam bunun memesinde de bir yara varmış herkesten gizliyor!” deyince muayene eden doktor onu genel cerrahiye yönlendirinceye kadar. Hastanın gömleği açılınca, o beş yıl boyunca herkesten köşe bucak kaçan ve çantasında devamlı kâğıt mendiller taşıyarak akıntıyı önlemeye ve gizlemeye çalışan kadının sırrı: namahrem sayılan, yüzü görünmeyen, ismi bilinmeyen, bembeyaz tenli bir kadının incecik bedeninden uzanan ve tamamen kanserle kaplanıp kararmış, delik deşik, kabuk bağlamış iki minik göğüs.
O iki göğüs şimdi karşımda duruyor; uluslararası bir tıp dergisinin sayfalarında. Hastaya ilk müdahaleyi yapan Dr. Küçük, hemen fotoğrafını çekip nadir vaka çalışması olarak The Breast Journal dergisine gönderince, makale üç gün gibi bir zamanda jet hızıyla kabul edilip yayınlanıyor. Hayatını öğretildiği kurallara uygun yaşayan, namazında niyazında, tek isteği kendi yuvasını kurmak olan, “kara göğüslerimi, hasta göğüslerimi gören olursa beni kimse almaz” diyerek kendisini bilmeden mutlak bir ölümün pençesine atan bir kadının göğüsleri. Toprağa kadar mahremiydiler oysa onlar onun.
O göğüsler ki sahibi cahil bir aileden gelmemiş olsa, birazcık okumuşluğu olsa, bir doktora görünse, o ilk hissettiği taş sertliğindeki şişlikten beş yıl sonra yaşıyor olma ihtimali yüzde doksandı. Belki tedavi olabilseydi bugün çocuklarına sarılıp öpüyor olacak olan, kanserin bir deri bir kemik bıraktığı bir kadının göğüsleri. Hiç tedavisi yapılmadan bu kadar uzun yaşayabilmiş olması da yavaş ilerleyen bir kanserin pençesinde olduğunun göstergesiydi. Kurtarılabilirdi…
Dr. Küçük, Cornell’de hastaya en az zarar veren ameliyat (minimal invazif) tekniklerini öğrendi. Aynı zamanda yüksek teknolojiye sahip olmayan bir hastaneden gelmesinin verdiği el becerileri ile buradaki cerrahları şaşırttı! Eğitim bursu sonrası şu anda Samsun Eğitim Araştırma Hastanesi’nde. Bölgenin en çok ameliyat yapan hastanesi. Tokat, Kastamonu, Sinop ve Amasya civarında yaşayan ileri evre hastalar burada minimal invazif tekniklerle tedavi ediliyor. Ve maalesef hâlâ kırsal alandan gelen yukarıda anlattığım tarz hastalara bakıyor zaman zaman…
Son zamanların kısır mahrem/namahrem tartışmalarını ülke olarak bir kenara bırakıp kırsal alandaki kızlarımızın eğitimi için somut adımlar atmamız şart. Bilimsel olarak bu hastalar ilginç, evet, ama uluslararası bilim dergilerinden eksik olsun cehalete kaybettiğimiz genç kızlarımız ve kadınlarımız.
Kaynaklar
1) Dr. Küçük’ün The Breast Journal’da çıkan yazısı ve fotoğraf (Uyarı: Görüntü çarpıcı olmakla beraber herkes kaldıramayabilir): http://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1111/j.1524-4741.2012.01284.x/abstract